KADIN, AİLE ve MİLLETTEN YANA, BOZGUNCULUĞA KARŞI

Toplumu hatta bütün bir insan varlığını ifsat etmeyi amaçlayan karanlık şeytani yapıların, devlet aygıtları dâhil, her türlü baskı, iletişim ve etkileşim imkânlarını kullanarak sürdürdükleri faaliyet, hız ve yoğunluk kazanmıştır.
KADIN, AİLE ve MİLLETTEN YANA, BOZGUNCULUĞA KARŞI
Necmettin EVCİ
Necmettin EVCİ
Eklenme Tarihi : 9.10.2023
Okunma Sayısı : 192

KADIN, AİLE ve MİLLETTEN YANA, 

BOZGUNCULUĞA KARŞI

 

Toplumu hatta bütün bir insan varlığını ifsat etmeyi amaçlayan karanlık şeytani yapıların,devlet aygıtları dâhil, her türlü baskı, iletişim ve etkileşim imkânlarını kullanarak sürdürdükleri faaliyet, hız ve yoğunluk kazanmıştır. Toplumu aile, aileyi kadın üzerinden çökertme hatta bu yolla insanlığı yok etme kurgusu toplumun sinir uçları kışkırtılarak, ısrarla ve kasıtlı olarak daha fazla gündeme getirilmekte, gündemde tutulmaktadır. Aile yapımızı koruma temelinde doğrudan insan ve millet varlığımızı tahrik, tehdit ve tahrip eden bu yapıya karşı fırsat ve hareket imkânı vermemek, sadece Müslüman ve Türk olmanın değil evvela insan olmanın bir gereğidir. Konu yerinde, hassas ve önemlidir.

 

Arapça bir kelime olan aile kan bağı ile birbirine bağlı insanların oluşturduğu toplumdur. (Eski Türkçe’de aile’ ‘oguş’ diye tabir edilirdi.) Kan bağını genişlettiğiniz veya daralttığınız ölçüde ailenin sınırları da değişir. Anne-baba-çocuklardan oluşan çekirdek aileler olduğu gibi kalabalık insan yoğunluklarını ifade eden türüyle aşiret veya aileler de vardır. Feodal dönemlerden günümüze gelmiş ‘family’ geniş, kalabalık insan topluluğunu ifade eder. Kadim dönemlerden başlayarak yakın zamanlara kadar insanlar kendilerini bu geniş aileye ait görür, kimlikleri böyle oluşurdu. Tarihte örneğin bizim tarihimizde boy diye bildiğimiz Kayılardan, Kınıklardan başlayarak herkesin bildiği gibi Osman Oğulları, Artuk Oğulları, Karaman veya Mengücek Oğulları gibi sayıları yüz binleri bulan aileler vardı. Belki bu kitlesel bağlılık ve aidiyet sebebiyledir ki, eskiden işte bu ailelerin başı veya reisi din değiştirince, geniş kitleler oluşturan aileleri de din değiştiriyordu. Yani aile ile oluşan duygusal ve aidiyet bağları din seçiminde bile belirleyici oluyordu, olmaya devam etmektedir. 

 

Kan bağı ile ifade edilen, varlığımızla dolaysız ilgili olan fıtrî unsurlardır. Demek oluyor ki aile birliği, diğer sosyal kimlik ve gruplarla kıyaslanamayacak kadar özel, mahrem, ayrıcalıklı bir yakınlıkla tesis edilir. Bir anlamda her bir aile ferdinin bir yanı diğeri ile tamamlanır, açıklanır veya anlamlı bütünlük oluşturur. O nedenle aile fertleri psikolojik çözümlemeyi de aşan bir ünsiyet ve insiyakla birbirinin ruhunu bilirler. Çünkü ailede her bir fert diğerinin canıdır, kalbidir, ciğeridir. Birinin varlığı diğerine bağlıdır ve diğeriyle mümkündür. Aile olmak tam da budur. Bir topluluğun, üyeleri arasındaki samimi, içten kaynaşma ve anlaşmaçoğu zaman ‘aile’ kavramı ile ifade edilir: ‘Biz bir aile gibiyiz.’ 

 

Aile olmak varlığımızı birlikte büyütmek, paylaşmak, birbirimize adamak demektir. Üstelik ilk kez bir başkası, ötekileşmeden, ötekileştirmeden varlığımızla bu kadar ilâhî ve doğrudan ilgili, ilişkilidir. Bizde hayata, dünyaya, varlığa ilişkin ilk izlenimler ailede oluşur. Birey olarak kendi varlığımız dışındaki ilk kişileri yani ilk ‘öteki’lerimizi aile fertlerimizle tanırız. Varlık coşkumuz veya korkumuz, kimlik ve bilincimiz o kişi veya kişilerle mümkün olmuştur, olmaktadırAynı şekilde benim varlığım da ailemin diğer üyeleri üzerinde belirleyici olacaktır. Öyleyse ben bir anlamda ötekiyim; öteki ile varım. Öteki varsa benim bir anlamım, önemim olacaktır. 

