Gölgesi Dünyada Kendisi Ötede Sair

Yasamiyor gibi yasadi, ölmemis gibi öldü...
Gölgesi Dünyada Kendisi Ötede Sair
Necmettin EVCİ
Necmettin EVCİ
Eklenme Tarihi : 25.04.2022
Okunma Sayısı : 639

Yasamiyor gibi yasadi, ölmemis gibi öldü

Aci haberi, sanki durup dururken, sanki hiç beklemiyorken, ondan çok biz gidisine hazir degilmis gibiyken verdiler. Hocam basiniz sag olsun. Ne oldu? Üstad Sezai Karakoç vefat etti. Dostumun sanki olaganmis gibi haber verisine, benim o an birdenbire derinlesen sakinligime tanik olan biri, bilmiyorsa önce meseleyi anlayamamanin ilgisizligiyle kalir, sonra fikir ve duygu dünyamiza sekil veren esasli bir yazar, düsünür sahsiyeti kaybetmis olmamizin bizde neredeyse bir hüzün ve saskinlik uyandirmamis olmasini Camus’nün ‘Yabanci’si psikolojisiyle açiklayabilirdi. Innalillah ve innaileyhiraciun. Ondan geldik ona dönecegiz.

Her vefat hadisesi ve haberiyle metafizik bir ürperme, varolussal bir sarsinti yasariz. Her ölümle, varligimin derinligine kök saldigini bir kez daha fark ettiren, hiçbir felsefenin, hiçbir sanatin, bilimin açiklayamadigi, bir hakikatle yüzlesirim. O hakikatin içimde deprem gibi yürüyen canli etkisiyle bir yerlerim yikilir veya yapilir. Ölümü duymak esasen hayatin en gerçek ve hep ötelenmis yanini duymak olur. Ancak burada size bir itirafta bulunmak istiyorum, n’olur bu fakiri yadirgamayin; Üstadin vefat haberi nedense beni sarsmadi, silkelemedi. Sanki beklenen bir haberi almistim. Sanki o haberi on yillar önce almistim. Bildigim, anladigim, alistigim bir seydi. Neredyse ‘Üstad öldü’ demekle ‘Üstad yasiyor’ demek ayni anlamlara geliyordu.‘Ben yasamiyor gibi yasamiyor gibi yasiyorum’ demisti bir siirinde. Yasamiyor gibi yasadi, ölmemis gibi öldü. Emri Hakk vakî olunca sanki ona ölmenin degil olmanin kapisi açilmisti. Zaten bir ömür o kapinin esigine oturmus, orada beklemis, orada duymus, düsünmüs, orada söylemis, söylesmisti.

Buradayken hep orada, ötede gibiydi. Dünyayi konusurken, dünyaya konusurken ahretten konusuyor gibiydi. Ölçüsü, amaci, dili, üslubu buraya ait degildi sanki. Sanatçiyi bir kaza sonucu dünyaya savrulmus birine benzetiyordu ‘Edebiyat Yazilari’nda. Mecburen bizim anlamamiz, anlasmamiz için dünya lisanini kullaniyordu. Hep o esikte, o kapiyi aralama arzusuyla yasiyor gibiydi. O kapi özgürlüge, hayata, hakikate açiliyordu. Bir ömür hakikate ulasmanin, ona daha yakin olmanin, onunla bütünlesmenin emel ve ameliyle yasadi. Burasi yalandi, yansimaydi; gölgeler âlemiydi, sürgün yeriydi. Bu sürgünlügün uzamamasi için hep gurbetin vuslatla nihayetlenmesini arzuladi. “Uzatma dünya sürgünümü benim” diye yakardi durdu. Samimi, içten, ne dedigini, ne istedigini bilen bir yakaristi bu.

