Aksa Tufanı'nın Üçüncü Yılına Girerken Bir Değerlendirme
Aksa Tufanı’nın üçüncü yılına girdik. Konuşacak ve yazacak o kadar çok şey var ki… Fakat şu sorunun yanında hepsi önemini yitiriyor: İktidar, tarihin en acımasız soykırımı sürerken iki yıl boyunca İsrail’le ilişkilerini sürdürmeyi nasıl başardı? “Ne yaptı, nasıl bir strateji takip etti” de ciddi bir “toplumsal muhalefet” görmeden bunu becerebildi? Nasıl oldu da “insan” olan herkesi çileden çıkaracak kabus gibi bir politika geniş bir kitle tarafından kabul gördü?
Nasıl oldu da o kadar çok şey söylendi de asıl söylenmesi gereken söylenmedi?
*
Bütün problemin özü bir “Filistin davası bilincine” sahip olmamamızdan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Bu tespit ilk bakışta insana şaşırtıcı gelebilir: Bu kadar çok Filistin konuşan, bu kadar çok Filistin için gözyaşı döken ve Filistin için bu kadar çok yardım dernekleri olan bir ülkede bu nasıl olabilir? Haksız ya da haddini aşan bir tespit değil mi?
Keşke öyle olsa ama değil. Biraz sonra bir kaçını zikredeceğim pek çok kanıt bir Filistin bilinciyle hareket etmediğimizi gösteriyor. Fakat merak ettiğim şey şu: Gördüğümüz şey gerçek bir “bilinç yokluğu” mu yoksa her şeyin farkındalar da “rol” mü yapıyorlar? Eğer rol yapıyorlarsa bu bir bilinç sorunu değil, ahlak sorunudur. Buna da bizim yapacağımız bir şey yoktur. O yüzden ben bir “bilinç sorunu” olduğunu varsayarak devam edeceğim.
Bunu anlamak için örnek bir soru üzerinden ilerleyebiliriz: Neden toplumumuzda İsrail’e karşı bir “bireysel ekonomik boykot” duyarlılığı var da İsrail’e karşı “siyasal boykot” duyarlılığı yok?
Daha da somutlaştırarak soralım: Neden ortalama bir İslamcı’nın/dindarın gözünde “Cola içmek”, “Ariel almak” ya da “Starbucks’a gitmek” büyük bir suç iken İsrail elçiliğinin açık olması gündeminde bile değildir? İsrail’in iktidar tarafından “devlet” olarak tanınması neden birinci bir mesele değildir? Bir başka önemli soru şu: Bu duyarlılık kendiliğinden mi oluşuyor yoksa bu duyarlılığı iktidar mı yönetiyor? İsrail’e muhalefetin ve Filistin’i desteklemenin yönünü ve alanlarını kim tayin ediyor, sınırlarını kim çiziyor?
İlk sorudan başlayalım. Hem soruları biraz daha derinleştirelim hem de cevabı aramaya devam edelim.
Tarih 28 Ekim 2023. İktidar “Büyük Filistin Mitingi” düzenliyor. El-Ahli hastanesi katliamının üzerinden birkaç gün geçmiş. Toplum kelimenin tam anlamıyla barut gibi. İnanılmaz bir öfke ve çok büyük bir beklenti var. Bir milyondan fazla insan meydanda toplanmış. Erdoğan kürsüye çıkıyor ve konuşmanın sonlarına doğru şu cümleleri sarf ediyor:
“Geçtiğimiz günlerde İsrail yönetimine yaptığım çağrıyı burada bir kez daha ifade ediyorum…. Gelin bugün bize kulak verin. Gelin bugün mazlumlara yardım ulaştırma talebimize, barışı tesis etmek için diyalog kapılarını açma talebimize kulak verin! Gelin bugün kendinizin ve çocuklarınızın geleceği için belki de hayatınızda ilk defa hayırlı bir adım atın. Biz adil bir barışın kaybedeni olmayacağına inanan samimi inancımızla hareket ediyoruz. Muhataplarımızı da aynı anlayış etrafında buluşmaya çağırıyoruz.”