 

Tek başına, yalnız başıma bir benliğim olamaz. Kimsesiz insanın kimliği de olmaz. Çünkü kimlik, insanın kendini tanıtan özelliğidir. Bir anlamda kimlik, benim ötekiden ayrışan veya birleşen yanlarımdır. Konu iki zıt yaklaşım açısı ile anlaşılabilir: Biri varlığını ve kimliğini öteki ile birlikte inşa eden dostluk ve yardımlaşma merkezli yaklaşımdır. Bu yaklaşımlarda aile kutsaldır veya kutsallık ölçüsünde değerlidir. Diğeri ötekini varlığı için cehennem derecesinde tehdit görür. Bu yaklaşım daha çok din ve gelenek yapılarına yaslanan hayat ve kültürden kopuk hatta onlara düşman ideolojik yapılarda görülür. Sartre ‘Başkası benim için cehennemdir’ derken hem bu algıyı hem de insandan, merhametten, aileden uzaklaşan, uzaklaştıkça eşsiz zulümlerin girdabında ıstırap çeken batı insanını yansıtıyordu. 

 

Bizim için aile, beden ve ruh olarak benlik ve kimliğimizin birlikte oluştuğu ilk fıtri çevredir. Fıtrî çevre dememin sebebi yaradılışın bu hususî çevrede ve bu hususî çevre ile açılım kazanmasıdır. Ve yine ‘fıtrî olanla aynı zamanda ilahî olanı kastediyorum. Ayrıca Âdem ve Havva atalarımızdan bu yana bütün insanlık soyu, aile dayanak ve temelini muhafaza ederek varlığını sürdürmüştür. Bu anlamda aile, nesillerin bilgi, tecrübe ve görgülerini, kültür ve geleneklerini birbirilerine aktardıkları öğrettikleri bir okuldur, ocaktır. Yani dili, dini, ırkı, coğrafyası ne olursa olsun, insan varlığı ve kültürü içinde aile, temel değerdir. Sadece çevre değil nesillerin deden toruna devreden sürekliliğiyle içinde birlikte var olduğumuz çatıdır.Özetle aile sığındığımız, barındığımız, korunduğumuz evimizdir, yuvamızdır. 

 

Aile evvela insanın sosyal bir varlık olduğu ontolojik gerçekliğini ifade eder. Bir yönüyle buna sosyolojik gerçeklik de diyebiliriz. Bir yönüyle dememin sebebi, ailedeki ilişki ve bağlanışların varlığımızı biçimlendirmesi sosyolojik hatta psikolojik etkilerden çok başka ve fazla bir gerçeklik olmasındandır. Aile, anne-baba-çocuklar, dede, nine veya ev halkı arasında zenginleşerek gelişen ilişkiler içinde sadece bedensel gelişmemizin değil, akıl, ruh, duygu dünyamızın da gelişip genişlediği yerdir. Hayallerimiz, anlayışımız, hayat ve dünya görüşümüz, merhamet, sevgi, saygı gibi derin duygularımız, tecrübelerimiz, dilimiz, düşüncemiz, mantığımız, tercihlerimiz, zevklerimiz, inançlarımız, huyumuz, görgümüz her şey, her şeyimiz öncelikle ailemizde teşekkül eder. Aşkı, acıyı, sevinci, hüznü önce ailemizde, evimizde öğreniriz. İlk sesler, ilk sözler orada dimağımıza yerleşir. İlk şarkılar, ilk şiirler, masallar orada dünyamıza ait olur veya biz onların dünyasına ailemizden, evimizden gireriz. Birlikte sevinmelerle coşkuyu ilk kez orada büyütür, birlikte üzülmelerle hüznü önce orda azaltırız. Bu ilişki düzeni içinde varlığımız birbirine bağlanır.

 

Ailede öğrendiklerimiz sadece bilgi değeriyle değil, asıl öğrenme biçimiyle değerli, kalıcı hatta genetik olurlar. Anne karnından başlayarak ana kucağına, ana ocağına ve sonra sokağa, mahalleye doğru genişleyen ilişkimiz, diğer evlerin, ailelerin tarzıyla buluşarak kültür ırmağını gürleştirirler. Milletlerin kültürü de kimliği de, ayrıntılarını bu buluşma ve akışta gözleyip yaşayabileceğimiz temel tasavvurlarla oluşur, yenilenir. Böylece kültür ve gelenek,hayatın akışı içinde çok ustaca düzenlenen kademeli geçişlerle hem benliğimize, karakterimize mal olur, hem de yön verir. Özetle evde ve aile merkezli olarak öğrendiğimiz bilgilerin toplamı ile bir hayata tekâmül ederiz ve bir hayatla tekâmül ederiz. Burada her şey bir bütünlük arz eder. 

