ÖTEKİ SABAHATTİN ALİ

Şimdilerde kimi kesimler istismarlarına araç kılsalar da, Cumhuriyet döneminde tam manasıyla ötekileştirilen Sabahattin Ali'nin, meçhule gömülmek istenen 'öteki' yanını ve sonunu, bir de Necmettin Evci'den okuyun!Uz:
ÖTEKİ SABAHATTİN ALİ
Necmettin EVCİ
Necmettin EVCİ
Eklenme Tarihi : 23.04.2024
Okunma Sayısı : 66

ÖTEKİ SABAHATTİN ALİ

Sabahattin Ali’yi, vefatının 75’inci yılında, kendisinin de görev yaptığı Musiki Muallim Mektebinde anmak, insanda buruk, karmaşık duygular uyandırıyor. Öyküleri, romanları, düz yazılarıyla Cumhuriyet’in ilk çeyrek yüzyılının yüz akı sanatçı ve düşünürlerinden Sabahattin Ali, maalesef zerre kadar değeri bilinmemiş, rejim tarafından hunharca bir cinayetle öldürülmüştür.

 

Devletçi, tek adamcı, tek tipçi resmi ideolojiye herkesin boyun eğmeye mecbur edildiği bir dönemde, Sabahattin Ali diğer birçokları gibi kalemini rejimin emrine vererek rahat yaşama yolunu seçmedi. O rejim bekası için yalanlar üretmedi, yalan söylemedi. Bilakis kişilikli tutumu, özgürlükçü düşüncesi, hayat ve insan gerçekliğini merkeze alan özgün sanat anlayışıyla sıkıntıları göze almaya talip oldu. Eserlerinin tümüne yayılan bu içten, yapmacıksız, sahici anlayış ona evrensel sanatçı kimliği kazandıracak niteliktedir. 41 yaşında sonlanan kısa hayatına onlarca eser sığdırdı. İster hikâye ister roman olsun her yeni eseri, evvelkilere göre daha yetkin bir seviyeyi ifade ediyordu. Yaşasaydı, kuşku yok ki, sanat ve düşüncesi daha bir arınacak, olgunlaşacak, dünya çapında ve tarihî kıvamını bulacaktı. Mevcut eserleri bile dili, kurgusu, konusu, üslubu ile sanat ve edebiyatın zirvesine yönelen niteliktedir. Mevcut eserleri, onu çağdaşları arasında biricik ve ayrıcalıklı kılacak öncüllere ve özgünlüğe ziyadesiyle sahiptir. Ne var ki, onun bin bir zorlukla eserlerini verdiği dönem, rejime yaltaklanmanın dışında özgür bakışın, şahsiyetli duruşun itibar görmediği hatta feci şekilde cezalandırıldığı bir dönemdir. Mehmet Âkif’ten, Mustafa Suphi’ye, Ali Şükrü’ye, Nazım Hikmet’e, Necip Fazıla, Kemal Tahir’e ve feci bir suikastla yok edilen Sabahattin Ali’ye kadar, hangi kesimden olursa olsun muhalif tüm sesler susturulmuş, susturulmaya çalışılmıştır. 

 

Erken yaşta öldürülmeseydi veya daha fazla yaşama imkânı verilseydi, tartışmasız dünya ölçeğinde bir değer olan Sabahattin Ali, her biri sanat ve edebiyat dünyamızın parlayan yıldızı olacak fevkalade başarılı eserlere imza atacaktı. Olmadı. Bizi bundan mahrum bıraktılar. Biz bu değerden niçin mahrum bırakıldık? Sabahattin Ali bir cinayete kurban gitmeyi neden, niçin hak etmiş olabilir? Bir cinayetle varlığını ortadan kaldırmayı planlayan ve uygulayan nasıl bir öfke ve nasıl bir nefrettir? Ben burada, Türkiye’nin cinayetlerle de yönetilip düzenlenen sancılı dönemlerinden habersiz özellikle genç okurların severek okudukları, öykü ve romanlarının dışındaki öteki Sabahattin Ali’den bahsetmek istiyorum. Burada ‘öteki’ yerine ‘öbür’ kelimesini kullanmak isterdim. Ne ki çoklarının pek az bildiği yönleriyle Sabahattin Ali ‘öteki’leştirilmiş bir kişidir. Hayat hakkı tanınmayacak kadar öteki! Ben burada doğal olarak onun en çok bilinen ve severek okunanlar dışındaki kitaplarına, özellikle de ‘Markopaşa Yazıları’na yoğunlaşacağım.

