Din; ister demokrasi ister monarsi ile yönetilsin kisilere ve kurumlara amaçlar, süreçler ve sonuçlar için ilkeler ortaya koyuyor. Zaten bunu yapinca demokrasi kendiliginden gelecektir. Devletin dini adalettir, demisler. Mülk küfür ile payidar ile oluyor, zulüm ile payidar olmuyor.
Türkiye ekonomiden dis politikaya, dogal afetlerle mücadeleden toplumsal sorunlara kadar bir yönetil(eme)me sorunuyla karsi karsiya. Sorunun sebepleri ve çözüm yollari üzerinde farkli görüsler ileri sürülüyor. Sistem degisikliginden çogulculugun nasil tesis edilecegine kadar birçok öneri var.
Uzun yillar üniversitelerde yönetim bilimi üzerine dersler vermis, bürokraside en üst görev olan Basbakanlik Müstesarligi yapmis, milletvekilligi ve bakanlik ile siyasetin içinde bulunmus, en son olarak da kapatilan Istanbul Sehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Baskani olan Ömer Dinçer ile Türkiye’nin/Türkiyelilerin zihni ve pratik sorunlarini, yazdigi kitaplari ve Sehir Üniversitesi tecrübesini konustuk.
Habertürk’te yazdiginiz son yazinizin basligi ‘Yönetimin Kurallarina Uyulmazsa’ idi. Aradan uzun zaman geçti. Biraktiginiz yerden baslayacak olursak Türkiye’de bir yönetim krizinden bahsediliyor, orman yanginlarindan pandemi ile mücadeleye, ekonomiden dis politikada tutarli politika takip edilip edilmeyecegine kadar temel bir problem olarak görülüyor yönetememe krizi. Bu noktadan bakinca Türkiye’nin yönetilememe sorununun kaynagini nerede görüyorsunuz?
Toplumun gelismisligini ve kalitesini belirleyen faktörler, halkinin niteligi ile alakali degildir, o toplumun bilim adamlari ve yöneticilerinin niteligi ile alakalidir. Iki toplumu mukayese edecek olsaydik; birisi gelismis, birisi gelismemis toplum olsun, iki toplum arasindaki farkliligi yaratan sey, ülkenin halklarinin çaliskanligi, zekâsi ve benzeri faktörler olmaz. Bana göre, iki ülke arasindaki fark bilim adamlarinin niteligi ve yöneticilerinin kalitesi ile ortaya çikar. Bu nedenle ülkemizdeki kalitesizlik, yüksek maliyetler, verimsizlik ve basit sorunlarin bile krize dönüsmesi yönetimin niteligi düsük olmasi ile ilgilidir. Ayrica daha önce kolayca çözdügümüz sorunlar simdi çözmekte zorlaniyorsak, bu niteligin daha da düstügü anlamina gelir.
Orman yanginlari yönetimle alakali zafiyetimizi açiga çikan bir olay oldu. Daha yeni okumustum haberi, 15 yilda 148 bin hektar orman yandi, 3 haftada ise tam 137 bin hektar. Nasil oluyor da orman yanginlarini basariyla söndürürken ve baska ülkelerin orman yanginlarina yardima kosarken, Türkiye birdenbire bu potansiyelini ve yetenegini kaybediyor. Bu, atadiginiz yöneticilerin yetenegi ile dogrudan alakali.
Diger yandan sorunlarin bir baska kaynagi da asiri merkezilesmedir. Yöneticilerin yetersizligi veya ehliyetsizligi yaninda bir de merkezilesmenin ortaya çikardigi sorunlar var. Merkezilesmede kararlar yukaridan verildigi için, ilgili kurumun yöneticileri, kararin yukaridan verilmesini beklerler ki bu çogu zaman, dogru bile olsa, gecikmis bir karar olur. Ancak çogu kez bu tür kararlar yetersiz veya eksik kararlar olur. Bu arada konuyla dogrudan ilgili yöneticiler de sorunun çözümü için gereken adimlari atamaz. Kisacasi ciddi bir yönetim zafiyeti ile karsi karsiyayiz.
Yönetim fonksiyonu beseri bir tecrübedir ve kurallari evrenseldir. Bir mümin ile kafirin veya Türk ile Arap’in ya da Kürt’ün, kadin ile erkegin yaptigi uygulamada ilkesel farkliliklar olmaz. Bu anlamda bakildigi zaman yönetim evrensel kurallara sahiptir. Yönetimin evrensel kurallarina uyulmazsa, yönetenler bizatihi sorunlarin kaynagi haline gelebilir.
TÜRKIYE OTORITER VE IDEOLOJIK YAPISINDAN UZAKLASMADIKÇA KALITELI BIR YASAMA ULASAMAYACAK
Merkezilesmeden kastiniz nedir? Daha önce merkezi hükümetin her istedigini bürokrasi ve vesayet odaklarina yaptiramadigi bir süreç vardi. Siz de Basbakanlik Müstesarligi’nda bu yönde bir tecrübeniz oldu. Kantarin topuzu nasil kaçti ve geri dönmek mümkün mü?
Vesayet odaklarinin siyasi iktidarlara müdahalesi bir baska sorunun uzantisi olarak çikiyordu. O da devletin ideolojik niteligi ile ilgiliydi. Devletin kendine has bir dini veya ideolojisi olursa, o ideoloji toplumun tüm kesimlerinin sahip olmasi gereken bir inanç olarak lanse edilmeye çalisilir ve bu beraberinde farkli inanan ve farkli düsünen, farkli kültüre sahip olanlarin üzerinde bir baski olusturur. Bu tür baski, farkli inanan veya düsünen insanlari zorlar. Bu zorlama otoriter tarzlar, merkezi yapilar olmadan saglanamaz. Ülkemizin sorunu da tam burada; devletin ideolojik bir niteliginin olmasi ve bunu toplumun bütün kesimlerine kabul ettirebilmek için otoriter davranmak ve merkezi bir yapida kalmak geregi hissetmesi.