 

Düşle gerçek, masal ile hayat, şefkat ile otorite kendi sınırlarını ve ölçeklerini muhafaza ederek hayatı bütünler, kişiliğimizi tamamlarlar. Anne sonsuz şefkattir meselâ. Sınırsız fedakârlık. Var oluşumuzun emniyeti, temel dayanağıdır. O varsa sıkıntı yoktur. Anne varlığımızın mutlak koruyucusu. Evi o çekip çevirir. Her yere onun kokusu sinmiştir. Baba sanki sabah bir rüyadan ayrılır gibi çıkıp giden ve akşam bir rüyaya döner gibi hayatımıza giren bir kahraman. Biraz mesafeli. Çünkü anne değil. Ama hayata biraz mesafeli durmak gerektiği veya ilişkilerde mesafeye de özen gösterilmesi gereken hiyerarşik işleyişi, belki de ilk ondan ve onunla öğrenilir. Tatlı bir mesafedir bu. Ne ki ilerleyen zamanda o bir güven unsuruna dönüşür. Dayanaktır, destektir, kaynaktır. Anne nasıl daha çok duygu ise, kayıtsızlık, koşulsuzluk ise baba da o duygunun boş bıraktığı yanları tamamlar. Akıl, gerçekler, ölçü ve gerektiğinde sertlik, kararlılık. İlerleyen çağlarımızda anne babaya, baba anneye benzeyebilir ancak nine ve dede motifleri varlığımıza yeni bir büyü ve boyut katar. Annenin de babanın da hürmeti eksik etmedikleri iki figür. Adeta bu devletin gerçek malikleri onlardır. Kurucu, veya bir kadim, bir köklü geleneği hayata aktaran adeta o geleneğin izlerini gözeten naif, münif insanlar. Bilgi ve tecrübeleri ile sanki bir tarih, tarihin müşahhas uzantıları; sanki tarihten çıkıp gelmiş gibidirler. Sözleri, bakışları, sevgileri, bütün yaşanmışlıkların iyi ve kötü yanlarını görüp geçirdikten, süzüp eledikten sonra kıvamını bulmuş hoş insanlar. Sevgileri, kaygıları, tasaları, beklentileri temsil ettikleri tarihsel olgunluğa göre rengini, ritmini bulmuştur. 

 

Onlarınki bir üst bakıştır. Onlarınki kucaklamaktır. Gündelik, geçici şeylere takılmamaktır. Çocukla çocuk olmaktır. Büyüklere karşı sözün ve kararın gerçek sahibi. Bu sahiplik, bu sahiplenme esasen nesiller arası sorumluluğun onlara yüklediği insanlık görevidir. Bu sorumluluk ve görev anlayışı içinde onların dilleri, duyuş ve duruşları, anlama ve izahları daha evrensel bir nitelik kazanır, kazanmıştır. Kapris bilmeyen, kompleksi tanımayan; içten, olduğu gibi. İşte çocuklar evde özellikle de böyle bir evde varlığının kayıtsız koşulsuz teminat altına alındığı anne kucağından dedenin nasihatlerine kadar bir süreçte gittikçe genişleyen halka ve kademelerin uyumlu, sıkıntısız geçişleriyle tamamlana tamamlana, hayatla, dünyayla, insan ve toplumla temasını düzenler. Bu müthiş bir mekanizmadır. Fertleri böyle bir mekanizma ile eğitilip, millî varlığın değer ve ilkeleri ruhlarına dokunarak yetişmiş millet ne kadar sağlıklı, ne kadar dayanıklı, güçlüdür. 

 

Güçlü aile temeliyle yapılanmış bir milleti zayıflatamazsınız. O millet her hareketle sarsılmaz, her sarsıntıyla yıkılmaz. Esir alınmaz, teslim olmaz, diz çökmez. O milletin direnişi kırılamaz.Çünkü her ev bir mevzidir. Tam da bu sebeplerle millet varlığımızı yok etmeyi amaçlayan emperyalizmin her türlü yolu, yöntemi deneyen saldırıları sonuçsuz kalmıştır. Çünkü vatana, millete, istiklâle sahip çıkmak imana, dine ve onunla özdeşleştirilmiş değer olarak aileye sahip çıkmakla eş değerdedir. O nedenle vatan bizim evimiz, yuvamız, milletimiz ise geniş ailemizdir. Vatan namustur. Çünkü ailemiz, ailemizin mahremiyeti bizim için namustur. Bu gerçeğin psikolojik tahlilinin özünde doğrudan tanrısal bağlanış ve inayetle şeref kazanmış insanın bu hakikatten bağımsız olmayan öz saygısı vardır. 