O dünyaya alisamadi, buraya ait degil gibi, yasamiyor gibi yasadi. Özü, sözü, dili, akli, ölçüsü, hevesi, aski, hayalleri, ideali hep öteye, sonsuza, sonsuzlugun sahibine yönelen, hep öteden, sonsuzdan gelen yanki gibiydi, yansima gibiydi. O nedenle zaten akli, düsüncesi, özlemleri öteye ait, öteyle ilgili bu müstesna, bu naif insanin vefati beni sarsmadi. Mukadderat, olmasi gerektigi gibi tecelli etmisti. Hasret, özlem sona ermisti. Sürgünlük bitmis, kapilar açilmis, ve iste kanatlanip uçmus, genislemis, tek kelimeyle kurtulmustu. Üstadin vefat haberi ile benzer duygulanim içine girdim.

Eszamanli duygulanimla, algi ve bilgilerimizin tesekkülüne esasli katkilari olan öncü, örnek bir sahsiyetten sonra, geride, burada, yalan dünyanin tam ortasinda adeta yetim, tenha, boslukta kalmanin agir hüznü kalbime oturdu.

Siir burcumuzun kutup yildizi Sezai Karakoç, dili, tarzi, deyisi, muhtevasi ile sadece bizim degil, dünya edebiyatinin önemli sairlerinden biridir. Benden Türkçenin on sairini saymam istense, biri kesinlikle Sezai Karakoç olur. O Yunus Emre’de irfan yüklenip Fuzuli’de estetik deyisin zirvesinden gönlümüze selale gibi dökülen siir geleneginde tarihî yerini çoktan almistir.

*

Saskin heyecanlardan askin olgunluklara

Sezai Karakoç, daha lise yillarimda sanat edebiyat sohbetlerinin yapildigi ve daha çok Metin Mengüsoglu’, Cumali Ünaldi, Murat Kapkiner, Cafer Turaç gibi müstesna isimlerin etkili olduklari çevrenin armagani olarak dünyama girdi. O siralar çok sik olmasa da beyaz kapakli dirilis mecmuasini okurdum. Sonra benzer Formattaki beyaz kapakli kitaplarini. Murat Kapkiner’in okudugu kasetten ‘Sürgün Ülkeden Baskentler Baskentine’ siirini çokça dinlemis, ezberlemistim. ‘Uzatma dünya sürgünümü benim’ nakaratlariyla sürüp giden siirle birlikte Karakoç’un ince, derin duyuslarla ördügü varlik ve hakikat düsüncesi, zihnimde, ruhumda metafizik firtinalar estiriyordu.

Kaba sag-sol kutuplasmasinin ölümcül, anlamsiz vurusma hattinda Karakoç’un siir ve yazilari bir gül mustusu, esenlik bildirisi olarak bizi teskin ediyordu. Ben basindan beri ve özellikle ‘Edebiyat Yazilari’nda sanat, edebiyata iliskin düsüncelerine vakif olduktan sonra onu bir medeniyetin aydan sütunlar tasiyan dirilis isçisi olarak konumlandirdim. O dünyaya ait her türlü kaygiyi, telasi, amaci asarak varliginin bariz vasfini buradan çok öteli olmakla kazaniyordu. Onu konu eden herkes bu özelliginde hemfikirdir. Yalniz söylemeye bile gerek yok ki, o basindan beri böyle degildir. Gayet tabii, ilk gençlik yillarinda baslayan iyi duygulari, ilerleyen zamanda olgunlasacak, kendine has sesini, ufkunu, evrenini bulacaktir.

Karakoç da herkes gibi, hepimiz gibi bu dünyalidir. Etten kemikten bir varliktir. Olabildigince istikrarla ve olgunlasarak devam eden varolus ve hakikat yolculugu elbette bir asamadan sonra daha belirgin olur. Dogallikla ilk evrelerinde bu olgunlugun isaretini bulur, ama kemale ermis bir manevî nitelik görmeyebilirsiniz. ‘Mona Roza’ bu aralikta degerlendirilebilir. Siirin en dogru anlam, kitalarinin ilk harfleriyle saglanan akrostije gizlenmistir. Henüz 19 yasinda bir Anadolu delikanlisinin en saf beseri yönelisleri, ask ve askinlikla kaynasarak ilk ritim ve siçrayislarini yapan sanat ve estetik denemeleridir. Bu siiri tam da Ikinci Yeni akiminin basladigi yillarda yazar. O’nun 60 ihtilalinin baskici ortaminda yazdigi ‘Kalorifer’ siiri, hiciv ve ironi yapan niteligi ihmal edilmeden anlasilmasi gerekmesine ragmen siirin zayif düstügü, derin bosluklar tasidigi ortadadir (en azindan benim için).