 

Sabahattin Ali 1907’de yani Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden bir yıl önce Gümülcine’de doğar. Çocukluğu İttihat ve Terakki yönetiminin bunalımlı çöküş yıllarında geçer. Asker olan babasının tayini sebebiyle başta Çanakkale olmak üzere birçok vilayette yaşamak durumunda kalırlar. 8-10 yaşlarındayken vuku bulan Çanakkale harbine bizzat şahit olur. O yıllardan itibaren insanımız üzerinde yaptığı gözlemleri son derece tutarlı, sarıcı bir üslupla eserlerine yansıyacaktır. Onun eserlerinde insanımızın hasretini, aşkını, öfkesini, hasedini, inceliğini olduğu gibi bir anlatımla bulursunuz. Bu sebeple eserle aranızda yapay, zorlama, ideolojik bir yakınlık veya uzaklık olmaz, oluşmaz. Ali’nin roman ve hikâyeleri, bakışını hayatın tam ortasına yöneltir. Bu hayat belli bir kesimin değil hepimizin en alttakilerden en üsttekilere kadar hepimizin hayatıdır, bizim hayatımızdır. Her bir katın o kattaki her kişinin kendine mahsus dünyası, duyarlığı vardır. Bu duyarlıklar hem kendi içinde eleştiriyle hem başka kat ve kişilerin duyarlıklarıyla sorgulanır. Böylece romanlar ve hikâyeler yapmacıksız, zorlamasız kurulan toplumsal gerçekliğin zemin ve prizmasından sahici perspektifler kazanır.  Roman veya hikâyeleri, okuru içine çeker. İyi kötü, tatlı acı yanlarıyla anlatılan gerçekten bizim hikâyemizdir. 

 

Daha 41 yaşındayken öldürülmesine rağmen, öğretmen, gazeteci veya tutuklu olarak yaşadığı hayatına, sanatın her alanında fevkalade başarılı eserler sığdırmıştır. Çile ve sıkıntılarla geçen kısacık ömründe bu kadar değerli eserler veren Sabahattin Ali’nin erken ölümüne üzülmemek elde değil. Yaşasaydı son derece ileri, yetkin, daha estetik, daha donanımlı eserler vereceği tartışmasızdı(r)Ne fayda ki, devlet veya devletin gücünü arkasına alan bir çete, bu dünya çapındaki kıymeti ideolojik sebeple öldürerek ortadan kaldırdı. Onun yaşadığı ve öldürüldüğü dönemde farklı olana ve özgür düşünceye karşı öyle bir şiddet uygulanıyordu ki, onun kitaplarının geç yayınlanmaya başlaması bir yönüyle bu sistematik şiddet korkusunun devam etmesi sebebiyledir. “Keyfi mahkemeler, kişilik törpüleme uygulamaları, hiçbir mukaddes tanımayan saygısızlıklar; suçu kişiden ailesine, mensup olduğu topluluğa, hatta halka ve onun inancına kadar genelleştirme tavrının yansımaları Cumhuriyetin tek parti döneminden sonraki dönemlere miras kalmıştır.”(1) Maalesef bu korku kitlelerin benlik ve psikolojileri üzerinde hâlâ travma sayılacak etkilerini sürdürmektedir. 

Sabahattin Ali niçin öldürüldü? Takrir-i Sükûn ve İstiklâl Mahkemelerinin doğrudan hedef alıp yargıladığı ve çokları da idamla sonuçlanan bir kesime yani muhafazakâr dindar kesime ait bir düşünür müydü? Hayır. O sıralar yaygınlık kazanan sosyalist görüşe mi sahipti? Değil. Gerçi şimdi onun adını, eserlerini istismar eden solcu Kemalist veya sosyalistlere bakarsanız o Batıcı, Kemalist, sosyalist, çağdaş bir insandı. Alın size nankör bir palavra veya palavraya dayanan bir nankörlük daha. O bu anılan hiçbir kesim içinde değildi. Nevi şahsına münhasır bir insandı. Her kesimden arkadaşları, dostları vardı ve evet Nazım Hikmetin etkisinde kalarak kısman sosyalist düşünceye yatkın durduğu söylenebiliri. Ne ki, bu yakınlığın, çok iyi bildiği Batı Faşizmine karşı son derece duygusal, özgürlükçü bir karşı çıkıştan ibaret olduğu anlaşılıyor. Sabahattin Ali hemen hiçbir eserinde veya yazısında net bir ifadeyle sosyalist olduğunu beyan etmez. Ancak 2. Dünya savaşının ideolojik savrulma ve konumlanmaları içinde faşizme karşı net bir tavır alır. Bu tepki yani bir şeye karşı oluş onun nereye, nasıl ait olduğu hususunu açıklamaya yetmez. O, bütün baskılara, baskıcı sistemlere karşıdır. 

Medeniyetimizin çöküş ve gerileyiş süreciyle birlikte aydınlarımız dehşet bir kimlik kaybı yaşamıştır. Sahici, akıl teriyle kazanılmış kimliklerin sahibi değillerdir. Şevket Süreyya’nın, Suyu Arayan Adam adlı kült sayılacak eserinde, kendi zihin, ruh ve benlik karmaşasını ifade ettiği tespitleri Cumhuriyet’in çoğu aydınlarına teşmil edilebilir. Aydemir şöyle diyor: “Aslına bakılırsa, benim hayat yolculuğum her zaman istikametsiz, her zaman rüzgâra tabi bir bocalayış oldu. Hatta buna bir yolculuk bile denemezdi. Bu yolculukta ben, kâh o yana, kâh bu yana çarpa çarpa sürüklenip durmadım mı? Hem de daima meçhule doğru, daima iradem haricinde….(2) Şevket Süreyya, Yakup Kadri, Nedim Tör’le birlikte Cumhuriyet’in aydın öncülerini oluşturma projesiyle yayınlanan Kadro’nun demirbaş elemanlarındandır. Millete yön verme iddiasında olan bu kişinin kendisi, bizzat kendi ifadeleriyle yönsüzlüğün yolsuzluğun anaforunda savrulmaktadır. O kısmen de olsa bu eleştiriyi dürüstçe yapmıştır. O kuşak ve güruha ait diğerleri, bu özeleştiriyi yapacak samimiyetten maalesef yoksun gözükürler. Çoğu da yine bu kimliksizliğin boş benliğiyle hiçbir sorumluluğun kaygısını duyamadan rahat yaşayabilir, yaşamışlardır. Kendilerine sağlanan avantalarla onlar rahatsa millet de rahattır, rahat olmalıdır! Önce şu açık, net tespiti yapalım; böyle bir ortamda Sabahattin Ali bir yerlere hoş gözükmek için inandıklarının, düşündüklerinin tersine bir tutum takınmamış, resmî, ideolojik otorite karşısında eğilip bükülmemiştir. Gerçek bir yazar, haysiyetli bir aydın sorumluluğunu her zaman önde, üstte tutmanı bilmiş, başarmıştır. Ne yazık ki, bunun da bedelini hapislerle, takiplerle, yıldırmalarla ve en nihayet canıyla ağır ödemiştir. 