Bu konuşma iktidarın “iki devletli çözüm” olarak tanımlanan ana siyasetinin bir parçasıdır ve iki yıl boyunca iktidar her ne yaptıysa bu siyaset çerçevesinde yapmış ve iktidara entegre yapılar da bu sınırlar içinde hareket etmiştir.
Eğer toplumuzda bir “siyasal boykot” duyarlılığı olsaydı soykırımın en sıcak günlerinde Erdoğan bu cümleleri söyleyemez, en azından daha dolaylı ve örtülü bir şekilde söylerdi. Eğer bir “siyasal boykot” ve “Filistin bilincimiz” olsaydı, bu cümlelerle Soykırım makinesine “devlet” muamelesi yapılmaya devam edeceğini fark eder ve konumunu buna göre alırdı.
Tabii ki, bunlar eleştiri ve sorgulama konusu olmadı. Belki kimse fark etmedi bile bu cümleleri.
O gün Miting’te bir temenniyi yansıtan ama ilerleyen zamanlarda bir Filistin bilincine dönüşme ihtimalini içinde taşıyan bir şey daha oldu. Meydandaki kitle iktidarın riskli bulduğu bir slogan atıyordu: Mehmetçik Gazze’ye!
Bu talep neden bir Filistin bilincini yansıtmıyor? Çünkü kitle dillendirdiği taleple iktidarın içinde bulunduğu siyasal kampın ve yürüttüğü temel stratejinin karşıtlığını fark etmiyor; taleple talep edilenin “uyum” içinde olduğunu sanıyor. Daha açık bir şekilde söyleyecek olursak, bu talebin gerçek olması iktidarın eksen değişikliğini gerektiren yapısal bir dönüşümle mümkündü. Fakat yine de bu talep iktidarın “iki devletli çözüm” stratejisiyle uyumlu değildi ve yol açabileceği komplikasyonlar kontrol altına alınmalıydı.
Kabul etmek gerekir ki iktidar dahiyane bir strateji takip etti. Bu stratejinin ana teması şuydu: “Toplumun duymak istediklerini söyle ve onların enerjisini Türkiye’nin İsrail’le ilişkisine halel getirmeyecek alanlara yönelt” Amaç şuydu: Çok şey yapılmalı ama İsrail-Türkiye ilişkileri değişmemeliydi. İki yıl boyunca bu strateji başarıyla uygulandı.
“Bireysel ekonomik boykot” bu stratejinin önemli pratik tezahürlerinden biriydi.
Topluma inanılmaz bir “bireysel ekonomik boykot duyarlılığı” pompalandı. Her yerde boykot listeleri dolaşıyor, üniversite kantinlerine “boykotlu ürün” listeleri gönderiliyor, boykot yazılımları yapılıyor, boykotlu ürün alanlar düşmanlaştırılıyor, boykotlu ürün satanlar lanetleniyordu. Dahası “boykot simgesi” firmalar basılıyor, çalışanları tartaklanıyordu. Milyonluk yürüyüşler yapılıyor, her yürüyüşün sonu “boykota devam” talimatlarıyla bitiyordu. Adeta Cola ve Ariel almayarak İsrail’in çökertilebileceği gibi bir hava estirilmişti.
Şimdi burada durup şunu soralım: Neden boykot? Daha doğrusu neden bireysel ekonomik boykot?
Bu gerçekten iyi hesaplanmış bir stratejiydi. Çünkü topluma hem İsrail’e karşı bir şey yapmış olma argümanı/duygusu verip onları çaresizlik hissinden kurtarıyor hem de dikkati siyasal iktidarın sorumluluk alanından uzaklaştırıyordu. Bir başka ifadeyle “Filistin için bir şey yapıyormuş gibi görünme” imkanı veriyor ve kendimizi çaresiz hissetmeden bizi çaresiz bırakıyordu.
Son cümleyi biraz açmam gerekecek.