“Odanin tam ortasinda kalorifer

Yigit borulariyla geçer

Utanmis ve gerekli geçer

Yukarida isitir asagida yakar.”

Bir de ‘Ping-pong Masasi’ siirine bakiniz isterseniz:

“Beyaz iplik sert iplik ve tak tak
Yuvarlak top küçük top ve tak tak
Ping-pong masasi varla yok arasi
Ben ellerim kesik varla yok arasi
...... Öpüçügüne eyvallah ve tak tak”

Belki de bunlar mezkûr siirin en kulagi tirmalamayan dizeleridir. Siir ayni takirti tukurtuyla devam eder. Bu erken örnekler baska söze gerek birakmayacak açiklikta sairin sonraki dönemlerinde klasiklesen dilinden, üslubundan çok baskadir. Bizim tanidigimiz, bildigimiz Karakoç’u bu dizelerde bulmak mümkün degildir. Bana sorarsaniz, okurun anlasilir bir teveccühle biraz da sinirlari zorlayarak bu siirleri anlami disinda yorumlamalari pek dogru olmaz. Zorlarsak üzerinde birçok sey söyleriz. Ne ki, hakikat, gereksiz zorlamalarla bir seyleri kurtarmanin telasina düsmeye lüzum hissetmez. Bu siirleri, son ve olgunluk dönemine giden sürecin asamalari hakkinda fikir vermesi bakimindan önemli görülmelidir.

Ayrica tam Ikinci Yeni akim ve anlayisina uygun söylenmis ‘Liliyar’ tarzi siirleri biraz ayri tutuyorum. Tabir yerindeyse ‘Sehrazat’ ve Balkon’da da oldugu gibi Karakoç, bu siirle esasen Ikinci Yeninin vardigi, varacagi siniri çizip, digerlerini geride o sinirlarin alaninda birakip kendi dünyasina siçramistir. Bundan böyle Sahdamar, Hizirla Kirk Saat, Taha’nin Kitabi, Gül Mustusu ile sesini, menzilini bulan söyleyisler, onun zihin ve ruh dünyasiyla birlikte tarihe mal olacak Sezai Karakoç kimligini olustururlar. Onun benligi siir, yazi ve konusmalariyla saskin heyecanlardan askin olgunluklara yönelerek tekamül ettirmistir.

*

Ikinci Yeniyi asan yeni

Sezai Karakoç Ikinci yeni edebiyat çevresine mi aittir? Sair kimligini orada mi bulmustur, oraya mi borçludur? Bu sorunlu sorulara evet veya hayir seklinde verilecek her cevap eksik kalacaktir. Karakoç ilk evresinde imge ve dil olarak modern Türk siirinin en özgün atilimi olan bu söyleme biçimine uzak degildir. Temelde bu sebeple bu topluluk içinde degerlendirilir. Ikinci Yeninin en genç sairi oldugu hatta digerlerini etkiledigi de söylenebilir. Sairde otuz yasina kadar içerik ve biçim olarak da zamanin öne çikan siir anlayisi disina pek çikmayan siirler görürüz. Görürüz ama Ikinci Yeni, eksiksiz kavrama ve elestirme imkâni verecek veri ve ürüne ulasamamistir. Bu sebeple bugün bile bu hareketi, bir akimi var eden unsurlariyla inceleme imkânina tam olarak sahip oldugumuz söylenemez. ‘farkli söyleyis denemeleri disinda hakkiyla kritik etmemizi gerektirecek nitelige ulasamamistir. Ikinci büyük savas sonrasinda, anlam ve degeri pek de öncelemeyen bir boslukta muhtevasini bulmaya çalisir. Mevcut isleyisi önemsememekle önem kazanan takimin, hakikat noktasinda ciddi arayis içinde oldugu görülmez. Varolussal anlam ve uyanis karsiligiyla dirilis sairi olan Sezai Karakoç, tam da bu noktadan esasli bir yön degisikligine gider. Bu asamadan sonra Sezai Karakoç’un siir evreni de, düsünce dünyasi da, zaten kendi niteligi pek de belirgin olmayan Ikinci Yeni içinde tanimlanamaz.