Sabahattin Ali evvelâ hayatı olduğu gibi anlayan, onu ideolojik dayatma ve daraltmalarla yamultmayan bir insandır. Anlamına, amacına uygun bir hayatı içselleştirerek yaşamak onun şahsiyetinin hayatî parçasıdır. Tanışmalarının ilk evrelerinde eşi Aliye’ye şunları yazar: “İnsanların hemen hepsi hayatı karın doyurmak ve lalettayin biriyle yatmaktan ibaret farz ederler. Hâlbuki bu takdirde insanın diğer hayvanlardan ne farkı vardır, onların dimağları da karınlarını doyurmak ve kendilerine bir eş bulmak hususunda kâfi derecede hizmet görüyor, ancak bunları düşünmek, onlardan hiç ayrı olmamak demektir. Hâlbuki insanın bir de dimağı vardır ki yemek, yatmak, eğlenmek gibi şeylerle alakadar olmayan birtakım ihtiyaçlar taşır. Kendine yakın bir arkadaş arar”(3) İnsana, hayata dair en temel tasavvurunu ifade eden bu yalın düşünceler onun insan, hayat ve hakikat anlayışını ifade etmesi açısından çok önemlidir. Evvela bu ifadeler onun asla inkârcı materyalizme yakın biri olmadığının, olmayacağının kanıtıdır. Materyalist olmadığından hareketle zihin dünyasının ağırlık merkezini maneviyatın oluşturduğunu söylemek de doğru olmaz. Bütün eserlerinden anlaşılan, onun yazı, düşünce ve toplum ilişkilerini, yaradılışını bozmamış saf insan cevherini düşünce ve duyarlıkla zenginleştirerek sürdürdüğü yönündedir. İnsanın iç sesi ve vicdan onun için önemli, çok önemli bir hareket noktasıdır. İç sesini bastırarak, vicdanını tepeleyerek bir düşüncenin (özel anlamıyla Kemalist ideolojinin) savunuculuğunu yapmaz. Ait olduğu toplum ve coğrafyaya yakın bağlılığı başta Kemalizm olmak üzere dayatmacı ideolojilere tavır koymasının ana kaynak ve dayanağıdır. Onun en bariz vasfı hemen her sanatçı ve düşünürde aranması gereken ilk şart olan halktan, hakikatten yana olmasıdır. Basit gözüken bu tutumla o rejimin yalan ve yanlışlarına teslim olmamış, her zaman gördüğü gerçekleri tüm çıplaklığı ile ifade etmiştir. Bu noktada halkı ile arasında var olduğunu fark ettiği mesafeyi kapatmak için dinî kitapları daha fazla okuması gerektiği yönünde aldığı kararlar vardır. Yani özetle hayatın coşkun akışını, varlığın sonsuz gerçekliğini merkeze alan bu insan, diğerleri gibi ideolojik akışa kapılmadığı, rüzgâra dâhil olmadığı için cezalandırılmıştır. “Her Türlü muhalefet karşısında had safhada huzursuz, devlet geleneğini sürdüren Cumhuriyet kadroları, toplumsal tahayyülün özerk gelişmesinden hayli rahatsız olagelmiş; devletin seçkin temsilcileri bu tahayyülün adeta en dip köşelerine kadar denetimleri altında bulunmasını istemişlerdir.”(4) Böyle sıkı denetim ortamında Sabahattin Ali, halka rağmen halk için dayatılan kültür programlarına uygun vasıflarda istenilen bir aydın olmadığı, kendisi gibi olduğu için cezalandırılmıştır. 

Peki, bu cezalandırma süreci nasıl başlamış, cereyan etmiş, tamamlanmıştır? Sabahattin Ali Konya’da öğretmenlik yaptığı sırada arkadaşlarla bir ev toplantısında ‘Memleketten Haber’ adlı bir ‘taşlama’ şiir okuduğu, o şiirde de Atatürk’e hakaret edildiği suçlamasıyla 1932’detutuklanmıştır. Şiirin suçlamaya konu bölümü şöyledir:

 

“Cümlesi belî der enelhak dese

Hâlâ taparlar mı koca terese?

