Entelektüel çölleşmenin yapısal-toplumsal bir soruna dönüştüğü İslam dünyası toplumlarında, bu toplumlar eleştirel akla sahip olmadıkları için, kolaylıkla düşüncesizleştirilebiliyor, aptallaştırılabiliyor. Düşüncesizleştirilebilen, aptallaştırılabilen toplumlarda her tür hurafe, her tür efsane, her tür menkıbe, her tür kehanet/yalan, her tür putperestlik, her tür istismar ve cehalet bir şekilde İslam’a dahil edilebiliyor. Bu tür toplumlarda her popülizm ve her oportünizm niteliksel değişimin ve niteliksel varoluşun ufkunu kapatıyor ve karartıyor. Zihinlerini/akıllarını ve ruhlarını karizmatik din’i ya da politik lider figürlere teslim eden kitleler, kendi kendilerini etkisiz-işlevsiz-anlamsız sürülere dönüştürüyor. Kendi kendilerini propoganda nesnesi haline getiren etkisiz sürülerin, anlamsız sürülerin, kendi farkındalıklarından ve gerçek kimliklerinden hiç bir şekilde, hiç bir bağlamda söz edemiyoruz. Taklit ve kopya hayatların, taklit ve kopya tercihlerin, düşünceleri değerlendirme yetenekleri asla gelişmiyor.
Eleştirel akla sahip olmayan, eleştirel aklın nasıl bir şey olduğunu bilmeyen, bilmek istemeyen bir zihniyet-gelenek-kültür ve toplum, bugün, Türkiye’de de görülebileceği üzere, kalabalıkların hoşuna gidebilecek, kalabalıklara çekici gelen, düşünmeyi ve sorumluluk almayı gerektirmeyen, İslam’dan bağımsız din’i yorumlar ve pratikler üretebiliyor. Entelektüel yoksulluk ve mahrumiyetle malûl olan İslam toplumlarında, politik-popülist propoganda söylemi kitlesel tapınmayı her durumda tahkim edebiliyor. Sorgulama yeteneğine sahip olmayan, bireysel dindarlık geleneğini temsil eden büyük kalabalıklar, büyük sayılar onlarca kez Hac’ca ve Umre’ye gidip geldikleri halde, buradan neden İslami bir irade çıkmadığını merak etmiyor, sorgulama konusu yapmıyor. Politik-popülist propoganda söylemi-kültürü, İslam’ın partizan/ oportünist/ baskıcı/ taşralı/kaba/ kindar yorumu/temsili, ilgili toplumları İslam’a yabancılaştırıyor.
Eleştirel akla sahip olmayan İslam dünyası toplumları/halkları, sahip oldukları resmi bağımsızlıklarla, sahip olmadıkları gerçek bağımsızlıklar arasındaki derin uçurumu, büyük uçurumu fark etmedikleri için, Filistin’de, 1948 yılından bu yana sürdürülen sistematik etnik temizlikler, soykırımlar, askeri işgal ve istilalar, mülksüzleştirmeler ve katliamlarla ilgili olarak, Siyonist terör devleti İsrail karşısında İslam ülkesi iktidarlarının sergilediği, halen sergilemeye devam ettiği siyasal iradesizliği, siyasal yokluğu sorgulayamıyor. 1948 yılından bu yana Filistin halkı, hiç bir zaman ve asla işlemedikleri suçlar sebebiyle, topraklarından, evlerinden sürgün ediliyor, soykırıma maruz bırakılıyor.
İsrail’le normalleşme yolunu seçerek, İsrail’in daha çok şımarmasına, küstahlaşmasına ve barbarlaşmasına katkıda bulunan İslam ülkelerinin, bu normalleşme anormalliğinin, bu normalleşmenin kirli ve sefil gerekçelerinin Siyonist tarih ve Siyonist ideolojinin de normalleştirilmesi anlamına geldiğini, Siyonist ideolojinin daha fazla Filistin toprağının ilhakı-işgali ve gasbı, bu topraklarda mümkün olduğunca çok daha az Filistinli’nin yaşamasının sağlanması, Filistin’in Yahudileştirilmesinin temel/vazgeçilemez bir siyasal/askeri amaç edinildiğini bilmeleri-öğrenmeleri-anlamaları gerekir.