 

Son tahlilde vatan ve millet sevgisi, iman meselesinden ayrı mütalaa dilmemiştir. Varlığımızı feda edeceğimiz bu esas amacın anlamını ve önemini en yüksek düzeyli duyuş ve duyuruşlaiman ve İslâm şairi Mehmet Âkif Ersoy dile ifade etmiştir. Bu sebep ve alaka iledir ki, aile milletimizin temel taşı, hücreleridir. Aile bizim için dayanaktır, sığınaktır, mekteptir ve yerine göre karargâhtır, ocaktır. Aile hayatımız gerçeğinin ışığı altında, bütün bu kavramlar ayrı ayrı incelenmeli, iyi anlaşılmalıdır. Nitekim ‘Korkma’ diye başlayan İstiklâl marşımızda aile ‘ocak’ olarak ifade edilmiş ve ocak tüttüğü sürece yani bu aile yaşadığı, yaşatıldığı sürece bu millete zeval olmayacağı yoğun metafor ve imgelerle ifade edilmiştir. 

 

Hiç anlatmaya gerek yok ki, sancak, milletimizin temel değerleriyle özgürlüğünü, bağımsızlığını temsil eder. Sancakla yani milletimizin temel değerleriyle aile yani ocakarasında doğrudan bağıntı kurulması muhteşemdir. Ocak kültürümüzde askeriyeyi ve tasavvufi derinliği de ifade eder. Asker ocağı deriz. Askerliği de peygamber ocağı olarak niteleriz. Kimi tarikatlarda eşik ve ocağın manevî anlamları büyüktür. Örneğin Mevlevihanelerde Âteşbâz-ı Velî Ocağı vardır. Bu ocaklarda yemek pişirilir, dervişlere, çelebilere, misafirlere ikram edilirdi. 

 

Tam da burada bir anımı paylaşmak fazladan sayılmasın. Gencim. Sanat Tarihi okuyorum. Bir gün ‘Selçuklu Sanatı’ dersimizin hocası, aynı zamanda Kültür Bakanlığının da müsteşarı olan Mehmet Önder ile birlikte Konya Mevlâna Dergâhını etüt ediyoruz. Âteşbâz-ı Velî Ocağını anlatırken “Bakın çocuklar” dedi, “”Burada yemek pişer, ama ondan da önce insan pişer.” Hem de öyle pişer ki, İskender Pala’nın güzel anlatımıyla derviş abayı yakar da farkında olmaz. Ocakta böyle bir eriyişle erir insan, kendinden geçer. Kendinden geçtikçe varlığın, varlığının hazzını tadar. Sonuç itibariyle Âkif’in işaret ettiği gibi kendinden geçerek var olan, var oldukça kendinden geçen insanları yetiştiren gerçek ocak olan ailelerimiz, evlerimiz var oldukça, bu aşk, bu bağlanış, bu ideal hep var olacaktır. 

 

Aile sevginin, yardımlaşmanın, samimiyetin, fedakârlığın, nasihatin, merhametin ocağıdır. Ahlâklı ve huzurlu toplumu inşa edecek yegâne şey, bilinçli ailelerdir. Ailelerin aile olma şuuru ne kadar yüksekse, toplum o kadar sağlıklı, sağlam olur. Ailenin merkez ve esas olduğu bütün dünya toplumlarda, onunla var olan değerler hayata şu ya da bu şekilde hâkimolmuştur. Bunda ailenin ilâhî, dinî ve bütün bir insanlık geleneği ile ilgili temel, kadim bir kurum olmasının payı büyüktür. 

 

Modern yaşama biçimiyle ekseni değişen hayatla birlikte bu düzen önce batıda sonra onun etkisiyle muvazenesini kaybeden toplumlarda bozulmaya başladı. Önceleri makineye dayalı üretimin artmasıyla büyüyen istihdam açığını karşılamak için işgücü olarak kadınlardan faydalanma yoluna gidildi. Sanayileşme ve üretim artışı ile elde edilen maddî zenginliğinbüyüsü ile kimi değerlerden tavizler verildi. Kısa zamanda kadın din ve gelenekten hızla uzaklaşan modern toplum ve modern insanın yeni hayat ve varlık anlamını oluşturan başatfigüre dönüştürüldü. 

 

Kadının ekonomik özgürlüğü ve özgür kişiliği ile sosyal hayatta yerini alması sloganları ile oluşturulan ilk feminist dalga kadın üzerinden hem yeni insan ve toplum tasarımını hayata geçiriyor hem de kendisine sömürü ve istismara sınırsız ölçüde açık yeni üretim ve pazar alanı açıyordu. Moda ve reklamın ayartıcı, kışkırtıcı etkisiyle kozmetikten, eğlenceye bütün sektörlere kadar, kadın, yeni dünyanın vazgeçilmez istismar ve sömürü unsuruydu. Feminist dalga kısa zamanda kadın hakları ve özgürlüğünden evirilerek dine, hususen kiliseye, geleneksel ahlakî bakış ve ilkelere amansız savaş veren ideolojinin adı olarak çağdaş anlayışı temsil edecektir. Feminizmin bu yeni düşüncelerle kadim ve geleneksel değerlere saldırmasının asıl amacı, kendi kazanç alanını ve imkânını genişletmekten başkası değildir. Çünkü geleneksel dinî yapıların hayat ve insan ilişkilerinde haram, helal, kanaat, ahlâk, israf, günah gibi kavramları her türlü sınırı ahlâksızca, alçakça çiğnemekten çekinmeyen kapitalizm için daraltıcı, engelleyici bir etki yapıyordu. Bu değerlerle yaşayan insan modernizmin nevzuhur, yapay ürünlerine tevessül etmezdi. İnsanları icat edilmiş ihtiyaçların ürününe elverişli müşteri yapmak için tam bir sosyal mühendislik çalışması ile algılarının değiştirilmesi, gidereyenidünyanın imaj ve değerlerine koşullandırılmaları gerekirdi.