Çarpici hatirami paylasayim; kamu yönetimi projesini kamuoyu ile paylastigimiz günlerde, farkli kesimlerin görüsüne sunmustuk. Siyasi partilere, bilim dünyasina, yerel yönetimlere, bu arada Genelkurmay Baskanligi’na da projeyi sunduk. Idari anlamda yetki devrinin ihtiyaç olduguna, bunun ülkemizde verimlilik ve maliyetleri artiracagina dair iddiada bulunuyordum. O sunumu yaptigim sirada general olan komutanlardan biri dayanamadi, bana dedi ki; ‘Ömer Hoca sen görmüyor musun Osman Baydemir’in yaptiklarini.’ Ben de ona ‘görüyorum, ama senin görmedigin bir sey var, onu da görüyorum’ dedim. ‘Bunu ne zaman yapiyor Osman Baydemir? Asiri merkezilesmis bir yapi ve en otoriter uygulamalar içinde iken yapiyor’ dedim. Benim öngördügüm modelde yapmiyor, statükonun israrla savundugu yapi içinde yapiyor. Niçin? Çünkü yerelin yapmasi gereken isi merkez yapiyor ve merkez kendi isini de ihmal ediyor. Normalde yerel sorunlarin çözümü ile yerel yönetimler ugrasacak, merkez de planlar ve politikalar gelistirecek, standartlar koyacak ve bu dogrultuda denetim yapacak. Plan yapmiyorsan, politika üretmiyorsan ve yerel yönetimlerin yapacagi isi yapiyorsan, yerel yönetimleri kontrol kabiliyetin kalmaz. Çünkü kontrol etmenin evrensel kurallarindan bir tanesi; plan yapmak, politika üretmektir. Eger siz herhangi bir konuyla ilgili, amaç belirlemiyor, nitelik tanimlamiyor ve politika üretmiyorsaniz neye göre kontrol edeceksiniz. Kontrol; planlama ve politikalara, standartlara göre yapilir. Siz bunu ihmal etmisseniz kontrol de edemezsiniz. Merkezi yönetimlerin en önemli zafiyetlerinden bir tanesi kontrolü kaybetmesidir. Bugün Türkiye’de yönetim; olaylari kontrol etme kabiliyetini kaybetmistir. Nitekim yasadigimiz örneklerde hükümet olaylarin arkasindan gitmekte ve olaylara tepki vererek yönetmeye çalismaktadir.
Dolayisiyla Türkiye temel özellik itibariyla ideolojiden, otoriter tarzindan ve merkezi yapisindan kurtulmadikça, yüksek bir yasam kalitesine ulasamayacak.
Merkezilesmenin, yerel yönetimlerin vazifesini üzerine almasi elbette bir mesele ama bir de Genelkurmay için Osman Baydemir açisindan insan haklari temelinde de bir problem de var. En iyi seyi, dogru yapsa bile onlarin yapmasini istememekten kaynaklanan bakis açisi var.
Ideolojinin baska bir etkisi, sizin dile getirdiginiz husus. Biz o dönemde kamu yönetimi reFormunu yapmaya çalisirken, reFormu sadece kamu idaresinin etkinlik ve verimliligini artiracak degil, ayni zamanda bu ülkede yasayan herkesin temel hak ve özgürlüklerini koruyacak bir yapi kurmayi amaçlamistik. Kamu yönetiminde ciddi bir paradigma degisikligi öngörmüstük. Kamu idaresinin amacini, vatandaslarin temel insan hak ve özgürlüklerini kullanmasinin önündeki engelleri kaldirmak olarak tanimlamistik. Yine o dönemde, Cumhurbaskani’na sunum yapinca, Cumhurbaskani bu yeni tanimlamamin ne anlama geldigini hemen fark etmisti. Anayasa Mahkemesi baskanligi yapmis birisi olarak, bu maddeyi buradan mutlaka çikarin demisti. Biz ‘teklifiniz nedir?’ deyince bana dedi ki; ‘Buraya insan haklari ve özgürlükleri esastir yazin sadece’ dedi. Ben de ‘teklifinizi hükümete arz edecegim iletecegim, ancak ben sahis olarak fikrimi paylasayim’ dedim. ‘Bu iki sebepten dolayi bana göre dogru degil: Birincisi, zaten Anayasa’da insan hak ve özgürlüklerinin esas oldugu yaziyor. Kanunlar Anayasa’da belirlenmis temel ilkelerin nasil uygulanacagini gösteren metinlerdir. Biz burada nasil uygulanacagini anlatmaya çalisiyoruz. Anayasa’da var olani aynen kullanmak teknik olarak yetersiz kalir. Ikincisi ise; ülkemizde, insanlarin temel hak ve özgürlüklerden neyi ne kadar kullanacagini devlet belirliyor, halbuki, evrensel insan haklari beyannamesine göre herhangi bir insan; irkina, dinine, rengine, cinsiyetine bakmaksizin dogar dogmaz bu haklara sahip olur ve hiçbir devletin veya kurumun veya kisinin o hak ve özgürlükleri sinirlandirmasi hakki yoktur.’ dedim. Biliyorsunuz daha sonra Meclis’in kabul ettigi kanunu iade etti. Sadece bu hüküm için 8 sayfa elestiri yazmisti.
TÜRKIYE DEMOKRATIK BIR ÜLKE OLACAKSA BÖYLE DEVAM EDEMEZ
Genelkurmay’in, Danistay’in, yargi dünyasinin ve diger odaklarin hazirladiginiz pakete nasil engel olmak istedigini “Türkiye’de Degisim yapmak Neden Bu Kadar Zor?” kitabinizda anlatiyorsunuz. Yönetimin basarili olmasi için 5 unsur gerekiyor, ideolojik prangalardan kurtulmasi, otoriterlesmenin engellenmesi, merkeziyetçiligin olmamasi, kati ve kapali bürokrasinin asilmasi ve insan hak ve özgürlükleri temelinde bir vatandasligin saglanmasi. Belirttiginiz bu kriterlere baktigimizda besinde de Türkiye sinifta kaliyor. Bunlar özelinde nasil degerlendiriyorsunuz geldigimiz yeri?
Türkiye’de AK Parti bu 5 alanda reForm yapmak üzere iktidara geldi. Bunu degistirmek üzere kamuoyuna vaatlerde bulundu, projeler hazirladi, bunun için çaba sarf etti ama bugün gelinen nokta itibariyle bu yönetim paradigmasini degistirmekten vazgeçtigi görülüyor. Vazgeçmesi bir yana önceki statükoyu daha da tahkim etmeye basladi.
Bir arastirmadan bahsedilir. 1974 ile 1999 arasinda 25 yillik süre içinde 85 tane ülkede mevcut otoriter sistemler yikilir ama bunlar arasindan sadece 30 ülke tam demokrasiye geçmeyi basarir. 34 ülke yeniden zorba yönetimlerin eline geçer. 21 ülkede de sahte demokrasi kurulur veya savas lordlarinin oyununa gelir. Bu süreçte Türkiye’nin en önemli hatasi, saglam ve demokratik bir Anayasa yapamamasi ile oldu.