İslam toplumları, Müslüman halklar, siyasal ve entelektüel farkındalığa, ahlaki ve entelektüel bağımsızlığa, eleştiri özgürlüğüne ve kamusal bilince sahip kadrolara sahip olmadıkları için, İsrail’le normalleşmenin sonuçlarına ilişkin, eleştirel bir değerlendirme yapma iradesi ortaya koyamadılar. İçerisinde bulunduğumuz dönemde de, İslam toplumlarında dehşet verici anormallikler yaşanıyor. Kendilerini İslam’a nisbet eden topluluklar, cemaatler, sorgulanmamış klişeler ve önyargılarla, yerli-milli-hamasi, üstünlük gösterileri düzenliyor. İslami otorite ve meşruiyetin, sayısal mevcudiyetin, hiç bir şekilde belirleyici ve tayin edici olmadığı bir zamanda/dünyada ve toplumda, mezhep tartışması yapmanın, mezhep rekabetleri ve karşıtlıklarını sürdürmenin büyük bir hamakat ve maskaralık olduğunu bilmek/hatırlamak gerekiyor. İslami düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatının Batılı dünya görüşünün, paradigma sisteminin evrenselleştirilmesiyle birlikte, Batılı olmayan her şeyin, İslami olan her şeyin yerel bir folklore dönüştürüldüğünü, İslam dünyasında sömürgeciliğe karşı İslami siyasi bilincin ortaya çıkışıyla birlikte, İslam karşıtlığının da tarihe girdiğini hatırlayarak, bu doğrultuda, bu bağlamda yeni bir konum belirtmeleri gerekir.
İslam dünyası toplumlarında seküler putperestliklerle büyülenenler gibi, muhafazakâr putperestliklerle büyülenenler de, tek otoriter aklı, seküler ya da muhafazakâr otokrasileri içselleştirdikleri için, bu putperestliklerle bütünleştikleri için, eleştirel akla asla ihtiyaç duymuyor. Politik propoganda nesnesi haline getirilerek, düşüncesizleştirilen kitleler, içerisinde yaşadıkları koşulları, kötülüğün/yabancılaşmanın/yolsuzluğun/adaletsizliğin kol gezdiği koşulları yargılayamıyor. Bu toplumlarda, popülist rejimler, kişisel iktidarlar, çıkarları doğrultusunda kurumları güçsüzleştirebiliyor, değersizleştirebiliyor ve siyasallaştırabiliyor. Bu toplumlarda kamusal alanı sömürgeleştiren resmi medya, kurumlar arasında yaşanan çatışma ve kutuplaşmayı, toplumsal tükenişi görmüyor, düşünce/kültür/edebiyat hayatı, resmi bağımsızlığın, anlamı/işlevi ve sınırları etrafında eleştirel bir tartışma gündemi oluşturamıyor.
İslam dünyası ülkelerinin, emperyalizmlerle, sömürgeciliklerle nihai anlamda hesaplaşabilmeleri için, her şeyden önce, İslami dayanışma ve bütünleşme bilinci içerisinde bir araya gelerek, nihai bağımsızlığın ve hesaplaşmanın imkânları üzerinde çalışmaları gerekir. Günümüz dünyasında küresel tiranlığın adı, “evrensel uygarlık” olarak gündemde tutuluyor. Emperyalistlerin, hiç bir ahlaki/insani/vicdani gerekçeleri olmadan, her alanda bütünüyle mahvettikleri Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Filistin gibi, ülkeler/toplumlar, hayatlar, kültürler, umutlar ve açlığa, sefalete, yoksulluğa, muhacerete, geleceksizliğe mahkûm edilen masum kitlelerle ilgili olarak, İslam dünyası çapında entelektüel-kültürel-siyasal bir hesaplaşma bilinci, derin ve kapsamlı bir infial yükselmiyor. Bütünüyle mahvedilerek, yaşanılamaz hale getirilen ülkelerin masum/mazlum/mağdur ve yoksul muhacerete mahkûm edilen halkları bugün Avrupa kıyılarında kimsesizler mezarlıkları oluşturuyor. Filistin’de, Gazze’de, İslami direniş hareketi, İslami direniş bilinci içerisinde, kucaklarında ve omuzlarında şehit cenazeleriyle, küresel tiranlığa karşı tarihin en onurlu mücadelesini, en onurlu direnişini sürdürüyor. Filistin’de büyük acılar, büyük ızdıraplar, büyük yalnızlıklar, büyük travmalar bir hayat tarzına dönüşüyor. Bütün bunlar karşısında, kendilerini İslam’a nisbet eden, etmeye devam eden ülkeler, İsrail karşısında, hiç bir yaptırım gücü ve inandırıcılığı olmayan, hiç bir etki ve yankı uyandırmayan protesto bildirileriyle günü kurtarmaya çalışıyor, bağımlılık ve iradesizlikle malûl bulundukları halde bu zelil gerçekle yüzleşme dürüstlüğü gösteremiyor. Bu toplumlarda, milli çıkarlar için yalan üretimi meşru-mubah sayılabiliyor. Bu yalanlarla ilgili eleştirel yorumlar, inceleme ve araştırmalar, ancak, risk almak suretiyle gerçekleştirilebiliyor.