 

Yeni teknolojik ürünlerin akıl almaz hız ve çeşitlilikle değiştirdiği hayattan toplumla birlikte aile, aileyle birlikte toplum etkilendi. Etkileşim daha çok ve nedense hep olumsuz yönde seyretti. Sıcak, aşkın bağlarla birlikte var olmanın merkezi olan aile zayıfladı. Sıcaklığını, etkisini yitirdi. Sevgi, şefkat, ahlâk, merhamet temelli ilişkilerin yerini nefret, intikam, ihanet, öteleme, ötekileştirme eğilimleri aldı. Bugün aile ve toplum eğilimlerini biçimlendiren ana duygular bunlar değil midir? Modernite üstelik ‘özgürlük’, ‘bağımsızlık’ söylemleriyle aileyi dağıttı, önemsizleştirdi. Aile fertlerinin mecburiyetlerini alaya aldı, bağımsızlığın önündeki engel olarak gördü. Anne babaya, baba çocuğa, çocuk anneye mecbur değildi. “Annemsin diye her şeyime karışacak mısın?” “Babam olmak sana her şeyime karışma hakkını mı verir?” “Kimse bana karışamaz, herkes kendi yolunu kendi çizer” Babanın otoritesi annenin şefkati kalmadı. Ebeveynler huzurevlerinde. Kreşlerde bakıcıların sevgisiz insafına terk edilen çocuklar ebeveynlerinden intikamlarını onları huzur evlerine kapatarak alıyor gibiler. Adeta “Vaktiyle bizi mahkûm ettiğiniz sevgisiz, şefkatsiz yaşamanın bir kısmını tadın bakalımdenilmektedir. 

 

Modernizm, çıkar merkezli, öteleyici, ötekileştirici ilişkilere elverişli bir zemin oluşturuyor.Yeni yaşama biçiminde evler en iyi ihtimalle otel gibi, pansiyon gibi kullanılır olmuştur. Evde artık nesiller, kuşaklar arası derin bağlanışların duygusal yansımaları yaşanmıyor. Bazen hüzünle, bazen coşkuyla anlatılan masallar, anılar, nasihatler, dilimizi, dünyamızı renklendirmiyor. Şimdi evde geçirilen ortak vakitleri, televizyon dizileri, internet gezinmeleri,cep telefonları işgal ediyor. Sosyal medya aile bağlarını zayıflatıyor. Aile içi ilişkiler adeta birbirine yabancı, birbirine dargın insanların ilişkisine benziyor. Soğuk, yüzeysel, sentetik.Anne çocuğuna söz geçiremiyor. Çocuk babasından ilgi göremiyor. İpin ucu kaçmış vaziyette. Eşlerden biri duruma itiraz etse en basitinden psikolojik baskı ve şiddet gerekçesiyle hemen biri evden koparılıp korumaya alınıyor, diğeri uzaklaştırılıyor, hüküm giyiyor. Ne de olsa toplum huzurunu sağlamak için inceden inceye düşünülerek hazırlanıp yürürlüğe konmuş yasalar var! Çocuk, bakımevine, anne veya baba sığınma veya korunma merkezlerine. Avrupa Birliği standartlarına uygun, İstanbul Sözleşmesine aykırı değil! Yarım kalmış duygular, tadına varılmamış sevgilerin trajik hüznü ağır bunalımlara sebep oluyor. Tam da suç şebekelerinin kullanımlarına uygun bir ortam oluşturuluyor. Yaşasın özgürlük, yaşasın uygarlık! Neredeyse yasal imkânlarla sektörel faaliyet sürdüren fuhuş ve uyuşturucu organizasyonları, çocuk tüccarları ve organ mafyası en alçak istismarlarla söndürdükleri, kararttıkları hayatlar üzerinden astronomik kârlar elde ediyorlar. Birilerinin hüznü diğerlerine sevinç sebebi oluyor. Birilerinin gözyaşı birilerinin çılgın kahkahalarına sebep oluyor. Üzülenler, ağlayanlar, zorla trajediye itilenler^, ne hikmetse hep namuslu, ahlâklı insanlar oluyor. Bunların yoluna çıkılıyor, imkânları ellerinden alınıyor. Sorgusuz sualsiz alçaklıkları ödüllendirilenlerse şu tesadüfe bakınız ki hep ahlâksızlar, imansızlar oluyor. Hep bunların önü açılıyor, bunların imkânı genişletiliyor.  