Karakoç, erken döneminde Ikinci yeni içinde yer alir ancak tevarüs ettigi eski, köklü ve kadim olani yenilenme görevini de gerçek manada hak eder. Ebubekir Eroglu’nun ‘Yenileme Bilinci’ adli eserinde belirttigi gibi yeniyi veya yenilenmeyi, bu topraklarin sesine, ruhuna ters seyler söylemek seklinde anlamak yanlis olur. Bilakis yeniyi de yenilenmeyi de var olan bir yapi üzerinden anlar, izleriz. O nedenle evet Sezai Karakoç Ikinci Yeni içinde ve fakat onu asan yeni, ileri ufuklara, anlamalara yönelen bir yücelisin öncüsüdür. Bu yücelisin, bu dogrulusun ondaki kavramsal adi ‘Dirilis’tir.

Sezai Karakoç’u rahat ve askin söyleme biçimi, metafor ve imge kurusu bakimindan ikinci yeniye yaklastirmak yanlis olmaz. Ancak onun ‘Hizirla Kirk Saat’ ve ‘Taha’nin Kitabi’nda görülen her bakimdan özgün siçrayisi, ayni tasnife tabi tutulamaz. Onun ikinci evresiyle kendi iklimine yönelen siirinin kendine mahsus ses inceligi, söz kudreti, ritmi, ruhu, yönelisi, tasidigi deger, ikinci yeniden bambaska iklime, bambaska menzile dogrudur. Benliginde, askinligi siire, siiri askinliga tasiyan, metafizik duyarlik ve olus cezbesiyle tatmine yönelen bir ayricalik vardir. Ruhunun derinliginde, benliginin özüyle örtüsen bir hakikatin devinimi söz konusu olmazsa, bu denli yüksek bir suur siçramasi olamazdi. Üstelik buradaki suur akli açiklamalarla izah edilecek gerçeklikleri çoktan asmaktadir. Bu saatten sonra dünyaya, dünyanin diline, tarzina, mantigina, duygusuna ayagi takilmadan yürür, yol alir. Menzil ötedir, ötelerdedir. Artik o öteleri duyan, öteleri duyuran bir sairdir. Onu digerlerinden ayiran siirinin ilk ve en önemli hususiyeti bu niteligi; hikmeti arayan, hikmetli söyleyen, hikmeti söyleyen sair olmasidir. Sezai Karakoç artik yolunu kendi çigiriyla açan bir sairdir. Tek basina kurdugu estetik diyalektigi, metafizik motifleri baskin imgesel örgüsü ile bir üsluptur, edadir, akimdir. Bundan böyle artik kendi ölçü, deger ve biçimiyle, kendi iklimiyle bir Sezai Karakoç siiri vardir ve hemen bütün çagdaslari ve ardillari bu siirin tesirinden uzak kalamazlar.