Yeni emperyalizmler, yeni sömürgecilikler, insani/ahlaki/vicdani dünyaya bütünüyle yabancılaşmak pahasına, ideolojik/ırkçı/ekonomik egemenlik-tahakküm ihtiraslarını bugün de tahkim etmeye çalışıyor. Maddi-fiziki-cismani rahatlığına düşkün olan bir dünya/kültür, hiç bir yıkımdan/soykırımdan/vahşetten rahatsız değil. Bu nedenle de, bugün, olayları doğru yorumlama imkânına sahip değiliz. İçerisinde bulunduğumuz dönemde, bütün toplumlar çoklu kriz’lerle karşı karşıya bulunuyor. Küresel tiranlık bir yanda, İslam ülkelerini, kültürlerini harabeye çevirirken, bir diğer yanda da “insan hakları”, “demokrasi”, “evrensellik”, “medeniyetler ittifakı”, “muasır medeniyet”, “haklı savaş” ve “insani yardım” gibi, masallar anlatmayı da ihmal etmiyor. Otoriter rejimler “demokratik” klişeler ve maskelerle keyfiliklerini sürdürüyor, ikiyüzlülük ve çifte standart’ı elden bırakmıyor. Bugünün dünyasının yeni ve kirletilmemiş sözcüklere/kavramlara ihtiyacı var.
İslam dünyası ülkelerinde, kitleler, resmi hikayelerle aldatılıyor, avutuluyor. Resmi hikayelerle, olgular arasında derin uçurumlar olduğunu bilmek gerekiyor. Ulus-devlet bencillikleri, romantizmleri, çıkarları, karşıtlıkları, etnik-mezhepçi bencillikler, İslami bilinci ve dayanışmayı imkânsız kıldığı için, ulus-devletler, Siyonist ideolojik-ırkçı sömürgecilik ve soykırım karşısında yaşanan zilleti umursamıyor. Günümüz dünyasında, emperyalist sömürgecilik, Hıristiyanlığı Batılı çıkarların aracı olarak kullanıyor. Aydınlanma ve modernite söylemi/anlatısı, kölelik ve sömürgecilik tarihini içermiyor, kölelik ve sömürgecilik tarihine hiç yaşanmamış gibi bakıyor.
Kapitalist modernlik tarafından üretilen bilgi ve güç yapıları ne yazık ki, aşılamıyor, işlevsiz kılınamıyor. Sekülerizmin sömürgeci çıkarlara, tarihsel çıkarlara hizmet eden, ideolojik bir inşa olduğu İslam toplumlarında bile gereği kadar tartışılamıyor, konuşulamıyor. Seküler yorum, Batı’nın, Batılı olmayan’a, özellikle de Müslüman olan’a bakışını belirliyor. Seküler yorum, İslam’ı ve Müslümanları birincil öteki olarak konumlandırıyor. İdeolojik-ırkçı-sömürgeci inşa ürünü olan bilgi’nin, fikirlerin, felsefe’nin kavram ve kurumların, bir toplumun dünya görüşüne, hayat tarzına uygun olup olmadığı düşünülmeden, hazır-paketlenmiş halde ithal edilmesi, ilgili toplumların/toplumun ontolojik/epistemolojik yok oluşuna işaret eder. Bir toplumun taklit/kopya bir dünya görüşüne mahkûm edilmesi, ne kadar vahim sonuçlar doğuruyorsa, aynı toplumun kaderinin otoriter popülist politik liderin eline bırakılması da, aynı vahim sonuçları doğuruyor. Her ırkçılık, evrensel geçerlilikten söz edebilecek hiç bir yetenek ve niteliğe sahip olmadığı halde, Batılı ırkçı kültür ve medeniyet yüzyıllardır sahte-kurgu bir evrensellikle bütün dünyada pazarlanıyor, pazarlanabiliyor. Gerçek böyleyken, bir diğer yanda hiç bir ırkçılığa asla izin vermeyen, asla müsamaha etmeyen İslam, gerçek evrenselcilik konusunda hak sahibi iken, bugün, kendilerini İslam’a nisbet eden halklar, topluluklar, ülkeler etnik üstünlük-rekabet-çatışma mücadelesini İslami ilke ve ideallere ihanet pahasına sürdürebiliyor.