Çaresizlik öyle katlanılmaz bir duygu ki, ya bir şey yapmak zorundasın ya da sana o hissi veren şeyi unutmak. Unutmak; yani kaçmak, umursamamak, ilgilenmemek, başka bir yere bakmak. Bu, insanın en acayip özelliği. İnsanı çaresiz bırakan her ne var ise insan onları unutmayı tercih edebilir. Bunun adına “seçici unutma” deniyor. Unutmanın konforu hiçbir şeyde yoktur. O yüzden kendini çaresiz bırakan “o şey” hiç yokmuş/hiç olmamış gibi yaşayabilir insan. Bu, kanaatimce insanın en korkutucu özelliğidir: İsterseniz Gazze hiç yokmuş gibi yaşayabilirsiniz.
Fakat “Filistin”den kurtulması mümkün olmayan bizim gibi insanlar için bu mümkün mü? Filistin’i nasıl unutabilirsin ki? Soykırım görüntüleri 7/24 ekranlardan canlı bir şekilde akarken bu nasıl mümkün olabilir? Bombaların sesine kulağını tıkasan da, önüne düşen fotoğraflara gözlerini kapasan da İsra Suresi’ni Kur’an’dan söküp atabilir misin? Miraç’ı olmamış varsayabilir misin? “İlk Kıble” gerçeğini tarihten silebilir misin?
Özetle dindar/İslamcı kitle için tek seçenek kalıyordu: Filistin için “bir şey” yapmak. İşte bütün mesele bu cümledeki “ bir şey” ifadesinin yerine ne konulacağında düğümleniyor. Bu öyle bir şey olmalıydı ki, hem Türkiye-İsrail ilişkilerine halel getirmesin hem de kitlenin “çaresizlik” duygusunu aşmasına yardım etsin. “Bireysel ekonomik boykot” bunun için biçilmiş kaftandı. Ara bir not düşeyim: Dindar kitle sadece “boykot” yapıyordu demek istemiyorum. Boykotun dışında “dua”, “yürüyüş”, ve “Gazze’ye insani/ekonomik yardım” olarak sınıflandırabileceğimiz çeşitli “bir şey yapma” yolları vardı. Fakat boykot “İsrail’e doğrudan zarar verme” ihtiyacını karşılaması açısından önemliydi. Yine de bu eylemlerin ortak yönü “Türkiye-İsrail ilişkilerine” halel getirmeyecek ve Türkiye’nin Batı/NATO eksenli politikalarını hedef almayacak bir şekilde biçimlendirilmiş olmalarıydı. Bu ise İsrail denilen soykırım makinesini caydırma ihtimalinin tek yolu olan “iktidar gücünü” kullanma seçeneğini dışlıyordu. Neticede soykırım devam ediyor, günün sonunda hiçbir şey değişmiyordu. Sonuç çaresizlik hissinin devamıydı.
Kitle bir müddet sonra bunun farkında vardı. Çünkü katliamlar dur durak bilmiyordu. Sanırım bunda Aksa Tufanı’nın bu kadar uzun süreceğinin düşünülmemiş olması da etkili oldu. İsrail’in “birkaç haftada bitiririz” söylemi boş çıkmıştı. Yine de “bireysel boykot” stratejisi etkili olmaya devam edebilirdi ancak birkaç ay sonra iktidarın planlarını bozan ve “bireysel boykot” stratejisinin sorgulanmasına yol açan sarsıcı bir gelişme yaşandı: Metin Cihan isminde biri ortaya çıktı!
Anlaşıldı ki iktidarın kendisi İsrail’le milyarlarca dolarlık ticaret yapıyor, gemilerin biri gidip bir geliyordu. Üstelik bu ticareti yapanlar MÜSİAD gibi iktidarı temsil eden yapılardaki iş adamlarıydı. İktidar “suçüstü” yakalanmıştı ve ilk tepkisi de “inkar” oldu. Daha sonra başka manipülatif stratejiler de takip edecek ama bir süre sonra mızrak çuvala sığmayacak, ticaret yaptığını itiraf etmek zorunda kalacaktı.