Ülkelerin demokratiklesmesi ile alakali 2 genel süreçten bahsedilir. Birincisi ülkelerin demokratiklestirilmesi süreci, ikincisi ise demokrasinin saglamlastirilmasi. Türkiye 2010-2011 yilina kadar demokratiklesme ile alakali ciddi çaba sarf etti. Ancak önce parti kapatma davasi, sonra 17-25 Aralik hukukî darbe süreci, arkasindan 15 Temmuz’da fiili darbe tesebbüsü gibi birçok faktör sebebiyle demokrasiyi saglamlastirmak yerine eski uygulamalara geri döndü. Kendini saglama alacak sistem olusturdu.
Türkiye demokrasiyi saglamlastiracak bir anayasa yapmayi basaramadi. Anayasa degisiklikleri yapilirken de iktidarin kendini saglama alacagi bir mevzuat ile daha çok kendini tahkim eden, bunu da daha merkezileserek ve otoriterleserek yapmaya çalisan bir noktaya geldi. Bence Türkiye yeniden demokratik ülke olmak istiyorsa ki olmak zorunda, ben bu sekilde devam edemeyecegini düsünüyorum. Bu sebeple bunlari gözden geçirmeye siddetle ihtiyaç var.
Bir yaklasim da sunu söylüyor; ilk günden beri AK Parti’nin gelecegi yer burasi idi. Bugüne gelinmesinde en basta atilan adimlarin etkisinin oldugu kanaatine sahip misiniz? AK Parti sürecinin monolitik bir bakis açisi ile okunmasi ne kadar dogru?
Dogrusu ben öyle görmüyorum. AK Parti iktidarini, demokratik liderlikten giderek otoriterlesen liderlige dogru bir seyir içinde görmek daha dogru olur. AK Parti iktidarinin önceki kadrosu demokrasiyi ve insan haklarini samimiyetle yerlestirmeye çalisti. Bu arada zaten otoriter ve merkezi nitelige sahip statüko da bos durmadi, yukarida bahsedilen badireler yasandi. Hem iktidarin yasadigi siyasi tehditler hem de degisen kadro AK Parti iktidarini statükoya yaklastirdi. Daha ziyade, gelinen noktayi iktidarin Türkiye’yi yönetirken baslangiçta ortaya koydugu ilkelerden uzaklasmasi ve biraz daha sahsi bir tercih ile iktidari koruma egilimi ve olaylari tepkisel yönetimi öne çikardi.
GELECEGIMIZ DEMOKRATIKLESMEDE ve IDEOLOJILERDEN UZAKLASMAKTA
Bundan sonrasini konusmak gerekirse, kitabinizda da degisime direnen odaklari tek tek sayiyorsunuz. Bugün bir degisim yapilmak istense ayni odaklar yerinde duruyor mu? 20 yil öncesine göre degisen çok bir sey yok mu?
Türkiye’de hem iktidarin hem de muhalefetin aslinda ilkesel düzeyde dogrulari takip etme konusunda ciddi zafiyetleri oldugunun altini çizelim. Bu açidan bakinca, bugün Türkiye’de demokratiklesme yönündeki degisimi, eskiden degisime itiraz edenlerin tesvik edecegini, mevcut iktidarin ise degisime direnecegini varsayabiliriz.
Bunun için, iyi bir ipucu, 2015 yilindaki seçimlerde CHP, seçim beyannamesinde Türkiye’ye degisim vaat etti ve büyük oranda AK Parti iktidarinin 2004 yilinda kamuoyuna sundugu ‘Kamu Yönetiminde Yeniden Yapilanma Projesi’ne yer verdi. Bugün bakildiginda muhalefet partilerinin hemen hepsinin degisim talep ettigini göreceksiniz. Benim belki de umutsuz oldugum husus, tipki AK Parti çevresinde oldugu gibi muhalefetin de degisimi ilkesel düzeyde degil, olaylara karsi tavir ve tepki olarak düsünüyor olmasidir. Çünkü, 28 Subat oldugunda, Türkiye’deki dindar kesim insan hak ve özgürlüklerini yasamak konusunda ciddi sorunlarla karsi karsiya kaldi ve dolayisiyla demokrasiyi talep etti. Demokrasi üzerinden kendisine bir kurtulus yolu projesi gelistirdi. Tipki bugün de benzer sorunlari yasayan muhalefet, daha demokratik tavir izlemeyi iktidara gelmenin yolu olarak görüyor.
Bizim ülke olarak aslinda topyekûn gelecegimizin, demokratiklesme ile ideolojilerden uzaklasma ile insan hak ve özgürlüklerine kavusmada oldugunu kabul etmemiz gerekiyor. Demokrasiyi toplumun ortak degeri ve herkesin sahiplenmesi gereken bir alan olarak siyasi çekismelerin, iktidar kavgalarinin disinda bir yerde ortak hedef olarak tanimlamamiz gerekiyor. Bunu basarirsak üstesinden gelecegiz.
Ancak umutlu olmamiz gereken hususlar da var: Otoriter yönetimleri ayakta tutmanin yegâne yolu çok güçlü finansal kaynaklardan geçer. Dikkat edecek olursaniz, merkezi ve otoriter yönetimlerin tamaminin hazir kaynaklari var. Mesela Iran, Irak, Libya, bazi Orta Asya devletleri, Körfez ülkeleri, Afrika’daki bir çok devlet, Venezüella ve benzeri pek çok ülke, dikkat edin bunlarin hepsinde petrol, dogalgaz, elmas, kiymetli madenler ve benzeri topluma finans saglayan, iktidara ayakta kalmak için maddi güç temin eden firsatlar var.
Öncelikle, Türkiye’nin herhangi bir otoriter iktidari ayakta tutacak maddi kaynagi yok. Zaten her zaman finansman ve sermaye açigi olmustur Türkiye’nin. Ayakta tutacak yegâne faktör insan emegi. Yatirimi tesvik etmez ve istihdam alanlarini genisletmezseniz; o zaman iktidarlar ayakta kalma sansina sahip olamaz. Türkiye’de 2014 ilâ asagi yukari 2020’ye kadar dogru dürüst özel sektör yatirimi neredeyse olmadi. Kamu yatirimlari belli nebze devam etti. Özel sektör son bir yildir yatirimlara basladi. Özel sektör yatirimi olmadigi müddetçe ülkemizde ek kaynak yaratilamaz. Ikincisi; Türkiye vatandaslari, iyi veya kötü 60’tan günümüze kadar demokrasinin nimetlerini gördü ve bundan yararlandi. Yani, hak ve özgürlüklerinin ne oldugunu biliyor, bunlari kullanmanin sagladigi avantajlarin farkinda. Geriye gidise, riza gösterecek durumda degil. Üçüncüsü ise Avrupa Birligi (AB) ile çok siki iliski ve bagimlilik içerisindeyiz. Üretim ve pazar olarak AB’yle karsilikli bagimlilik var. Ithalat, ihracat büyük oranda AB ülkeleri ile. Iliskilerimiz ve temasimiz, vatandaslarin seyahatlerinin çogu AB ülkelerinden bize veya bizden oraya dogru. Orada yasam biçimi ve kalitesi görülüyor. AB standartlarinda bir yasam, otoriter bir sistem ile saglanamaz. AB de demokratik bir Türkiye ile komsu olmak ister. Kisacasi iktidari ayakta tutacak kaynak yok, vatandaslar da alistigi demokratik haklarin disina çikilmasina riza göstermez. Türkiye; AB ve dünya ile rekabet etmek için demokratiklesmek ve seffaf yapi kurmak, insan hak ve özgürlüklerini kullanmanin önünü açmak zorunda. Baska sansimiz yok.