İslam tarihini, düşüncesini, felsefesini, İslam toplumlarında, İslam’ı, içe ve geçmişe kapatarak donduran/durduran bir zihniyetin tayin edici iktidarı yürürlükte olmasaydı, İslami evrensel varoluş bilinç ve irade kesintiye uğratılamayacaktı. Evrensel İslami varoluşun, bilincin, iradenin kesintiye uğratılması, çok büyük bir hafıza kaybıyla sonuçlandı. İslam’ın evrensel misyonu/vizyonu/ufku, yerli-milli-etnik sınırlara, kabileci/mezhepçi sınırlara, popülist-oportünist politik taşralı sınırlara, din’i ya da politik tek adamların ihtiraslarına, bencilliklerine kapatılmamış olsaydı İslam ve Müslümanlar bugün ruhsuz-ahlaksız-ilkesiz reel politik’i normalleştiren iktidarlara mecbur ve mahkûm olmayacak, romantik iyimserliklerle malûl hale gelmeyeceklerdi. Gerçek bağımsızlığı temsil-tecrübe iradesine sahip olmayan İslam dünyası ülkeleri, bir türlü yüzleşemedikleri bu zaafları sebebiyle, varoluşlarını/mevcudiyetlerini emperyalizmlerle işbirliği yaparak geçiren “salıncak ülkelere” dönüştüler. İslami bilgi’nin, kültürün, medeniliğin, kentliliğin evrenselleşmesi ve kozmopolitizmi ile gerçekleştirilen radikal dönüşümün, devrimci varoluş ve mevcudiyetin yerini, konFormist ve statükocu mevcudiyetin aldığı günden itibaren, İslam toplumları sömürgeci bilgi’ye, dünya görüşüne maruz kalarak, içsel-zihinsel bir yozlaşma/yabancılaşma içerisine girdiler. Bu yozlaşmanın başladığı tarihten itibaren, İslam toplumları/ varoluşsal krizler ve felç edici konFormist kültür sebebiyle büyük altüst oluşlar, savrulmalar yaşıyor. Günümüzde de İslam toplumları küresel gerilimler/bunalımlar karşısında popülist otoriterliklere sığınıyor, sarılıyor. Yerli-milli faşizmler ne yazık ki, aziz İslam’ı büyük bir keyfilik ve sorumsuzluk içerisinde araçsallaştırabiliyor. İslam’a yönelik her araçsallaştırma, hangi yönden gelirse gelsin, İslam’ı değersizleştiriyor, itibarsızlaştırıyor. Popüler otoriterliklerin İslam’ı barbarca araçsallaştırabildiği, vulgarize edebildiği toplumlarda, Türkiye örneğinde de görülebileceği üzere, toplum üzerinde, halk üzerinde niteliksel değişimi gerçekleştirebilecek, bağımsız eleştirel entelektüel kadrolar yetişmiyor. Nerede olursa olsun, hangi toplumda olursa olsun, tek adam rejimleri, ilgili toplumları kültürel sermayeden, birikimden, niteliklerden, inceliklerden ve bilgeliklerden yoksun kılıyor. Günümüz Türkiye’sinde otoriter popülizmi çok seven, otoriter popülizmi tebcil eden muhafazakâr kesimler, İslam’ı bu popülizme kurban etmekten çekinmiyor.
Otoriter popülizmlerin, İslam’ı araçsallaştırarak, tektipleştirmeye, birörnekleştirmeye çalıştıkları kentler/toplumlar, ortak değerler/anlamlar/bilgelikler fikrini imkânsız kılan, haksız ve partizan ayrıcalıkların hüküm sürdüğü toplama kamplarına dönüşüyor.
Adaletten uzaklaşan iktidarlar, toplumun kendilerinden uzaklaşmasına katkıda bulunuyor.