İsmet girmedi mi hâlâ kodese?

Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?”(5) 

 

Böyle bir şiir okunmuş mudur, okunmamış mıdır, okunmuşsa bile ev ortamında olduğu için bir yıl mahkûmiyetle mi cezalandırılmalıdır? Ali, mahkeme müzakerelerinde defaten suçsuz olduğunu, kendisine Cemal Kutay tarafından iftira atıldığını, şahit ve delilleriyle ispat eder. (Cumhuriyet tarihçisi olan Cemal Kutay o zaman Konya’da çıkan Yeni Anadolu gazetesinin sahibiydi.) Temyize gönderilen bir yıllık mahkeme kararı bozularak mahkûmiyet 4 ay daha uzatılır. Sonraları Hatta işe yarar düşüncesiyle Mustafa Kemal’e övgüler düzen bir şiir yazar. Bu şiirin de neden olduğu gelişmelerle bağışlanıp tekrar öğretmenliğe döndürülür. Bu bana Kemal Tahir’in Karılar Koğuşu’nda benzer suçlamayla tevkif edilen Hoca’nın yazdığı şiiri aklıma getirdiMalatya Hapishanesinin en aklı başında, hukuksiyaset bilir aydın mahkûmuİstanbullu (Kemal Tahir), İsmet İnönü’ye sövdüğü iddiasıyla tutuklanan Hoca’ya, İnönü’yü metheden bir güzelleme yazıp İnönü’ye yollamasını nasihat eder.(6) Demek ki o dönemde yazar ve düşünürleri tedip etmek için böyle bir yol ve usul izleniyordu. Nedamet getir, sakın yanlış yapma, yalandan da olsa itaatini ilan etuyumlu ol, sözümüzden dışarı çıkma ve kurtul!  ‘Siyasallığın Toplumsal inşası’ adlı eserinde Akın’ın dediği gibi “Devletin istediği iyi vatandaş, kurallara uyan, devletin otoritesini büyük bir memnuniyetle kabul eden makbul vatandaştır. Makbul vatandaş, çatışmacı değil uyumlu bir tiptir.”(7) 

 

Hapishane ortamı çok kötüdür. 

Mahkumiyet sonrası hayatı zorluklarla, sıkıntılarla sürerken 1945’te Cami Baykurt ile Yeni Dünya adlı bir gazete çıkarır. Cami Baykurt, asker kökenli, çok yönlü entelektüel kişiliği olan, kısa bir dönem dahiliye vekilliği de yapmış biridir. 1 Aralık’ta çıkan gazete Hüseyin Nihal Atsız’ın başını çektiği milliyetçilik olaylarının hedefi olarak Tan Gazetesi ile birlikte yakılır.(8) Rejimle ideolojik çatışmasının getirdiği ağırlığa bir de Atsız’ın başını çektiği milliyetçilik hareketleriyle yaşadığı sorunlar eklenmiştir. Bu kesimle yaşadığı problemler İçimdeki Şeytan’da daha tafsilatlı konu edilmiştir. Oradaki Nihat karakterinin Nihal Atsız’ı temsil ettiği söylenmiştir. Belki de rejim kendi ideolojik reflekslerini vekâleten yeni aracı gruba (gruplara) devretmiş, kendisini basınç merkezi olmaktan kenara çekmiştir. Veya aydınlar öncülüğünde kitleleri faşist-sosyalist çekişmesi ve çatışması içinde kavga ettirmeyi kendisi için politik bir kazanca dönüştürmüştür. 24-25 Kasım 1946’da Sabahattin Ali, Aziz Nesin’le birlikte ‘Markopaşa’ adlı bir mizah gazetesi çıkarır. Gazete fevkalade ilgi görür. (Markopaşa bir komployla kapatılır. Ali’nin yazı ve yayımları, Malumpaşa ve Alibaba gibi gazetelerde sürer.)

 