HUKUK EN TEPEDEKI INSANLARI DA BAGLARSA ÜSTÜN OLUR
Su anda bu anlattiginiz problemlerin sebebi olarak baskanlik sistemi konusuluyor. Çözüm de parlamenter sisteme geçis olarak ifade ediliyor. Az önce anlattiginiz iktidarin ve muhalefetin farkli konumlardayken birbirlerinin tersi taleplerde bulundugunu da görüyoruz. Sistem degisikligi dertlere deva midir? Yapisal sorunlari, demokrasi eksikligini konusmaya devam mi edecegiz? Sadece sistem degisikligi ile sarmalin içinden nasil çikilir?
Ben sorunun sistemlerden kaynaklandigini hiçbir zaman düsünmedim. Yani, bugün dünya ülkelerini yasam kalitesi olarak mukayese edecek olursaniz baskanlik sistemi veya parlamenter sistemin aralarinda büyük farklar olmadigini görürsünüz. Belki, istatistiki olarak anlamli mi degil mi bilemiyorum ama parlamenter sistem bir parça daha önde.
Mesela gelismis ülkelere baktiginiz zaman; ABD baskanlik sistemi ile yönetiliyor, Fransa yari baskanlik gibi sistemine sahip. Onun disindakiler parlamenter sisteme sahipler. Baskanlik sistemi ile ilgili yönetilenlere bakinca Afrika’daki, Ortadogu’daki, Asya’daki ülkelerin çok büyük bölümünde ekonomik gelismisligin olmadigini görürsünüz. Ayni sekilde Avrupa’daki parlamenter sistemle yönetilenler çok gelismis oldugu halde, parlamenter sistem oldugu halde çok sorun yasayan az sayida gelismis ülke de görürsünüz. Buradan çikaracagimiz sonuç su; aslinda ülkelerin gelismisligini belirleyen sey sistemin kendisi degil. Baskanlik, yari baskanlik vesaire degil, hangi sisteme sahip olursaniz olun, odak noktasi o sistemin kurallarina göre yönetip yönetmediginizdir.
Türkiye parlamenter sistem ile yönetildi. Sorunsuz muydu? Ekonomik problemi var miydi? Bir dünya sorun yasiyorduk, az gelismis ülkelerdendik. Sebebi, biz parlamenter sistemin kurallarina uymadik. Bugün de cumhurbaskanligi sistemi diye güya kendimize özgü sistem ürettik, bu sistem de baskanlik sistemine göre çalismiyor. Meclis daha zayif, yasama kabiliyetinin bir kismini yürütmeye birakmis gibi görünüyor. Yargi, yürütmenin önemli oranda denetiminde. Baskanlik sistemini etkin çalistiran en önemli husus, yasama-yürütme ve yargi arasindaki güç dengesi ve fren sistemidir. Bunu kaybettiginiz zaman her sey yürütmenin eline geçebilir. Simdi de böyle bir görüntü var.
Ben sistemin kendisinden çok, hangi sisteme sahip olursak olalim onun, kurallarina göre islemesi gerektigini iddia ediyorum. Saglam bir baskanlik sistemi veya bütün kurallariyla isleyen parlamenter sistem sart. Ayrica Türkiye’de etkin bir basarili yönetim yapmak için, toplumun bütün zihnî, beserî potansiyelini harekete geçirecek bir yaklasim sunmak gerekiyor. Bu ülkede egitimli insan var. Bu ülkede küresel düzeyde yatirim yapacak pek çok is adami var, küresel düzeyde rekabet edebilecek teknolojik alt yapi var. Öyleyse bunlari harekete geçirmenin ve rekabete uygun hale getirmenin yolu o insanlara kendi alanlarinda özgürlükler tanimak ve islerini kolaylastirmaktir.
Özgürlük tanimak dedigimiz sey; demokrasi ile alakali bir husustur ve islerini kolaylastirmak dedigimiz sey de onlarin önündeki bürokratik engellerin kaldirilmasi, devletin kendisini korumak için yaptigi mevzuati gözden geçirmesi demektir. Bu alanlari tesvik etmez ve özgür birakmaz iseniz gelisme sinirli ölçüde kalir. Bugün Türkiye’nin orta gelir düzeyine çakilip kalmasi ile yönetim tarzi arasinda çok siki bir bag var. Otoriter yapilar içinde insanlar ve kurumlar gelisemiyor. Istikrarli ve öngörülebilir bir yasam için herkesin saygi gösterdigi hukuka ihtiyaç var. Bunu saglamanin diger yolu seffafligi artirmaktir.
Eger siz demokratik ülke olmak istiyorsaniz ancak seffafligi artirarak bunu basarabilirsiniz. Seffafligi artirdiginiz zaman bu kez yolsuzluklarin önlenmesi gündeme gelir. Demokrasi ve seffafligin artmasi yolsuzluklarin önünü kesecektir. Nitekim yapilan pek çok arastirmada, yönetisim olan ülkelerde yolsuzlugun azaldigi görülmektedir. Kapali sistemlerde yolsuzluk daha çok artmakta ve kaynaklarin belirli kisi veya gruplarin çikarlari dogrultusunda temerküz ettigi ortaya çikmakta. Bunun engellenmesi sart bana göre. Bunu yapabilmek için de katilimi artirmak gerekir. Ayrica kamu kaynaklarini kullanan herkese hesap sorulabilmeli. Her seyin üstünde hukukun oldugu, herkesin kabul ettigi bir yargi mekanizmasi kurulmasi gerekir. Hukuk belli sahislar için isler, belirli sahis veya kesimler için islemez ise hukuk üstün olmaz. Hukuk ancak en tepedeki insanlari, güçlü olanlari da baglarsa üstün hale gelir.