Karakoç’un siiri yüksek düzeyli zengin imgeleri, bütünlüklü duygusal örgüsü, yer yer ses ve söz çaglayaninda ruhumuzu serinleten, zaman zaman simsek gibi deyisleriyle içimizi vuran niteligiyle, döneminin bütün sairlerine ilham kaynagi olur. Resmi ideoloji ve kültür egilimlerini düzenleyenlerin, kuvvetli ihtimalle anlamadiklari için engel de olamadiklari dizeleri, ülkemin iyi niyetli, temiz kalpli aydinlarinin ufkunu, günes isigindan kemerlerle örüyordu. Karanliga teslim edilen dünyalarina ay isigindan sütunlar tasiyordu. Yani çökmüs, talan edilmis bir medeniyetin arkeologlari, küllenerek bin yillik kar altinda kalmis medeniyetimizin sönmeye birakilan atesini yeniden uyandirmak için çikip çikip geliyorlardi. Yeni dil ve arayisla yazilan siirler, ana Form ve ritim olarak Ikinci Yeniye benziyordu. Genel konumlandirmayla bunlar modern Türk siirinin örnekleridir. Ama özgün vasfi, söz ve söylem olarak, imge, simge, ruh ve mana olarak kadim medeniyet degerlerimize istinat etmesidir. Sirf bu açidan bile Sezai Karakoç, nevi sahsina münhasir bir sesti. Tarihin ve hakikatin derinliginden gelip gelecege uzayan bu ses, baglasik akisi içinde Yunus Emre’den Fuzulî’ye, Bakî’den, Nabî’ye, Âkif’e, Yahya Kemal’e, Necip Fazil’dan Sezai Karakoç’a kesintisiz bir silsilenin güncelleyen, güncellenen öncüsüdür. Esasen Karakoç’un siiri önem ve özelligini, yaslandigi ve beslendigi bu kaynaktan alir.

Millet olarak yüzyillarca kanimiz canimiz pahasina savunup korudugumuz degerlerle tesekkül eden varligimizin, ölmüs ruhumuza bile aglayacak bir canliligin kalmadigi durumda, vahiyle, peygamber soluguyla silkinip dogrulmanin hareket planinda adi ‘Dirilis’ olacaktir. Niçin uyanis degil de dirilis? Bir bütünlüklü düsünce sisteminin temel kavrami olan dirilis, evvela medeniyetimizin her unsuru ile çökmüs, oldugunu ifade eder. Ikincisi inancimizin temeli olarak ‘öldükten sonra dirilis’i hayatin ve tasavvurumuzun merkezine kor. Burada yüksek düzeyli bir suurla, var olusumuzun hikmet ve hakikatini kavramaya yönelmek, ruhumuzu kesfetmek önerilir. (Bu noktada hususen ‘Ruhun Dirilisi’, ‘Insanligin Dirilisi’,’Islâm’in Dirilisi’ ‘Dirilis Neslinin Amentüsü’, ‘Dirilisin Çevresinde’ adli seri kitaplari çok önemlidir.)

*

Arkasi dünyaya dönük yabanci

Karakoç’u Müslümanligindan önce belki sanatçiligi daha iyi ifade etmektedir. Üzerine yapilacak yorumu, beni ürkütebilecek bir cümle oldu bu. Ama baska türlü de diyemedim. O, sanatçi ruhu ve benligi ile inancini içsellestirmis bir sahsiyettir. Inanç degerlerimiz bile son tahlilde adeta ruhumuza giydigimiz bir gömlektir. Benlik bizim varligimizin özüdür. O öz saglam olmazsa inancinizin sahih fikrî yansimasi da ahlakî tezahürü de olmuyor, olamiyor. Zorlama, üzerinizde emaneten duran, sorumlulugunu adeta bir yük olarak tasidiginiz bir degere dönüsüyor. Yani inancinizla benliginiz kaynasmiyor. Biri siritiyor, biri samimiyetsizligini ele veriyor. Bunu sadece muhafazakâr çevre için degil, davasi, düsünme iddiasi olan her sanatçi için söylüyorum. Sanatlarini, özledikleri bir kimlik ve kisilikle rol yaparak, ideallerine özenerek, imrenerek, ona ulasmanin cazibesiyle icra ediyorlar. Bu da küçümsenecek bir gelisme degildir. Ne olursa olsun sanatlariyla kendileri, ahlâklari, düsünceleri arasinda bir mesafe olusuyor. Bazen bu mesafe, umursamadiklari yabanciliklariyla kat be kat artiyor. Sanatindaki sanatçi ile gerçek dünyadaki sanatçi arasinda daglar fark oluyor. Birbirine yabanci iki insan. Hatta bu yabanciliklari icra-i sanatlarinda önemli kaynak oluyor. Dünyaya yabanciliklarini görkemli, vurucu ifadelerle siire döküyorlar. Hayatlarina dokunmayan imgelerle yabanciliklarini (yalanlarini der gibi) ifade etmekten de ayrica mutlu oluyorlar. Bir çesit gönül egiliyorlar.