Devlet ve millet olarak yerli ve millî bir düşünce inşa edemeyen toplumların taklitçi bir tembellikle dışarıdan beslenen heyecanları, kendi içinde ölümcül bir öfke ve nefret üretebilir. Öteki olmak bu nefretin affedemeyeceği bir ihanet ve suç sayılır. Cezalandırılmak istenenler ötekileştirilir. Bu nefret dili ile kimse kendisine bakmaksızın ötekini kökü dışarıda olmakla, başka devletlerin ajanı olmakla suçlayabilmiştir. Bu bayağı, kışkırtıcı suçlama biçimi ideolojik gruplar tarafından fütursuzca kullanılmıştır. Fikri hareketlerin bu tarz suçlamalar üzerinden yönetilmesi çok tehlikelidir. Böyle anlamsız bir kör dövüşünün hüküm sürdüğü bir ortamda, Sabahattin Ali, Gaziantep milletvekili Cemil Barlas (Mehmet Barlas’ın babasıdır) tarafından ‘kökü dışarıda’ olmakla suçlanarak itibar kaybına maruz bırakılmıştır. Bunun üzerine Sabahattin Ali önce ‘Ayıp’ başlığı ile bir yazı kaleme alır. “Geçen gün Millet Meclisi’nde bir Milletvekili ‘kökü dışarıda olan Markopaşa’ diye bir söz etti” diye başladığı yazıda şu ifadelere yer verir. “Bu milletvekili, ne yazık ki, bu satırları yazanın elini sıkan ve evine gelen bir adamdır. Halbuki ben bu milletvekilinin kökü dışarıda olduğuna sahiden inanacak olsam, elini sıkmak değil, suratına tükürürdüm.. /.. Vatanımızın istiklâli üzerine en küçük bir gölge düşmesin, istiklâl anlayışımız Atatürk’ün çizdiği yoldan ayrılmasın dediğimiz için mi kökümüz dışarıda? Bin bir hileli yoldan bağrımıza sokulup bizi tekrar yarı müstemlekeliğe sürüklemek isteyen sömürücü yabancı sermayeye karşı uyanık bulunmayı istediğimiz için mi kökümüz dışarıda? Yoksa şu veya bu yabancı devletin, kendi parlamento ve gazetelerinde bile şiddetle tenkit edilen yanlış siyasetini bazı başyazarlarımız gibi dalkavukça övmediğimiz için mi kökümüz dışarıda?”(9) Markopaşa’da ‘kök’ lafzını ustalıkla kullanarak ‘Topunuzun Köküne Kibrit Suyu’  başlıklı bir yazı yazar. Yazı müşahhas bir imzaya sahip olmadığı halde, yazı işleri müdürü olduğu için Sabahattin Ali 4 ay hapse hüküm giyer. Cezasını meşhur Sinop cezaevinde yatacaktır. Hangi suçlamalarla perdelenmek istenirse istensin, Sabahattin Ali’nin açık bir dille ortaya çıkarıp, çağdaş, ilerici palavralarıyla egemen olmaya çalışan elit zorbaların yüzüne gerçekleri tüm çıplaklığıyla vurmaktan çekinmez. Onun her yazısı bu devrim soytarılarının bir yalanını ortaya çıkarmakta, maskelerini düşürmektedir. Asıl dayanılmaz olan, asıl dayanamadıkları bu gerçeklerdir. Bu minvalde 27 Ocak 1947’de yani Cumhuriyetin ilanından 24 yıl sonra Markopaşa’da ‘Hep Laf’ başlıklı yazısından küçük bir alıntı ne demek istediğimizi ifade edecek yetkinlik ve yeterliliktedir: “Şimdi bu devrim yaygaracılarına soruyoruz. Ellerini vicdanlarına koyup, cevap versinler. Bu milletin özü olan en az 17 milyonluk kitlenin kültürü kaç arpa boyu, kaç iğne başı ilerlemiştir? Daha insanca yaşanacak evlerde mi barınmaktadırlar? Zevkte, sanatta eskiyi aratmayacak bir yükselme var mı? Bu koskoca kitleyi asırlardan beri kemiren sıtma, trahom, frengi, hele verem eksilmiş mi, yoksa artmış mıdır? Bu paçavralar içinde gezenler, evvelce çıplak mı geziyorlardı? Hele, en mühimi, bu 17 milyon, acaba eski yediğinden yılda bir lokma fazla yiyebiliyor mu? Üst tarafı laf efendim, laf.”(10) 

 

Yeni rejim toplumu her alanda sefalete ve felakete sürüklemiştir. Beceriksizliğini ideolojik yalanlarla gizlemeyi başaramayan rejimin yaptığı tek şey, kamplara ayırıp vuruşturduğu aydınları fiilen ya sürgün etmekte, ya tutuklamaktadır. Sağda veya solda olsun bu dönemin neredeyse bütün aydınları bu akıbete duçar olmuştur. Mehmet Âkif’ten başlayarak Trabzon mebusu ve gazeteci Ali Şükrü Bey’e, Halide Edip’ten Yahya Kemal’e, Yakup Kadri’den Kemal Tahir’e, Nazım Hikmet’e, Necip Fazıl’a, Nihal Atsız’a kadar muhtelif cenahlardan, rejime, Atatürk’e ima yollu bile olsa en ufak eleştiri getirenler bu akıbete duçar olmuştur. Hele Mustafa Suphi ile başlayıp, Ali Şükrü ile devam eden, Sabahattin Ali ile artık dayanılmaz noktaya ulaşan cinayetler serisi, ülkeye tam manasıyla korku ve şiddeti egemen kılmıştır? Ayrıca Sabahattin Ali ve arkadaşları mahkûmiyetleri sırasında ağır işkencelere tabi tutulurlar. Sabahattin Ali korkmaksızın, yılmaksızın hak, adalet ve özgürlük savunmalarına devam eder. 1945 Aralık’ında İstanbul 1 no’lu Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanlığına yazdığı dilekçe, okuyanı bile dehşete düşürecek bir tarihî belge niteliğindedir. Sabahattin Ali orada hiçbir tevilianlamını değiştiremeyeceği açıklıkta şunları yazar: “İnsanlığın en büyük düşmanı Alman Faşizmi metotları bugün Atatürk İnkılabı Türkiye’sinde halkın gözünden gizli olarak tatbik sahası bulmaktadır.” Bu yazıda daha çok da üniversite hocası, gazeteci olmak üzere işkence altında çıldıranlar, delirenler, ağır hastalıklarına tedavi alamayanlar sıralandıktan sonra başka müşahhas örnekler de verilir: “Tahammülü imkânsız işkenceler altında ilkokul öğretmeni Hasan Basri Alp öldürülmüş, şimdi Bakırköy Tımarhanesinde yatan İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi Felsefe şubesinin son sınıfının en güzide talebelerinden Kemalettin Özerdem cinnete sevk edilmiş, aynı fakülteden Sefa Yurdanur tazyike dayanamayarak iki defa intihar teşebbüsünde bulunmuş, Türkiye’nin en güzide ressamlarından Nuri İyem ciddi sinir bunalımları geçirmiştir. Bu felaketten kurtulup da asabıve sıhhati bozulmayanlarımız sayılıdır.” Metnin sonuna doğru yer alan kimi ifadeler, kendini bu vatana, millete ait gören herkesin yüreğini dağlayan cinstendir. Adeta çalınmış bir savaşın hayıflanmasıyla okuruz: “Sevgili milletimizin şeref ile hür ve müstakil olarak yaşayabilmesi için kanlarını döken İstiklâl savaşı kahramanları, Türk üniversitelileri, polis işkencesi altında inlesinler, çıldırsınlar, ölsünler diye, değersiz mütereddiler tarafından tasavvur edilmez hakaretlere maruz kalsınlar diye hayatlarını feda etmediler.”(11)