 

Gündelik hayattan da gözleneceği gibi burjuvazinin para kazanma hırsıyla yerleşik değerlere savaş açması ile ideolojik karakterini kazanan kapitalizm, dünyayı ve insanlığı ifsat etmek isteyen kirli, karanlık odakların amaçlarına uygun işletilerek önce kadını ailenin ekseni olmaktan çıkarmış, sonra aileyi dağıtarak toplumu ve bütün bir insanlığı bozguna uğratmaya yönelmiştir. Bir helakı haklı gösterecek ölçüde azgın, sapkın bir boyut kazanan kokuşma ve çözülme düşünülenden de ağırdır. Özet bir değerlendirme yapmamız vicdani sorumluluğumuzun gereğidir: Sadece cinsiyete indirgenerek kurgulanan söylem ve eylemle kadını ve erkeği gündem eden her hareket, insanı, tanrıyla özgür muhatap olma şerefi kazandığı ayrıcalıklı yerinden kaydırmakta, kaçırmaktadır. Ontolojik göçme ve çökmeyle vasıflarını yitiren insan, fıtrî, doğal düzenini bozmaya çalışmak gibi anlaşılmaz bir çaba içindedir.

 

Kadın hakları veya insan eşitliği gibi masum gözüken söylemler arkasına gizlenen niyeti karanlık hareketler, insan varlığımızı, birlikte var oluşu, toplum düzeni ve uyumunu, idealleri, maneviyatı tahrip eden sonuçlar üretmektedir. Kadim, köklü değerleriyle geleneksel yapılarısarsma, aile düzeni ve toplum huzurunu bozma amaçları artık aşikâr olan bu hareketlerinanlamsız, manasız bir tahammülsüzlük, öfke, nefret ürettikleri yaşanan gerçektir. Önce toplumsal cinsiyet üzerinden dillendirip sonra cinsiyetsizlik üzerinden tanımlayıp dayatılan iğrenç saçmalıklar, kültürel şuuraltında insanlığa karşı duyulan nefret ve husumeti içermektedir. Ortalığa saçılıp dökülen rezalete karşı çıkanlar, adeta hak ve özgürlük düşmanlarıymış gibi muamele görüyor, insan onurunu taşıyor olduklarından dolayı adeta suçlanıyorlar. Bu çarpık ve şeytanca düşünceler nezdinde kadın veya erkek cinsiyetiyle var olmak ilkel olmak gibi algılanmaktadır. Yaradılış amacımıza ve işlevimize uyumlu insan olmanın anlamı kalmayınca, insan olarak bize anlam katan değerlerin de anlamı kalmamaktadır. Uyum, anlayış, sevgi, şefkat yok edilmekte, iman, ahlâk, edep, hayâ dert bile edilmemektedir. Ruhlarda ve vicdanlarda bir kırıntısıyla bile kalan insan cevheri, dayanmanın son sınırında infilak etmeye hazır bir yanardağ gibi içten içe kaynamakta bazen de şiddet ile infilak edebilmektedir. En derinlerde en temelde şiddete yönelişin ana sebeplerinden biri budur, bu olmalıdır. Bu süreçte yaşanan felaketlerle en çok ve öncelikle kadınlar, onlarla birlikte aile ve aile fertleri mağdur olmaktadır.  Daha fazla üretim, daha ışıltılı hayatlar, daha fazla zenginlik, daha fazla çağdaşlık, gelişmişlik, modernlik, sözüm ona daha fazla uygarlık için insanlığın yaşadığı rezalete bakınız. Dante’nin ‘İlahî Komedya’sı değil bu. İnsanın kendi elleriyle yazıp yaşadığı ‘Beşerî Komedya’. Zavallı insan, yaradılış anlam ve amacından gafil olunca nasıl da zevk duyarak kendini tüketiyor! Veya kendini yok etmekten nasıl zevk alıyor! Sonuç itibariyle insanlık, düşüp parçalanmaya bir adımın kaldığı bu karanlık uçurumun kıyısında gördüğü rüyadan veya kâbustan uyanmalıdır.  