Dünyaya sirtini dönmek öteden beri sairlerin ve sanatçilarin kadim konulari olmustur. Siir teoride dünyaya pek de yakin olmamalidir. Dünyaya yaklastigi her durumda siir anlam ve içerik kaybina ugrar. O nedenle dünyanin tam göbegine kurulma yarisinda olan sözüm ona sairler bile hiç olmazsa dizelerde dünyadan uzak durarak, bazen de meydan okuyarak vicdanlarini rahatlatirlar. Ama durun; iste burada Sezai Karakoç baskadir. Kendisini bir kaza sonucu dünyaya savrulmus bir yabanci gibi gören Karakoç gerçekten baskadir. Tavriyla, tutumuyla, diliyle, menziliyle, yürüyüsüyle, bütün bir hayati, bütün bir çilesi, özlemleri, bekleyisleri, heyecanlari, konusu, söyleme biçimi, siirleri ile gerçekten baskadir. “Uzatma dünya sürgünümü benim” derken baskalarina benzemez. Bunu laf olsun diye söylemez. Kendisiyle arasinda, kendisiyle Rabbi arasinda mesafe yoktur. Inandigi gibi yasar, yasadigi gibi inanir. Siir onda entelektüel zihni çalismalarla ortaya çikan dizeler demeti degil, var olusun ifadesi, ruhun, özlemin sese, müzige yansimasidir. Siir gökler ve yer arasinda esen rüzgâra tutulan ruhun üsümesidir, kiyamet asisidir. Ayindir, zikirdir. Denizleri iyi eden, denizlere doktor olan bir dip akisi, kalp atisidir. Siir onda cenneti nefeslenmek, Kur’an’i solumak, ötelerin haberini vermektir.  

Ona düsen, genelleme yaparak söylersek sanatçiya düsen dünya yabanciligini gidermek midir? Cevap seçenekleri iyi düsünülmüs bir soru olmayabilir bu. Bu gurbet bu hasret acisi sürerken yani bu dünyada yabanciligi gidermek nasil mümkün olacaktir? Disaridaki realite içindeki gerçeklige terstir; kelimeler yarimdir. Esya sanki yerinde degildir. Sosyolojik, psikolojik önermelerin tersine dünyaya alistiginiz her durumda yabanciliginiz azalmayacak çogalacaktir. Giderek kendinizi, asil yurdunuzu, amacinizi, hakikatinizi, menzilinizi unutacak düzeyde bir gafletle kaybolacaksiniz. Daha da fecisi bu gaflet ve kaybolustan zevk almaktir. Eger sanatinizi bu yönde icra ediyorsaniz sanatinizi yabancilasmanin, gafletin, gafletten haz duymanin emrine vermissiniz demektir. Bu da sanati, ruhu körlestirmenin, duyarsizligin, manasizligin emrine vermek demektir. Sanat adina bir bozulmadir bu. Varligi ve insani bozma seytanligina sanati alet etmektir. Nitekim sanatin ve sanatçinin bozulmasina iliskin acayiplikler yasamiyor degilizdir. Üstelik bu acayiplikler yeni sanat adina, yeni tarz, yeni sanat akimlari, modern sanatin yeni versiyonlari adina yapilmaktadir. Hayir, sanatçiya ve hususen Sezai Karakoç’a düsen yabanciligi gidermek degil, yabanciligin bilincinde olmaktir. Böyle olunca Karakoç bir derin aldanisin, kaybolusun önünü aliyor. Onun için bütün yarim kelimeleri tamamlamaya, esyanin dilini ögrenmeye çalisiyor. Ama ne kadar tamamliyor, ne kadar ögreniyor, bu ayri bir konu. Karakoç dünyayi bir vatan olarak degil, temelli kaldigi, kalacagi bir yer olarak degil, en iyi ihtimalle misafir olarak görüyor, yasiyor.