Burada “Filistin bilincimiz” açısından sormamız gereken kritik bir soru var: Bu ifşayı neden Metin Cihan yaptı? İfşayı yapan isim ifşanın kendisi kadar sarsıcıydı: Ateist ve solcu bir kişi. Halbuki bu ülkede ömrü “Filistin” demekle geçmiş “İsrail ve Siyonizm” düşmanı olan onca dindar/İslamcı kurum ve kuruluş vardı. Kendini Filistin’e, Kudüs’e ve Mescid-i Aksa’ya adamış dernekler, vakıflar vardı. Bu takibi her şeyden önce onların yapıp ortaya çıkarmış olması gerekmez miydi? Daha kritik bir soru şu: Acaba görmediler mi, gördüler de seslerini mi çıkarmadılar?
Oysa vatandaş günlük hayatında “Cola” içmeyerek, McDonald’s yemeyerek, Ariel kullanmayarak İsrail’e zarar vermeye çalışıyordu.
Hemen ardından başka bir gelişme yaşandı: Filistin için Bin Genç isminde bir grup ortaya çıktı. İlk gündeme geldikleri eylem “Zorlu Plaza” eylemiydi. Yaka paça sürülüp çıkarılmışlardı. O zaman öğrendik ki meğer İsrail’in elektriği de “bizden” gidiyormuş. Gençlerin suçu buna itiraz etmeleriydi. Metin Cihan için sorduğumuz soru FİBG için de geçerli.
Sonra Direniş Çadırı gibi bir kaç grup daha ortaya çıktı. Bu grupların ortak özelliği “küçük” olmalarıydı ve ana akım STK’ların merkeze almadıkları meselelerin üstüne gitmeleriydi. DÇ ve FİBG birleşip Mayıs 2024’te SOCAR’ı Türkiye gündemine taşıdı. O gün toplum İsrail’e petrol sevkiyatına da Türkiye’nin aracılık yaptığını öğrendi. İktidarın buna cevabı sert oldu: 13 öğrenciyi şafak baskınıyla evinden aldı.
Bir cevap daha geldi sonraları: Varil başına 1 dolar 27 cent alıyorlardı!
Giden petrolle Gazze’deki katliam yapılıyor ve iktidar buradan para kazanıyordu!
Bu gelişmeler iktidarın “bireysel ekonomik boykot” stratejisine önemli darbeler vurmuştu. Kitle huzursuzdu. Bu çelişkilerin ne kadar etkisi oldu bilinmez ama bu huzursuzluğun ilk işaretleri yerel seçimlerde gelmişti. Kitle tekrar kontrol altına alınmalıydı. Üç şey yapıldı: Bunları açığa çıkaran grupları kriminalize etmek, bu gruplar hakkında şaibe/şayialar çıkarmak ve iktidarın sanıldığı gibi “boş” durmadığı söylentisini yaymak: Gazze’de “savaştığımız” iması yapılmaya başlandı. İlk iki strateji bir şeyler yapmak isteyen samimi kitlenin bu gruplardan uzak durmasını ve bu grupların söylem alanının etkisine girmemesini amaçlıyordu.
Bunların ne kadar etkisi oldu bilmiyorum ama bu gruplar marjinal kalmaya devam ettiler. Fakat marjinal kalsalar da iktidarın çizdiği söylem sınırlarının dışına çıkıp ısrarla gerçekleri ortaya koymaları geniş kitleler de potansiyel bir etki yaptı. Artık “bireysel boykot” stratejisiyle kitleleri tatmin etmek kolay değildi. Çaresizlik hissi yeniden kitleleri sarmıştı. İsrail’in direniş liderlerine yaptığı suikastler, Gazze’deki yıkımın boyutları, Avrupa halklarının somut yaptırımlara yönelen çağrıları ve Yemen’in durmak bilmeyen operasyonları bu “çaresizlik” hissini daha da güçlendiriyor; kitlelerin “Türkiye nerede?” diye sormasına yol açıyordu. Üstelik bir de Vicdan Gemisi ortaya çıkmıştı. Geminin gitmesine izin verilmiyor, pek çok Filistin dostu kendini limana zincirleyip yola çıkmak için izin istiyordu.
İktidar giderek inandırıcılığını ve söylem üstünlüğünü yitirmeye başlamıştı. Bir somut adıma ve söylemsel de olsa “zafer” anlatısına ihtiyacı vardı. Sumud Filosu iktidara bu fırsatı sundu. Daha doğrusu iktidar buradan bir fırsat yaratmaya çalıştı.