O yüzden kamu yönetimin temel kurallari; üstün hukuk, katilim, seffaflik, denetleme, hesap sorma, adalet, emanetin ehline verilmesi, ahlaktir. Bunlarin hepsi de ister parlamenter sistem içinde olsun, isterse baskanlik sistemde olsun temel degerleriniz ve olmazsa olmaz ilkeler olmali. Baska türlü sorunu sistemi degistirerek çözme imkâni olmaz.
Demokrasi konusunda bir çerçeve çizdiniz. Sizin bir konferans diziniz var, ‘Müslümanlar demokrasiyi niçin istemeli?’ basligi ile. Soruyu tersten sorarsak Müslümanlar demokrasiyi istemiyor mu? Türkiye’de demokrasi talebi daha çok muhalefette olanlarin, iktidarin gadrine ugrayanlarin söylemi olurken, ayni kesimler iktidara geldiginde demokratik hassasiyetler yerini baska hassasiyetlere birakiyor. Bu anlamda meselenin belirli bir kimlikten öte her kesimle ilgili oldugunu düsünmek daha dogru herhalde. Siz bu durumu nasil yorumluyorsunuz?
Bu bahsettiginiz konferanslari 90’li yillarda vermeye baslamistim. 92-93’ten itibaren, 28 Subat’a kadar da verdim.
Türkiye’de demokrasiyi istememenin önünde iki temel engel var. Biri, Türkiye’deki demokrasi ile ilgili düsüncenin gelisimi ile ilgili, digeri de Türkiye’deki dindar kesimin inançlari ile ilgili.
Baslangiçta, demokrasi iki sekilde kendini ortaya koydu: Yapisal ve fonksiyonel demokrasi.
Yapisal demokrasi düsüncesi, kisi ve toplum hayatinda ilkellikten mükemmellige dogru evrimsel bir gelismeyi esas almaktadir. Buna göre, demokrasi insanligin ulastigi en iyi toplum yapisidir ve mutlaka ulasilmasi gereken bir degerdir. Halbuki, Islam inanci ve tarih idraki, beseri ve sosyal hayatta degisme ve gelismeyi öngörmekle birlikte, “Esrefi Mahlukat” olarak yaratilan insani, esas kabul eder ve tarihi akisi hak ve batil mücadelesi olarak görür. Dolayisiyla yapisal demokrasi ile Islam inanci, insana ve tarihe bakis olarak ciddi farkliliklar gösterir. Egemenlige ve çevresine sorumluluga bakislari da farklidir.
Fonksiyonel demokrasi düsüncesinin sundugu, insanlarin daha çok üretmesi ve verimli olmasi için katilimlarinin saglanmasi yaklasiminin da insani olmadigi belirtilmelidir. Çünkü bu yaklasim tarzi, iktisadi amaçlar için demokrasiyi, insanin sömürülmesinin bir araci olarak kullanmaktadir. Halbuki insan, kendisi ile ilgili olsa bile, kendi disindaki amaçlar için bir araç olarak görülmemelidir. Çünkü, insan yaratilmislarin en sereflisidir ve sadece bu özelligi ile, yaptigi faaliyetler üzerinde inisiyatif sahibi olmasi gerektigi vurgulanmalidir. Insanin kendisi degil ama, fonksiyonel (ekonomik, siyasi, sosyal) eylemleri yaraticinin rizasina ulasmak için araçtir.
Bu açidan, yönetim tarzlari ister otokratik olsun, isterse demokratik, kendi baslarina ulasilmasi gereken degerler olarak degil, içinde bulunulan çagin ihtiyaci veya sartlarin bir geregi olarak degerlendirilir. Islam düsüncesinde ister otokratik ister demokratik olsun çagin ihtiyaçlarini karsilayacak olan sistemde; tevhid inanci, emanetin ehline verilmesi, adaletin saglanmasi, müsavere ile karar alinmasi, iyiliklerin emri, kötülüklerin nehyi ve ahlaki kurallara uyulmasi gibi temel ilkelerin bagli kalinmasi esastir.
Yapisal demokrasi olsun fonksiyonel demokrasi olsun, Müslümanlarin bunlara karsi elestiri getirmeleri ve mesafeli durmalari anlayisla karsilanabilir.
Bana göre demokrasi, bizzat kendisi deger olan ayrica deger de üreten bir sey degildir. Demokrasi insanlarin bugüne kadar yönetim için gelistirdikleri en uygun yönetim tarzlarindan biridir. Bunu tarih olarak da gelinen en son nokta seklinde de görmüyorum, çünkü demokrasi ilk defa bugün icra edilen yönetim tarzi degil. Iste Yunan devletlerinin yönetim tarzlarini biliyoruz, daha da önemlisi, küçük ebatli bütün yönetimler demokratik olmak zorundadir. Ne bileyim mesela Peygamber efendimizin geldigi dönemde, Kureys Kabilesinin yönetimi de demokratik idi. Meclisleri vardi, toplumla ilgili bütün kararlar Meclis’te veriliyordu. Kritik kararlar istisare ve oylama ile aliniyordu. Sadece öyle degil, Türklerin kurdugu devletlerin çogunda istisarelerin yapildigi, küçük küçük alanlarin yetki devri ile yönetildigi bir yönetim tarzi vardi.
Örnekler dogru ama mesela oy vermeye pratigine baktigimizda bugünkü gibi evrensel, kadin-erkek her bireyin esit söz hakkina sahip olmasi anlaminda ilk degil mi? Hem Bati hem Dogu’da diyelim ki daha önce kölelik var herkes ayni söz hakkina sahip degil. O anlamda demokratik tecrübe bir ilk degil mi?
Dogru. Verdigim örneklerin bugünkü demokrasi ile ayni olmadiginin farkindayim. Amacim demokrasiye tarihsel olarak insanligin belli bir çizgide ortaya koydugu en gelismis sistem olarak bakmak yerine bunun çekirdeklerinin tarihin daha eski dönemlerinde var oldugunu göstermekti. Yani, ben tarihin her döneminde benzer uygulamalarin oldugunu, bu uygulamalari sekillendiren ve olgunlastiran o toplumlarin içindeki iliskiler sistemi oldugunu kabul ediyorum.