Bu dünya onun için Platon’un magarasi gibidir. Bir ‘bekleme salonu’ gibi orada veda saatini bekler. Bir farkla ki Karakoç, oranin bir geçici mekân oldugunu, gölgelerin gerçek olmadigini veya gerçek diye takdim edilenlerin gölgeden ibaret oldugunu, asil gerçekligin göklerden gelen bir karar ve haber oldugunu çok iyi bilmektedir. Dünyanin iste gelip iste gittigimiz bir köprü oldugunu, köprüye ev yapilamayacagini, asil güzelligin köprüden geçip gitmek oldugunu biliyor. Hem Sezai Karakoç her demini gurbette, sürgünde, misafir gibi yasadigi dünyaya alisamiyor, hem de okur ona, onun diline, dünyasina alisamiyor. Durum böyle olunca aslinda alisan, alismasi gereken okur olarak bizler oluyoruz. Onun diline, dünyasina alismaya çalismamizin sebebi, bizim dünyaya fazla meyil etmis olmamizdir. Eger ruhumuzun derinliginde bir düs kirintisiyla bile olsa onun isaret ettigi hakikat hâlâ canli ise, o canlilik, cümleler, dizleler pesi sira uyaniyor, diriliyor. Bir savrulusla, sarsilisla dirilis evrenine giriyoruz. Ay yankisiyla, gül mustusuyla, nebilerden mesajlarla, müjdelerle, Hizir fisiltisiyla ürperiyoruz.

*

Özlenen medeniyetin dirilis saati:

Karakoç’un varlik, insan ve medeniyet tasavvurunun merkezinde din vardir. Bu tasavvurla kendi kimlik ve benligimizi esas aldigimiz konumlanmanin kod ve koordinatlarini ise Islâm belirler. Onun ‘dirilis’ kavram ve idealini canli, etkin kilacak olan da peygamberimiz ve peygamberlerle yasanir kilinmis Islâm’in hikmetine uygun yeni bir zihni, estetik ve kültürel yapi insa etmeyle mümkün olacaktir. Mimarligini peygamberlerin yaptigi bir medeniyetin yolcusu, isçisi, hizmetçisidir.

Bu özlenen medeniyetin dirilis saati ruhun metafizik uyanisi, ürperisi ile baslayacaktir. Varligin anlamini metafizik boyut ve degerlerle açiklamayan medeniyet dirilemez, diriltemez, dirilis medeniyeti olamaz. Insanlarin metafizik kaygi ve ilgilerinin olmayisi, dünya nimetlerine razi olmakla baslayan yabancilasmanin felaketimizle sonuçlanan sapkinlik sebebiyledir. Sapkinlik fikirde, sanatta, yönetimde, gündelik hayatta gözlemlenmektedir. Dünyanin nesnel degerlerine kapilarak varligin hakikatini unutanlar, ruhun ve insanligin dirilisine ne öncü olabilir ne de katilabilirler. Sanatin ve sanatçinin önce kendine yabancilasmamak yani dünyayla uzlasmamak veya dünyaya fazla yaklasmamak, sonra uyarmak, dirilise çagirmak gibi bir görevi olmalidir.

Çagri sanat düzleminde estetik incelik ve derinlikle yapilir. Vahyin yüksek duyarlikli hikemî tasavvuru hislerimize yönelir. Mesajlar hislerimizi harekete geçirir. Biz Karakoç’u hissettiklerimizle, hatta hissedemediklerimizle anlar, severiz. Zaman zaman ‘Hizirla Kirk Saat’ ve ‘Masal’in kimi yerlerinde oldugu gibi neredeyse açik bir dil denense de ben Karakoç’un siirlerini, bana ögrettikleriyle degil, hissettiklerimle begenirim. (Nesir kitaplarini da ögrettikleri, düsündürdükleri ile severim) Siirin asil basarmasi gereken kimi konularin akil ve dimag sinirlarini asan hakikatini hissetmesi ve hissettirmesidir. Ruhumuzun verimli yüceliginde askin hakikate bir cezbe halinde kendinden ve kendiliginden geçis!..

(Bu yazida yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakis açisini yansitmayabilir.) Bu yazi Ay vakti Dergisi’nin Mart Nisan 2022 197. Sayisinda yayinlanmistir.

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!