 

Avrupa Konseyi tarafından hazırlanıp imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi neredeyse hemen hiç gündeme getirilip tartışılmadan imzalanmış sözleşme yasalaşmadan iki yıl önce 6284 sayılı kanun TBMM’de yasalaşmıştır. Yasa, uygulamasıyla ortaya çıkan mağduriyetlerin başta aile bütünlüğünü parçalayan olumsuz etkileri sosyal, ahlâkî bir soruna yol açmasıyla tartışılır olmuştur. Başta yasayı ideolojik biçimlendirmenin daha doğrusu çökertmenin aracı olarak görmek isteyen baskıcı, dayatmacı anlayış olmak üzere, baştan konunun iyi niyet ve sağlıklı bir süreçle tartışılmamış olması, konuyu serinkanlı, sağlıklı çözme imkânını da zora sokmaktadır. Bize öyle geliyor ki; kimi haklı yanları olmakla birlikte sözleşme, toplumsal cinsiyetle başlayıp cinsiyetsizleştirmeye doğru evirilen ifsat sürecinde Türk toplumunun aile esaslı örgüsünü ve manevî bağları tahrip etmeyi, başaramıyorsa zayıflatmayı amaçlamaktadır. Sözleşmeyi, kadına şiddeti önlemek gibi son derece masum, haklı, adil ve vicdanî bir gerekçeyle savunanlar daha doğrusu dayatanlar, korkunç hatta aşağılık bir çelişkiyi yaşama biçimine dönüştürmüşlerdir. Suriye’de, Mısır’da, Miammar’da savaş, terör ve göç ile mağdur olan kadınlar bir yana, Esadın ve Siyonistlerin zindanında zulme ve tecavüze uğrayan hatta çocukları PKK tarafından dağa kaçırılıp terörist yapılan kadınların haklı taleplerine karşı sessiz, sağır kalmaları, onların aşağılık bir amaç güttüklerini göstermeye yeter. Onlara göre, ancak insanlığın ahlâkını bozmaya yol açacak her türlü azgınlığa malzeme olarak kullanılacak olayların önemi vardır. Değilse öbürlerinin ne eğitim, ne sosyal hak, ne de insan hakkı olarak hemen hiçbir değerleri yoktur. Bunlar ideolojik çerçeveleri içine girmeyen negatif tiplerdir; gündemden de gözden de düşürülmelidir. Ailesini bir araya getirmek isteyen kadının talebine duyarsız kalınmalıdır. Dağa kaçırılıp taciz ve tecavüze maruz bırakılan kız çocuğu gündeme getirilmemelidir. Çünkü bu mağduriyetlere, kendi yandaşları, yoldaşları sebep olmuştur. Bu çelişki, çatışma hattında gerekirse ve elbette terörden yana bile tavır alınabilir. Terörle, darbecilerle işbirliği yapılabilir. Bu yolla hak gaspları ve şiddet kitlesel ölçekte bile meşrulaştırılabilir. 28 Şubat sürecinde binlerce genç kızımızın sırf başörtüleri sebebi ile üniversite kapılarından döndürüldüklerini unutmadık. İnançlarından dolayı kızlarımızı mağdur eden, aynı sebeple kadınlarımızın işine son veren, onları yargılayıp tutuklayan zehirli zihniyetin bugün sözüm ona kadın ve özgürlük adına haktan, hak adına özgürlükten bahsetmesi iğrenç bir yalandır. Bunlar yalancı ve ahlâksızdır. Çünkü bunların insan olarak bir değerleri de, saygınlıkları da, şerefleri de yoktur. Bu var olma biçimi ve değerler onların özgürlüklerini kısıtlar. O nedenle bunlar namussuz ve şerefsizdir. Namussuzluk ve şerefsizlikte yarışırlar. Hatta bu amorf durum, bütün bir insanlık aklını, vicdanını dehşete düşürecek ölçüde özgürlükle yorumlanmalıdır. İşte bal içinde zehir yutturan 6284 yasasının arkasındaki ideoloji budur. 

 

Aile, dili, dini, coğrafyası, zamanı ne olursa olsun yaradılışımızdan getirdiğimiz onurun, kadim insanlık geleneğinin, tecrübesinin, bütün zamanlar boyunca sonraki kuşaklara devredildiği merkezler, birliklerdir. Aileyi hedef alan her hareket aslında kadim insanlık birikimini ve değerini hedef almıştır. Bugün insanlığın yaşadığı trajedi ve ahlâkî sefalet aşamasında yapılmak istenen birinci şeyin para kazanmak olmadığı anlaşılmaktadır. Bugün insanlığı yok etmeyi amaçlayan ideolojik saldırılar, kadını da erkeği de anlamsızlaştırmaktadır. Propagandası edilen dahası dayatılan ahlâksızlık, nesebi gayri sahih bir yeni varlık türü oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu varlık, insanlığın tarihsel evrimi sonrasında vardığı son aşama gibi anlatılmak istenmektedir. Bir şey evrim diyalektiği içinde konumlandırıldı mı, izah edildi mi artık rahatlıkla yanlışlarla doğrular yer değiştirebilir! 

 

Bizler bu yaklaşımın tasarladığı son aşamaya geçmeden önceki son insan nesli görülmekteyiz. Veya insanlığın kadim ahlâkından ve yaradılışından getirdiği ontolojik son aşamadan sonra evirildiği yeni türün iman, ruh, duygu, âşk, sevgi, merhamet, şefkat gibi değerleri olmayacaktır. Böylece bu değerlerin ağır yükünden kurtulmuş olunacaktır. Değerlerle bağını koparan insan o zaman tam bağımsız olacaktır. Çünkü iman, ahlâk, vicdan, onur gibi erdemler şeytana uyan insanın ayak bağıdır. Bu insanlığın yüz binyıllardan beri birikimi adına korkunç bir durumdur. Bu hal, yabancılaşma, düşüş, bozulma gibi kavramların bile anlatmakta hafif kalacağı ağır bir çürümedir.