Hiçbir zaman toplumlar bu kadar çok büyüksehirlere sahip olmamisti. Üretim merkezilesmemisti, pazarlar bu kadar büyümemisti mesela. 17. yüzyildan itibaren meydana gelen olaylar, insan düsüncesinde meydana gelen degisimler, Fransiz Ihtilali ve onun ortaya koydugu düsünce sistemleri, üretim-tüketim iliskilerinde meydana gelen degisimler, insanlarin sehirlesmelerinde birbirleri ile iliskilerinde meydana gelen degisimler vs. Bu gelismeler çogaltilabilir. Bütün bunlar aslinda bugün geldigimiz noktada daha önceden söyle veya böyle uygulanmis demokrasiyi kendi sorunlarimiz ve sartlarimiz içinde gelistirmemizi ve bugünkü noktaya ulasmamizi sagladi.
Diger yandan, 19. ve 20. yüzyildaki demokrasi ile bugünkü demokrasi anlayisi ve uygulamalari da ayni kalmadi. 20. yüzyil demokrasisi insani merkeze koyan demokrasi iken bugün, insanin temel haklarini merkeze koyan bir demokrasi var. Daha önce halka ragmen halk için halkin yönetimi idi. Çogu kez adina Cumhuriyet dedigimiz, ama seçimlerin disinda içinde daha çok otoriter bir tarzin uygulandigi sistemler varken, bugün katilimci demokrasi adini verdigimiz, yönetim yetkilerinin farkli aktörlere ve daha alt kademelere devredildigi noktaya dogru evrimlesti.
Dindar kesimin demokrasiye karsi çikmalarinin ikinci sebebi de zihin dünyalarinda, güçlü ve egemen Osmanli devlet yönetim yapisinin, daha geriye giderseniz Selçuklu, Abbasi döneminin olmasi. Gerçekte ne hanedanlik sistemleri ne Osmanli yönetim tarzi, ne Selçuklu ya da Abbasilerin Islam ya da Türklük adina koyduklari yönetim tarzlarinin dogrudan dogruya din ile alakasi yoktur. Tarihi tecrübelerle ve beserî tercihlerle alakasi vardir. Bugün de yine o zaman tarihi tecrübelerimizi ve beserî ihtiyaçlari göz önüne alarak demokrasiyi tercih edebiliriz diyorum, çünkü içinden geldigimiz yapida üretim merkezilesmis, tüketim merkezilesmis, pazarlar küresel düzeyde, teknoloji bunlara imkân ve firsat veriyor. Tarihte hiç olmadigi kadar büyük sehirlerde yasiyoruz ve bütün toplumsal yetkiler hükmî bir sahsiyet olan devletin eline geçirmis. Daha önceki sistemlerde geleneksel yönetimlerde; monarside örnegin, devlet saraydan ibarettir. Egemenligi altindaki ülkeden vergi alir, güvenlik saglar, adaleti saglar, silahli gücü vardir, uluslararasi iliskilerde söz sahibidir, vesaire. Halbuki bugün devlet; bir insanin dogumundan ölümüne kadar hayatinin her safhasinda söz sahibi olan bir kurumdur. O zaman bir bireyin, hayatinin her alanini etkileyecek devletin yönetiminde söz sahibi olmak istemesi kadar dogal bir talep olamaz. Bugün bu talebin karsilik bulmasinin adi demokrasidir.
Demokrasi beserî hayatin bir ihtiyaci olarak var, verimliligi artirmamiz için veya bir inanç sistemi gibi de degil. Dogrudan dogruya içinde yasadigimiz toplumda kendimizi etkileyecek kararda söz sahibi olmak ihtiyaci nedeniyle. Demokrasiyi bu anlamda, günümüzde beserî ve toplumsal ihtiyaç olarak görüyor ve israrla söylüyorum. Ama iyi bir Müslüman yine adalet, ehliyet, istisare, ahlaklilik, iyilik ve sagduyunun tesviki gibi Kur’an ve Sünnet’le konulan beseri veya kurumsal yönetim ilkelerini gözetmelidir.
Din; ister demokrasi ister monarsi ile yönetilsin kisi ve kurumlara amaçlar, süreçler ve sonuçlar için ilkeler ortaya koyuyor. Adalet ile yönet, isi ehline ver, kararlarinda istisare et, halkin özgür bir insan oldugunu unutma ve ona göre muamele göster, vergiyi ekonomiyi zayiflatacak sekilde koyma, halkla rekabet eden bir fonksiyon icra etme, sefkat ve merhametle muamele et, ahlaki degerleri koru vs. Zaten bunu yapinca demokrasi kendiliginden gelecektir. Devletin dini adalettir, demisler. Mülk küfür ile payidar ile oluyor zulüm ile payidar olmuyor. Adaleti saglamanin en uygun yolu bence kurumlarin birbirilerini denetledikleri çok aktörlü bir yönetimden geçiyor.
ALLAH INSANLARI INANÇTA ÖZGÜR BIRAKIYOR, DEVLETE NE OLUYOR KI INANÇ DIKTE EDIYOR?
Dinin bir yönetim tarzi dikte etmedigini ana ilkeleri koydugunu söylediniz, eski tecrübede de yönetimin hükümdar ile temsil edildigini belirttiniz. Bugün pratikteki din anlayisinda, profan, dinin disinda kalan hiçbir alanin kabul edilmemesi, gündelik en ufak gelismenin bile dinin ilk geldigi andaki pratiklerle tanimlanmaya çalisilmasi din ile modern ihtiyaçlar arasinda çatisma dogurmaz mi? Itaat de ayri bir tartisma basligi. Itaat ve biat arasindaki fark ne? Itaatin sinirlari ne?
Bir Müslümanin bütün davranislari Islam’in tanimladigi bir çerçeve içinde olmalidir. Ama Islam’in bizzat kendisi, özellikle inanç tercihi konusunda insanlari serbest birakmistir. Müslüman degilse birisi, ona kimsenin sen Müslüman olacaksin ve öyle yasayacaksin demeye hakki yok, dolayisiyla devletin dini adalet olarak görülmeli ve herkese su veya bu din veya ideoloji sistemiyle insanlara yaklasilmamalidir.
Hz. Ali’nin çok güzel bir yönetim ilkesinden bahsedeyim. Halife oldugu zaman onlarin topraklarindaki herkes Müslüman degildi; bu nedenle Hz. Ali, Malik bin Ester’e yazdigi mektupta (bir Halife valisine mektup yazmaz bana göre, yöneticilerin yazdigi mektuplara bugün genelge diyoruz. Hz. Ali’nin bir genelgesi vardir) valiye sunu söyler; ‘insanlar ya yaratilista esitin ya da dinde kardesindir. Onlara esit olarak ve saygiyla muamele etmelisin’ der. Hz. Idris, Kral Amon’a nasihat ederken der ki; ‘insanlarin senin kölen olmadigini bil ve onlarin özgür birer insan olduklarini kabul ederek muamele et’ der.
