Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de. Şehir, Kavafis (Çeviri: Cevat Çapan)
Şehirler, büyük çatısıdır medeniyetin. Kökleri, mekânları, caddeleri, bulvarları insanların mizaçlarını, birikimlerini, dünyaya bakış açılarını etkiler, hatta belirler.
Şehirlerin kalbi çarşılardır. Malatya, depremle birlikte kalbinden ağır yara alan bir şehirdir artık. Şimdi, ağır hasarlı, ağır yaralı bir iç çekişi var. Şehrin kalbini dinleyen herkes bu acıyı hissediyor, bir tarihin nasıl kefenlendiğini görebiliyor. Öyle ya büyük bir göç yaşandı, Anadolu’da tarihin bilinen en büyük göçlerinden biri. Her birimiz savrulduk, Bir Eylül rüzgârı sonrası dağılmaya devam ediyoruz. Ama gözümüz, kulağımız, yüreğimiz şehrimizde.
Bakırcılar Çarşısı, çekiç sesleri, bakır sarısı, demir kokusu… Çarşıya çıkarken ilk uğrak yerlerimizden biri Bakırcılar Çarşısıydı. Şehrin en eski hafızalarından biriydi, son yıllarda değişmiş, iyileştirilmeler yapılmıştı. Bir enkaz şimdi, depremden geriye kalan bir acılar çetelesi.
Depremin ilk vurduğu yerlerden biri de Şire Pazarıydı. Malatya’nın envaı çeşit yemişi, kaysısı, kayısı ürünleri, kurutulmuş meyveleri, leblebisi burada bulunurdu. Dışarıdan gelen misafirlerimizin ilk uğrak yerlerinden biriydi. Şehre gelip buraya uğramamak olmazdı zaten, eşe dosta burudan birkaç hediyelik alınır, yola öyle gidilirdi. Depremin ilk gününde yerle bir oldu.
Çarşıdan söz etmişken çok sayıda mekân var, hepsini bir yazıya sığdırmak olanaksız elbette. Ben özellikle Kiğılı Pasajı’ndan söz etmek istiyorum. Malatya’ya geldiğim 90’lı yılların başında ilk bu pasaja uğramıştım ve Malatya’daki dostluklarımın filizlendiği yer Fidan Kitapeviydi. Pasaja ilk girildiğinde hattatlar, konfeksiyoncular, berberler, meşhur İftar Lokantası, güler yüzlü sahibi Kasım Usta, Kiğılı Mevlana Çayevi, elinde çayları ile karşınıza çıkan Hacıali, Malatya’nın eski pastanesi, Terzi Memed ve Fidan Kitapevinin kurucusu Abdullah Polat… daha birçok mekân ve şahsiyet. Her birinin ayrı bir hikâyesi, ayrı bir rengi var. Malatya’nın kalbi bu mekânlarda atardı. Sonra modern semtler, mekânlar yapıldı; yine de hiç biri bu eski ve kadim mekânların havasını veremedi bana.
Fidan Kitapevi, yalnızca bir kitapevi değildi, doksanlı yıllarda birçok kitap okuru, fikir insanı, akademisyen, edebiyatsever burada birbirini tanımıştır. Abdullah Polat böylesi bir mekân inşa etmişti. Sevgili Şükrü, Yılmaz, Hasan, Çetin, Mussab… her biri fidanı biraz daha büyüttü, Şükrü 20 yıldan fazla çalıştı. Fidan, her bir müdaviminin keyif aldığı bir muhabbet durağıydı, büyüdü kocaman bir çınar oldu. Yıllarca kitapevine her geldiğimizde Hacıali, çaylarını getirdi, güler yüzünü eksik etmedi. Kışın arada sıcak süt önerdiği de olurdu. Biraz basık tavanlı mekânın girişine sıra halinde kürsüler dizilir, şehrin dostları burada toplanır hasbihal ederlerdi.
Fidan Kitapevi, gençliğimizin ilk göz ağrılarından. İlk kitaplarım Sevgili Şükrü’nün girişimiyle yayımlandı, ilk dergimizi burada çıkardık. Şehrin bütün renkleri, tonları istinasız buraya uğrardı. Kitapevinin alt katında ise saatlerce kitap okur, kitaplar üzerine konuşurlardı. Şehrin entelektüel temellerinin atıldığı yerlerdin biriydi burası. Kitapevinde hafif tonda bir müzik çalardı, enstrümantal müziklerdi çoğunlukla. Dinlendirici ve coğrafyanın bütün sesleri buradaydı. Öyle ki Fars müziklerini bile çoğu kez ilk kez burada duymuştur.
Bir röportajında Abdullah Polat diyor ki, “ Fidan kitapevini büyük zorluklar içinde kurduk; isim konusunda üç kelime öne çıkmıştı: Tohum, Filiz, Fidan… Fidanda karar kıldık.” Şehrin sosyolojisi, kültürü, düşünce dünyası bu ortamdan beslendi elbette. Şehrin kimliğine yansıyan çok kültürlülüğün kaynağını aldığı yerlerden birisi olma hüviyetini korudu. Zamanla bürokraside, siyasette belli yerlere gelenler şehirden de biraz uzaklaştılar, araya mesafeler girdi. Deprem anına kadar, her hafta uğrak yerlerimizdendi. Akademiden, eğitim çevrelerinden çokça dostumuzla burada buluşur, Mevlana çay içer, hasbihal ederdik.
Elbette şehrin birbirinden farklı birçok mekânı var; ancak şehrin merkezinin yıkılması deyim yerindeyse büyük bir çöküntü yarattı insanlarda ve yaşanmışlığı, hatırası olanlarda…
İşte depremde Kiğılı Pasajıyla bu kocaman Çınar da yıkıldı; Çınarımız, fidanımız… Kırk yıllık geçmişiyle çokça kişiye, sohbete, düşünce, dostluk için ev sahipliği yapan bu pasaj ve kitapevini elbette unutmayacağız, hasretle yad edeceğiz. Lakin bununla yetinmemek gerekir,
Bu pasajın yerinde dönüşümünü sağlamak üzere, bir çalışma yapılmalı ve bütün mekânlar tekrar yerli yerine konmalıdır. Kiğılı Pasajı’nın şehir merkezindeki yeri hem kıymetli hem de şehrin kalbi olacak kadar mühim bir konumda.
Şehrin kimliğini, kültürel siluetini temsil eden Kiğılı Pasajı yeniden, aslına uygun inşa edilmelidir. Bunun çabasını vermek vefa borucumuzdur.
Gözlerini kapayınca,
Bir çocuk,
Sarsılıyor bir ırmak,
Duman duman dağılıyor ses,
Derinden dalga dalga.
Üşümek, bir kuş yüreği,
Üşümek, bir zaman yokuşu,
Üşümek, kendinden vazgeçme korkusu.
Gözlerini kapayınca,
Şehrin eski coşkusu,
Caddelerin ışıklı tabelaları.
Bulvarlardan şarkılar geçiyor
Kirpik uçlarından
Beton ve toz,
Demir ve moloz.
Yüzümüz iki kitap sayfası.
Durmadan kanıyor bir şiir.
Suları giderek yükselen bir deniz,
Boğuluyor sözcükler.
Lal kalıyor en uzun türkü şimdi.
Azalıyor soluğumuz.
Deprem geçiriyor kalbimiz.
Bir şehir ölürken
Kapayınca gözlerimi Anlıyorum, şarkıların ne denli haklı olduğunu ....
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.