 

Açık zulüm ve baskılara sessiz kalamayan Sabahattin Ali 10 Mart 1947’de Markopaşa’da adeta namluların ucunda dönemin siyasetçi ve yöneticilerine yaptığı lanet, dönemin Türkiye’sinin de manzarasını vermektedir: “Kendi menfaatlerini milletin menfaatlerinden üstün tutanlara, kendi hak edilmemiş ekmeklerini yiyebilmekte devam etmek için milletlerini kölelik zincirleri, cehalet karanlığı, korku uyuşukluğu içinde bırakmaya çabalayanlara lanet olsun. Hiçbir fikre inanmadıkları için fikirlere, insanı insan eden duygulara yabancı oldukları için insanlık sevgisine, herhangi bir şeyi bilip öğrenemeyecek kadar beyinsiz ve tembel oldukları için bilgiye ve kitaba düşman olanlara lanet olsun. Halkın arasına girerek onlarla sarmaş dolaş olacak suratları olmadığı için halkı hor görenler, her zaman ve her yerde kendilerinden daha isabetli davranacak ehliyette olan halk kitlelerini ahmak bir koyun sürüsüyahut düşüncesiz bir yığın sayanlara, halkın dostluğuna da, düşmanlığına da kulak asmayacak kadar gaflete düşenlere lanet olsun.” Bu lanet başta İsmet İnönü olmak üzere halkçı oldukları iddiasıyla arz-ı endam eden ama halkçılığı, halkı hizaya sokmak, onu baskıyla adam etmekten ibaret sanıp uygulayan, halka, halkın inancına, dinine, diline, duygusuna, iradesine özetle bütün değerlerine yabancı hatta düşman olan siyasî anlayış ve kadrolaradır. Kullanılan retoriğe rağmen, pratiğe bakıldığında yönetim, halkın çıkarlarına uygun bir seyir takip ederek işlememiştir.(12) Oysa Sabahattin Ali, “içinde tükenmez manevî hazineler taşıyan bu milleti delice seviyordum”(13) diyordu. İşte Sabahattin Ali’nin kavgasının da, Sabahattin Ali’ye düşman olanların da çatışma noktası burası: Millet! Bir tarafta her şeyiyle bu milleti delice seven sahici bir aydın, diğer tarafta bu millete düşman olmayı hüner sanan zavallılar güruhu!

 

Sabahattin Ali’nin iflah olmaz ölçüde insanlarımızı sevdiğine, kavgasını onlar için verdiğine, başına ne geldiyse bu kavga yüzünden geldiğine ilişkin ‘Ne Zor Şeymiş’ başlıklı yazısınabakmak yeterlidir. Yazı resmi ideolojiyi araç ve kalkan olarak kullanan vurguncuların, anaforcuların karakterini deşifre etmesi açısından da önemlidir. “Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir. Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için bir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.”(14) 

 

Düşünün ki, hiçbir çıkar gözetmeksizin vatanına, milletine bağlı böyle bir insan, üstelik mandacılar yani emperyalist işbirlikçiler tarafından kökü dışarıda olmakla suçlanabiliyor ve bu suçtan da mahkûm ediliyor. Dış dayanaklar bularak kendi insanına karşı daha acımasız, daha güçlü olan rejim, bir yandan icat ettiği düşünce suçu gerekçesiyle yerli ve millî olan her şeyi cezalandırmış, diğer yandan arsa ve para spekülasyonlarıyla büyük vurgunlar yapılmıştır.(15) Yani millet maddî manevî tüm yönleri, inancı, yaşantısı, kültürü, hayat anlayışı, giyimi kuşamı, dini, dili, şarkısı her şeyiyle görmezden gelinmiş, hayatın dışına itilmiştir. Ne güzel bir özgürlük anlayışı. Ne güzel bir halkçılık!.. “Biz istiyoruz ki” diyor Sabahattin Ali, bu topraklar üzerindeki insanlar, kafalarında taşıdıkları fikirlerden dolayı değil, bu yurdun ve bu halkın yararına yahut zararına yaptıkları işlerden hesap versinler. Bu iş incelenirken koltuğuna ısınmış beş on hazır yiyicinin menfaati, keyfi değil, milletin hayrı düşünülsün. Ve insanları sahiden insan eden o en büyük nimet: Hürriyet, riyakâr ağızlarda ‘adam avlama yemi’ olarak kullanılmasın. Biz istiyoruz ki, şu topraklar ve onun üzerinde yaşayan insanlar, hiçbir yabancı devletin oyuncağı olmasın”(16) Esasen tam manasıyla ideolojik bir işgal ve maddî bir yağma yaşanmaktadır. Bu işgal ve yağmanın birbirinden güç alarak at başı yürüdüğü, yürütüldüğü dönemler hep olmuştur, hâlâ da olmaktadır. 