Insanlari Allah özgür birakmistir, devletlere ne oluyor ki insanlari egemenligi altina alip her seyi dikte etsin.
Biat ve itaat meselesi ise yanlis bir anlasilmaktadir. Dindar insanlar biati, sanki tek tarafli bir eylem olarak görüyor; halkin lidere ‘ben senin liderligini kabul ediyorum’ demesi ve ona mutlak itaat etmesi gibi kabul ediyor. Peygamber efendimizin uyguladigi biat bu degil. Biat tam bir sözlesmedir. Yani, mesela, Peygamber efendimizin Akabe biatlarinda yaptigi uygulamadan bahsedersek: Peygamber efendimiz Medine’den gelen kabile temsilcilerine Allah’a ve Peygamber’e itaat etmelerini sart kosar. Arkasindan da bazi sosyal ve güvenlik meselelerini gündeme getirir. Evs ve Hazreç kabilelerinden gelenler ise; Peygamberimize, O’na ve Allah’a itaat edecekleri sözünü verdikten sonra Medine’ye gelmesi halinde güvenlik sözü verirler. Ama bunun karsiligi olarak da Peygamber efendimize sartlarini ileri sürerler; Mekke’de sartlar degisirse, Peygamber efendimizin Mekke’ye dönmeyecegine söz vermesini isterler. O sözlesme, inanç ve güvenlik üzerine oturtulmus ama onun ötesinde her iki kesimin de haklarini güvenceye alan bir anlayis ile yapilmistir.
Modern sistemde ben sunu düsünüyorum. Bir siyasi parti lideri, seçimlerde vaatler yapar, halk da oy verir. Bu bir tür sözlesmedir. Lider sözlerini yerine getiremezse, halkin ona itaat etme zorunlulugu kalmaz. Islam literatürüne ayrintili bakarsaniz, Islam’in kendi özgün yaklasimi içerisinde itaat sartlara baglidir. Birincisi; Allah’a ve Resulü’ne aykiri hareket etmemek. Iki; adaletle hareket etmek. Üçüncüsü emaneti ehline vermek. Dördüncüsü istisareyi terk etmemek, sürdürmek. Besincisi dogruluk ve iyilikle hareket etmek (emr-i bil maruf) ve kötülüklerden uzaklasmak ve uzaklastirmak. Altincisi, halka empati yaparak yaklasmak. Ve nihayet seçimlerde verdigi sözü tutmak. Bütün bunlar için de kendisine yapilan tavsiyelere kapisini açik tutmak. Nasihat kapisini açik tutmak. Bütün bunlar varsa halkin itaat zorunlulugu var. Bunlar yoksa itaat zorunlulugu yok. Islam literatürüne ayrintili bakarsaniz tüm kaynaklarda buna dair ipuçlari verildigi görülür. Imam-i Âzam’in hem Emevîler hem de Abbasîler karsisindaki tavrinin adalet ve isi ehline verme tavri üzerine oldugunu, bunlar olmadigi için itaat etmedigini görürüz. O açidan Türkiye’de itaatin yanlis anlasildigini ve ideolojik bir nitelik tasidigini düsünüyorum. Itaati körükleyenlerin iktidara yakin duran ve biraz da iktidardan nemalanan insanlar oldugu kanaatindeyim.
YINE OTOBÜSLERDE BASÖRTÜLÜLERE BAGIRANLAR ÇIKMAYA BASLADI
Türkiye’de muhafazakarlari konustuk diger tarafta da seküler mahalle var, aradaki sinirlar çok net olmasa da. Müslüman mahalledeki demokrasi ile çogulculuk problemini konustuk, diger tarafta da çagdasligi sadece Bati ritüellerine ve bazi tüketim kaliplarina indiren bir yaklasim var. Birbirlerine de rakip, kutuplasma etkisiyle düsman da görüyorlar, bu iki kesimin Türkiye’de ortaklasma zemini oldugu kanaatinde misiniz?
Maalesef bu konuda biraz umutsuzum. Türkiye’de insanlar hangi kesimden olursa olsun otoriter zihniyet altinda yetistiler. Hepimizin üzerinde otorite vardi, otorite oldugu için de onun bize ögrettiklerini kabul ettik. Az sayida bunun disina çikan insan var. O otorite kendi ideolojisini kabul ettirebilmek için ortaya koydugu egitim sisteminde ve yönetim tarzinda bizleri endoktrine etti. O yüzden dindarlar böyle, sol kesim böyle, laikçiler böyle diye tasnif yapsaniz bile genel olarak davranis kodlarinin hepsinin ayni oldugunu söylemek mümkün.
Insanlarin ortak degerde bulusmalari için karari kendilerinin verecegi bir alt yapilari olmali. Bizler hep belirli kisilerin ya da belirli gruplarin içerisinde sanki taraf gibi davraniyoruz. Bizim siyasi tercihimiz, ideolojimiz veya inancimiz kimligimiz haline geliyor. Halbuki, ancak bunlarin olusturdugu ön yargilari kirdiktan sonra bir araya gelip konusulabilir. Bunlarin kirilmasini kültürel olarak zor ve zaman alici buluyorum. Bunu yapabilmenin yegâne yolu olarak da aslinda iktidarin bu konularda çok hos görülü davranmasi, kamplasmayi önleyecek dil kullanmasi ve insanlarin hepsine kapiyi açmasi ve adil davranmasi gerekiyor.
Türkiye’de hem siyaset kültüründe hem de toplumda, insanlarin birbirine karsi ideolojik duvarlarini yikmasi 2010 yilina kadar basarilmak üzereydi, insanlar artik birbirlerine ön yargili bakmiyorlardi. Rahatlamaya baslamislardi. 2005-2011 yillari arasinda otobüslerde basörtülü kadinlara karsi tepki gösteren, gerici diyen insanlar görmüyordum simdi yine otobüslerde basörtülülere karsi bagirip çagiran, AK Parti teskilati önünden geçerken küfür eden insanlar görüyorum. Bu açidan bakilinca insanlarin ortak bir deger etrafinda bulusmalari ve kendi kisisel veya grupsal çikarlarinin üstünde bir deger olusturulmasi öncelikle iktidarin sorumlulugudur. Sonra partilere, alt grup önderlerine ve nihayet bireylere de görev düsüyor.