*
Çaresizlik arttıkça ve gerçeklikle yüzleşmekten kaçındıkça romantizm de artar. Sumud Filosu’ndan beklenenler ve Sumud Filosu’ndan dönenlere verilen tepkiler bunun bir kanıtıdır. İktidar temsilcilerinin de olduğu karşılama bir “zafer” kutlamasına dönüştürüldü. Kuşkusuz bu yolculuk erdemli ve kahramancaydı. Ne var ki ellerinde “çakı” bile olmayan insanlardan adeta “tek ümit” gibi söz edilir olması Filistin bilincimize ilişkin bir başka işaretti.
Halbuki bütün bunlar olurken İsrail elçiliği Ankara’da kolluk kuvvetleri tarafından korunmaktaydı. Gerçeklik oradaydı ve buna ilişkin ne bir planımız ne de bir hazırlığımız vardı. İki devletli çözüm bunu yasaklıyordu.
İşin doğrusu halimiz içler acısıydı: Gazze’yi İsrail’den kurtarmak istiyorduk ama ama İsrail Ankara’daydı. Binlerce şey yaptıktan sonra elimizde soykırımı durduracak tek bir çözüm vardı: Trump Planı. HAMAS’ı iknayla görevlendirilen 8 ülke dahil herkesin ümidi bu plandaydı. Soykırımın gerçekleştiği silahları veren adam bize “barış” getirecekti. İktidarın son hamlesiydi bu: Trump Planı’ndan bir “zafer anlatısı” çıkarıp finali imajı düzelterek noktalamak.
*
Çok uzadı biliyorum ama son olarak “Filistin bilinci” kavramına dönmek istiyorum: Filistin bilinci nedir?
Filistin bilinci, Filistin’de öldürülen çocukların acısını yaşamak değildir. İsrail’in katliamlarına karşı duyulan öfke de değildir. Bunlar “insan” olmanın gerektirdiği reflekslerdir.
Filistin bilinci demek, bizi çaresizliğe mahkum eden o korkunç çelişkinin acısını yaşamak demektir: İsrail’i devlet olarak tanıyan bir iktidarın Filistin’i özgürleştirebileceğine inanmak.
Bir Filistin bilincine sahip olduğumuzun ilk işareti bu çelişkinin verdiği acıyı derinden hissetmektir. Bu acıyı duyduğumuzun ilk işareti ise iktidara dönüp bunu yüksek sesle haykırmaktır.
Fakat hey hat! Bunun tam tersi oldu ve oluyor. Bu gerçekliği söyleyenlere bile tahammül edilemiyor: İktidarın İsrail’le ilişkisine itiraz edenler iktidarın hışmına maruz kalıyor; yetmiyor bir de sosyal medyada linçleniyor.
Böyle bir durumda bir Filistin bilincinden söz edebilir miyiz?
Edemeyiz. Çünkü biz anahtarı sırf “aydınlık” diye sokak lambasının altında arıyoruz, düşürdüğümüz yerde değil. Bulmanın değil aramanın yüceltildiği bir bilinç yitimi yaşıyoruz adeta. Gerçeklikten ısrarla kaçınmak bizi daha da kötürüm hale sokuyor. Binlerce şey yapıyor ama yapılması gerekeni yapmıyoruz, binlerce şey söylüyor ama söylenmesi gerekeni söylemiyoruz, binlerce şey soruyor ama sorulması gerekeni sormuyoruz:
İsrail’i devlet olarak tanıyan bir ülke Filistin’in özgürleştirilmesine mi hizmet eder yoksa esaretine mi?
Eğer “nehirden denize özgür Filistin” diye bir hayalimiz varsa ve bu hayali gerçek kılmaya bizim de katkımız olacaksa bu katkı bu sorunun verdiği acıdan doğacaktır.
Bu soruyu hâlâ soramıyor olmamız ise örgütlü bir çabanın ürünüdür.
Yazının orjinali için bakınız:https://x.com/mgultekin11/status/1975539772287271084?s=48
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.