 

Çıkar ve menfaat bağlantısı veya düzeni, yönetim-halk ilişkisinin niteliğini tayin eden temel saik olmuştur, olmalıdır. Söylemler, söylevler bu menfaat düzenine, dünyasına uydurulur. Belli odak, sınıf ve kesimlerin soygununa açık hale getirilen düzen ve düzenek, ideolojik parlatmalarla halka hoş gösterilebilir. Sabahattin Ali namuslu bir aydın sorumluluğuyla bu oyun ve dalavereleri yutmamıştır. “Biz demişiz ki: Yıllardan beri arkası gelmeyen dalavereler, arsa oyunları, memleket dışına para kaçırma rezaletleri, esrarı çözülmeyen cinayetler, millet malı soygunculukları alıp yürümüştür. Öte yandan, millet kara sabanın arkasında donsuz didiniyor. Bu gidişin sonu hayra çıkmaz. Cevap vermişler: Müfsit, tezvirci, komünist!.. Biz bir fikir ortaya atmışız onlar bize cevap yerine, küfür savurmuşlar.”(17) Tezgâh ve tertipleri deşifre olan çıkar şebekeleri, hak ve özgürlük savunucularına karşı en iyi bildikleri yollardan birine, iftira yoluna başvurmuşlardır. Zaten dönmüş gözleri, sıkılı yumrukları, mermi sürülmüş namluları ile böyle bir kışkırtmaya ölümüne alet ve aracı olacak sayısız figüranlar, kendini kurtarıcı gören kahramanlar her yerde, her dönemde olmuştur. Onların kurtarıcı kahramanlıkları farklı düşünceleri, hak ve özgürlük mücadeleleri sebebiyle ötekileştirerekdüşman addettikleri insanlarını öldürmede çok kararlı ve cesurdur.

“Bugün bu memlekette hüküm sürenler bizi sevmiyorlar” der Sabahattin Ali. Bu değiştirilemez ölçüde acı gerçeği anlamıştır yazarımız. Eh cümle âlem gördü ki, biz de kendimizi onlara sevdirmeye uğraşmadık../.. Onlar halk iradesinin kendini göstermesine engel olmak için baskı yapan, seçime hile karıştıran zorba valileri, eli kamçılı kaymakamları, onlar, sandık başında bıçakla adam yıldıran İzmir sabıkalılarını, halkın sırtına binen Senirkent candarmalarını severler. Onlar millet veremden, sıtmadan, frengiden, trahomdan kırılırken yabancı memleketlerde sefa süren kodamanları, anafordan milyon kazanıp lüks barlarda eriten fırsat düşkünlerini severler.(18)

İşte böyle… Düşünce ve duygu dünyasıyla birlikte anla(t)maya çalıştığımız Sabahattin Ali’ye maalesef tahammül edemediler. Onu kabullenemediler, koruyamadılar, taşıyamadılar. Varlığını kendileri için tehdit gördüler. Sonuç itibariyle Sinop cezaevinden tahliye olduktan sonra amansız takip, yıldırma operasyonları devam etti. Bu süre içinde çok sıkıntı çekti. Bütün çıkışlar kapalıydı. Çaresizlik içinde kendini halkın arasına bırakmayı denedi. Bir küçük kamyonetle nakliyatçılık yapmaya başladı. Onu da yapamadı. Sonunda hakkında süren davalardan bunalan Sabahattin Ali, yasal yolla pasaport alamadığı için, kaçak yollarlaBulgaristan üzerinden Avrupa’ya geçme kararı aldı. Veya böyle bir karar almaya mecbur edildi. Kendisine bu geçişte eski bir subay olan Ali Ertekin rehberlik edecekti. 2 Nisan 1948’de Kırklareli’nde sınıra yakın bir yerde, arkadan kafasına defalarca odunla vurarak öldürdü. İfadesinde onu millî hislerle öldürdüğünü söyleyen Ertekin, idamla yargılandığı davada birkaç ay yatıp tahliye oldu. 