Nasihat kültüründen “Siyasetnameleri Yeniden Okumak” kitabinizda, diger kitaplarinizda, köse yazilarinizda da bahsediyorsunuz. Siyasetnameler, nasihatnameler o günün sartlarinda yazilmis kitaplardi, eserlerdi. O günleri bugüne tasimak siyaset bilimci, tarihçi olarak anlamli olabilir ama günlük pratikte ne kadar mümkün? Arkaik bir Formu temsil ettiklerini düsünmüyor musunuz? Nasihat dediginiz seyler modern hukuk degil mi? Lidere nasihatler ile sinir çizmek modern hukuk ve Anayasa’nin olmadigi zamanlarda anlamli degil mi? Ne kadar bugüne uyarlanabilir?
Dogrusu ‘Siyasetnameleri Yeniden Okumak’ kitabini yazarken bu bahsettiginiz sorunla alakali analiz yapmaya çalistim. Siyasetnameleri günümüze tasimaya çalismadim o anlamda. Sorguladim yani ‘bugün hala geçerli mi, uygulanabilir mi’ diye. ‘Islam’in temel kurallarina uygun mu degil mi?’ diye de sorguladim.
Gördügüm su; siyasetnamelerin, nasihat kitaplarinin çok dogru ve yerinde bir islevi var: Siyasetnameler dogru olani gösteriyor, reel-politik olani ideal olana dönüstürmeye çabaliyor. Yönetime tek hakim olan kral iyi bir insan veya iyi bir yönetici olursa, ülke de iyi olur varsayimi ile. Dogru olani göstermek bir toplumda önemli görevdir, vatandaslarin önemli görevidir. Bizler çevremizdeki herkese, esimize dostumuza oldugu kadar bizi yöneten insanlara dogru olani göstermekle mükellefiz. Bu elestiri kültüründen farkli bir kapi açiyor. Elestiri yapilanin yanlislarini ortaya koyarken, nasihat dogru olana isaret eder.
O yönüyle literatürü kiymetli buluyorum, fakat içindeki yazilanlara söylenenlere bakinca ikiye ayirmak mümkün. Birincisi, beserî ahlakla ilgili kisimlar, hiç süphesiz bu tavsiyeler geçerliligini koruyor. Çünkü, insanligin evrensel olarak kabul ettigi degerleri ögütlüyor. Bir de yönetimle ilgili kisimlar var, yönetimle ilgili kisimlari da yine kendi içinde ikiye ayirmak lazim: Yönetimin temel kurallari, adaleti tavsiye ediyor, emaneti ehline vermek ve istisare vs. tavsiye ediyor. Bunlarin nasil uygulanacagini söylemiyor ve kurumsallastiramiyor ama tavsiye ediyor. Onun ötesinde bir de padisahin yönetimiyle alakalali tavsiyeler var ki, bunlari günümüze tasimanin manasi yok. Yönetim bilimi bakis açisindan bugün geleneksel yönetiminin nasihat kitaplarinda dile getirilen ilkelerin nasil uygulanacagina dair yöntemler gelistirilmis, kurumlar olusturulmustur. Adaletin nasil saglanacagini, ise ehil insan seçme süreçlerini, istisarenin nasil yapilacagini belirleyen kurumlar, süreçler, tarzlar olusturulmustur. Bu açidan çagdas gelismelerin ve yönetim biliminin isimizi kolaylastirdigini iddia etmek mümkün.
Dogrusu geçmis literatürü analiz ettikten sonra, modern dünyada siyasetname nasil olmalidir sorusuna da cevap aradim. “Kamu Yönetimi Adabi” ismindeki kitap bu arayisin çabasi. O kitap geleneksel nasihat üslubu disina çikarak modern devletin kurallarini ve bu kurallarda uyulmasi gereken temel, beserî ve ahlaki degerleri belirlemeye çalisiyor.
SEHIR ÜNIVERSITESI BILIMDEN UZAKLASMIS ISLAM DÜNYASINA BILGININ KAPISINI AÇMA ÇABASI IDI, SIYASET FIRSAT VERMEDI
Son olarak Sehir Üniversitesi tecrübesinin neye tekabül ettigini düsünüyorsunuz? Hem Müslüman dindar mahallede hem Türkiye’nin otoriter geleneginde hem de Islam dünyasinin ilim ile iliskisinde üniversitenin kapanmasi neye tekabül ediyor?
Sehir Üniversitesi dindar kesimin aslinda bilimle tanistirilmasina, bilimle uzlastirilmasina ve bilimle Islam dini ve medeniyeti arasindaki bagin yeniden kurulmasina tekabül ediyordu. Bizim dindar kesim, dini bilgiyi hala dünyevi bilginin önünde kabul eden bir algi üretiyor. Halbuki Islam dininin özünde dini bilgi ile dünya bilgisi arasinda fark yoktur. Biz her halükârda dünyayi Cenab-i Allah’in yarattigini biliyor ve inaniyoruz. Tipki Kur’an gibi, insan ve kainat da Allah’in bir vahyidir. Ayrica, indirdigi Kuran’in rehber oldugunu biliyoruz, bunun bir peygamber vasitasiyla geldigini, her seyin hesabini ödeyecegimizi biliyoruz, helalin hesabini, haramin azabini biliyoruz.
Sehir Üniversitesi dogrusu bu anlamda bakildiginda bilimden bilgi üretmekten uzaklasmis Islam dünyasinda bunun kapilarini açmaya çabalayan bir adimdi. Hiçbir zihni veya ideolojik sinirlama tanimadan etrafinda bilim adamlari toplamaya çalisiyor ve her kesimin çocuguna da ayni mantigi isliyordu. Biz üniversite olarak tüm üniversitelerden farkli yerdeydik. Ilk yildan itibaren düsünce ve felsefe tarihi okutuyorduk. Herkese kendi alaninin düsünce tarihini okutuyorduk. Ondan sonra günümüz bilgisi serbest zihin ile üretilebilir mi diye ugrasiyorduk ama olmadi, siyaset kendisi arzusu disinda o firsati vermeyecegini kapatarak ortaya koydu. Iktidarin bu hareketini tarihi olarak, filizlenmekte olan Sehir Üniversitesi’ne karsi bir Mihne hareketi gibi gördüm. Ama bir baska yönüyle, ilgili yasa çiktigi günden 2002’ye kadar Vakif Üniversitesi kurmak için çabalayan, ancak ideolojik gerekçeyle bir türlü izin alamayan insanlarin, ellerine firsat geçtigi anda Vakif üniversitesini kapatmalari ne kadar acinacak bir durum, degil mi?
Not: Bu yazi 10.09.2021 tarihinde https://www.perspektif.online/ sitesinden alinti yapilarak yayinlanmaktadir, yazinin orijinali için asagidaki linki tiklayiniz. Bu yazida yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakis açisini yansitmayabilir.
https://www.perspektif.online/turkiyede-bir-uzlasmadan-umutsuzum/