 

İnsanı, insanlığından utanır hale getiren yeni biçimlenmenin sözüm ona aşağılık düşüncesi nereden, nasıl, niçin çıkabilir? Bu da ayrı bir konu; ancak yapılması gereken ilk tespit, artık evelemeden gevelemeden doğrudan insanlığı düşman gören bu tertiplenmenin insanîolmadığıdır. İnsanlık düşmanı bu tertiplenme doğrudan şeytanî bir oluşumdur. Para kazanmakla değil, doğrudan tanrının düzeni ile savaşmakla tatmin olan bir çarpılmış zihniyetin tezahürüdür. Şuuraltında tanrıyı zaten öldüren, ötekini cehennem gören sapkınlık,mutlak iktidarını kuramamanın şaşkın şuursuzluğu ile çıldırmakta, delirmektedir. Bu artık kapitalizmle, sosyalizmle, liberalizmle şu ya da bu izmle değil doğrudan şeytanlıkla, seytanizmle izah edilecek bir olay ve olgudur. Sonuç itibariyle dini, inancı ne olursa olsun doğrudan bütün bir insanlığa, insanlığa biricik vasfını, değerini kazandıran unsurlara, aileye,aileye dayanan toplumlara karşı amansız bir savaş başlatan bu yapının lideri, öncüsü, akıl hocası şeytandır. 

 

Tanrıya ve kutsala karşı oldukları için ahlâksızlıkta da zorbalıkta da sınır tanımıyorlar. Bu insanımsı türler, değeri değersizleştirecekler, değersizliği özgürlüklerinin teminat ve dayanağı sayacaklardır. Bu anlamda bir milat yaşamaktayız. Bizden önce ve bizden sonra insanlık halleri çok değişik olacaktır. Bu yönde telkinler ve gelişmeler olmakla birlikte kendi payıma ben, doğrudan Allah ve yaradılışla bağlantılı varlığımızın kolay teslim olacağına inanmıyorum. Hatta asla teslim olmayacaktır. Bu insanlık göğünde ve ufkunda yüzen al sancak sönmeyecektir. Teslim olmayan imanın, her zaman izzeti seçen, zillete diz çökmeyen özgürlüğün, insan ve kul olmanın sembolü olan bu sancak, bu aziz milletin elinde bu kez de bütün bir yeryüzünün, bütün bir insanlığın istiklâl ve istikbali için dalgalanacaktır. Sönmeyecek bu şafaklarda yüzen al sancak. Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak! 

 

Mesele dönüp insanın yaradılışında Âdem’e secde edilme sürecinde şeytanın isyan etmesiyle anlatılmak istenen hakikatin görünür, gözlenir gerçekliğine geliyor. İşte böyle bir gerçeklik yaşamaktayız. Güzel hasletleriyle Adem’in yaradılışından dolayı Allah’a secde etmeyen yapı insanı ayartıyor, aldatıyor, ifsat ediyor. Aldanışın büyüsüne kapılanlar insan olmaktan çıkarak sorumluluklarından uzaklaşacaklarını, böylece sorumsuz bir özgürlüğün rahatlığına ereceklerini sanıyorlar. Var oluş anlam ve hakikatini ancak insan olarak insan kalarak idrak edeceklerinin bilincinde olanlar, insanlığın kavgasını vermeye devam edeceklerdir. Bu asil, köklü ve en esaslı direniştir. İnsanlık direniyor. İnsanlığın direndiği hiçbir şey imandan, ahlâktan, edepten, irfandan, kültürden bağımsız olamaz. İnsanlığın direndiği her durumda felsefe direniyor, akıl, ruh, zekâ direniyor; bilinç, erdem, onur direniyor demektir. İnsanlık kazanacaktır. Yani onur, vicdan, ülfet, rahmet, dostluk, sevgi, dayanışma, sahiplenme, birliktelik kazanacak demektir. Aile, toplum, kültür, medeniyet kazanacak demektir. Yaşasın insanlık demek yaşasın iman demektir, yaşasın aile, toplum, medeniyet demektir. Yaşasın insan, yaşasın aile, yaşasın millet ve yaşasın medeniyet.*

 

______

 

* Bu yazı, Nilüfer Zontul Aktaş’ın hazırladığı, Yeşilyurt Belediyesi ve Eğitim-Bir-Sen Malatya 1 no’lu şubenin kültür eseri olarak yayınlanan ‘Aileyi Korumak Fethimizdir’ adlı kitaptan alınmıştır. s.221-236, Malatya 2021.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

 

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!