Sabahattin Ali’nin öldürülmesi üzerine birçok tartışma oldu. Hiç kuşkusuz düşünce ve edebiyat dünyamız büyük bir değerden mahrum bırakıldı. Onu ortadan kaldıranlar muasır medeniyet seviyesine bir adım daha yaklaşmanın keyfini yaşamışlar mıdır bilmem, ama arkasında eşi ve kızıyla birlikte gözleri yaşlı bir aile, gönlü yaslı bir okur kitlesi bıraktıklarını biliyorum. Yaşanan bunca sıkıntı ve acılara rağmen, onun istismarını da geçim malzemesine dönüştüren kimileri, CHP’li, Kemalist veya İnönücü taassupla neredeyse Sabahattin Ali’yi suçlu gösterebilmişlerdir. Örneğin 2 Nisan 1988 Tarihli Çağdaş Türk Dili dergisinde Etem Ütük imzasıyla yayınlanan ‘Markopaşa Yazıları ve Ötekiler’ başlıklı yazıda adeta Sabahattin Ali’nin haklı sebeplerle öldürüldüğünü, bir anlamda demokrasi yanlısı ve rejim karşıtı düşüncelerinden dolayı öldürülmeyi hak ettiğini yazar. Bu babda Sabahattin Ali’nin öldürülmeyi hak eden suçundan biri bakın neymiş: “Demokrat Parti’yi de alabildiğine destekliyorlardı. Amaçları, demokrasinin bütün kurum ve kuruluşlarıyla bir an önce gelmesini sağlamaktı. Böylelikle insan haklarından bütün yurttaşlar yararlanacaklar, yoksulluktan kurtulup insanca bir yaşama kavuşacaklardı. Bunlardan biri de hiç kuşku yok ki, Sabahattin Ali’ydi.”(19) Görüyorsunuz değil mi? Adam, iktidarlarını sözde de olsa halka devretmenin hâlâ sakinleşmemiş hıncı, öfkeyle ‘Sen de Demokrat Parti’yi desteklemeseydin’ diyor. ‘Vesayete karşı çıkmasaydın, esas duruşa geçseydin, emredersiniz paşam deseydin, kendi başına buyruk eleştiriler yapmasaydın, baskıları, yasakları savunsaydın demeye getiriyor. Sonraki sayfada zaten ezanın asli şekliyle okutulmasına, Atatürk devrimlerinin zayıflamasına giden sürece karşı çıkmadığı, İnönü’nün yanında demokrat partiye destek veren yazarlara karşı çıkmadığı için böyle bir sonu hak ettiğini yazar. 

İşte bunların aydın anlayışları da demokrasi, özgürlük anlayışları da budur. “Peki, nasıl oluyor da, aramızda türeyen bu adamlar bu kadar şahsiyetsiz, bu kadar haysiyetsiz, bu kadar uşak ruhlu olabiliyorlar?” Sabahattin Ali vefatından sadece üç buçuk ay önce, bütün bir tarih, toplum ve kültür adına, hepimiz adına böyle soruyor. Ve yine bizce son derece isabetli cevap veriyor: “Her halde bu milletle bir ilişkileri kalmamış da ondan”(20) 

Eğer sıkıntısız yaşama imkânı bulsaydı, fikir ve tutumlarıyla bizzat öncüsü olduğu entelektüel hayatımıza, sanat ve siyaset çevresine değerli nitelikler veya nitelikli değerler katacağı kuşkusuz olan Sabahattin Ali’yi severek, anlayarak okumak, onu istismarcı soytarıların tarassutundan, tasallutundan kurtarmak lazımdır.

______________________

1- D. Mehmet Doğan, Türkiye Cumhuriyeti tarihine Giriş, s.378, 3. Bas, Yazar yay, Ankara 2014. 

2- Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, s.396, 54. Bas, Remzi Kitabevi yay, İst. 2023.  
3- Sabahattin Ali, Canım Aliye, Ruhum Filiz, s.49, YKY yay, 29. Bas, İst.2023. 
4- Mithat Baydur, Kemalizm ve Değişen Paradigma, s.71, İlk yay, İst. 2004. 
5- Sabahattin Ali, Mahkemelerde (belgeler), s.13, Haz. Sevengül Sönmez, 29. Bas, YKY yay, İst. 2023. 
6- Kemal Tahir, Karılar Koğuşu, s.11-14, İthaki yay, İst.2021. 
7- Mahmut H. Akın, Siyasallığın Toplumsal İnşası, s. 96, Çizgi yay, Konya 2013. 
8- Sabahattin Ali, Mahkemelerde, s.95.
9- Sabahattin Ali, Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, s.140, Haz. Hikmet Altınkaynak, 23. Bas, YKY yay, ist. 2022.
10- S.abahattin Ali, Markopaşa Yazıları, s.147,148.
11- Sabahattin Ali, Mahkemelerde s.103-106.
12- Mithat Baydur, age, s. 69.
13- Sabahattin Ali, Mahkemelerde, s.96.
14- Sabahattin Ali, Markopaşa Yazıları, s.190.
15- Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması ve Yakup Kadri’nin Politikada Kırk Beş Yıl Adlı eserlerine de bakılabilir.
16- Sabahattin Ali, Markopaşa, s.151.) 
17- Sabahattin Ali, age, s.181.
18- Sabahattin Ali, age, s.194.
19- Sabahattin Ali, age, s.224.
20- Sabahattin Ali, age, s.196.
 
Yazının orjinali için bakınız:Kaynak: Necmettin Evci, 2. Ankara Edebiyat Festivali, -Türkiye Yüzyılında Edebiyat ve Sanat- Haz. M. Sait Uluçay, Ankara 2024.
 
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!