İslam toplumlarında, sol ya da sağ-muhafazakâr popülizmlerin, hiç bir zaman yüksek niteliklere ihtiyaç duymadıkları, popülizmlerin iktidarının kültürsüzlükle malûl bulunduğu bilinen bir gerçektir. Bu gerçek sebebiyle İslam toplumlarında kitleler, otoriter popülizmler ve hamaset yoluyla kuşatılabiliyor, yönlendirilebiliyor, gerektiğinde esir alınabiliyor. İslam’ın ilk yüzyıllarında, Müslümanlar, ahlaki ve entelektüel bağımsızlıklarıyla/nitelikleriyle/derinlikleriyle, kuşatıcılıklarıyla, bilgelikleriyle, eleştirel duruşları ve düşünceleriyle temayüz ediyorlardı. 1250’lerin Bağdat’ında, Mustansırıyye Medresesinin ünlü-etkili-bağımsız alimleri, “Kâfir ve adil olan hükümdarın, Müslüman ve zalim hükümdardan daha üstün” olduğuna dair fetva’yı imzaladılar ve savundular. Eleştirel duruş ve düşünüşü imkânsız kılan bağnazlıklar sebebiyle özellikle de Osmanlı İmparatorluğu döneminde, iktidara/sisteme yönelik eleştirel yorumlar yapan muhalif aydınlar/alimler, saraya yakın muvafık aydınların/alimlerin ihbarları sonucu ya sürgüne gönderildiler ya da idam edildiler. Bugün de otoriter rejimler, özellikle İslam toplumlarında kamusal hayatı alanı-dünyayı, muhalif ve eleştirel unsurlarla paylaşmak istemiyor. Günümüzde, nasıl, yerli-milli öncelikler-çıkarlar, iktidar öncelikleri ve çıkarları, İslami temel ilkelerin-ideallerin yerine geçmişse, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de, örf’e dayalı ilkeler-yaklaşımlar, İslami önceliklerin yerine geçmişti. Geçmişte iktidarlarla, tarikatlar arasındaki ilişkileri, nasıl çıkar ilişkileri belirliyor ise, bugün de, iktidarlarla tarikatlar arasındaki ilişkileri yalnızca çıkar ilişkileri belirliyor.
İslam dünyası toplumlarında, şeriat kavram ve kurumunun, modern-seküler-liberal ideolojik saldırılar aracılığıyla değersizleştirilmesinden önce, bu kavram ve kurumlar tasavvuf-tarikat hareketleri tarafından değersizleştirilmişti. Günümüzde de, iktidarlar, İslam’ı araçsal-yardımcı-yedek bir güç olarak kullanıyor. Gerçek bu iken, özellikle, Türkiye’de seküler kesimler; kendilerini yerli-milli olarak tanımlayan, milliyetçi-muhafazakâr bir iktidarı, ısrarla İslamcı olarak etiketleyerek sistematik bir çarpıtmayı sürdürüyor. Bütün modern kavram ve kurumların büyüsünün bozulduğu günümüz dünyasında, toplumlarında demokratörlükler yükseliyor. Otoriter muhafazakâr popülizmler, çoğunluğun tiranlığını coşkuyla sahiplenebiliyor. Çıkar ilişkileri, beklentileri, tercihleri, bireylerin/halkın/toplumun kişilik ve karakterini belirsizleştiriyor. Seküler ya da muhafazakâr kişi kültü’nün dokunulmaz kılınması, tahakküm ilişkilerini kurumsallaştırabiliyor. Seküler ya da muhafazakâr iktidarların, kişiselleştirilmesi, otoriter ilişkileri normalleştiriyor. Her popülizm tribünlere oynadığı için, politik cepheleşme bayağılaşarak sıradanlaşıyor. Bu tür toplumlarda, Türkiye’de de somut olarak takip edilebileceği üzere, nitelik/bilgelik/estetik/incelik/ehliyet/liyakat/terbiye/edep/haya yerlerde sürünüyor.
Belirsizlikler çoğaldıkça, komplo teorileri üretimi-pazarlaması da aynı hızla çoğalıyor. Toplumsal kırılma derinleştiği için, muhalif olmak, düşman/yabancı/hain olmakla aynı anlama gelebiliyor. Politik cepheleşme, farklı’yı, muhalif’i insanlıktan çıkarabiliyor, çok kaba, çok sefil, çok etkili dışlama biçimleri üretebiliyor. Politik cepheleşme adına üretilen rövanşist/intikamcı dil- söylem, hamaset dolu haykırışlarla, hezeyanlarla tahkim edilebiliyor. Politik cepheleşmeyi politik kazanç kapısı haline getiren unsurlar, patolojik bencillikler, narsisizmler, bütün İslami/insani/ahlaki değerleri istismar tekelini de ellerinde tutmak istiyor. Sözünü ettiğimiz tekelci patolojiler, muhaliflerin, eleştirel unsurların Müslüman olabileceklerine, iyi insanlar olabileceklerine, iyi şeyler yapabileceklerine asla ihtimal vermiyor. Patolojik tekelcilikler, benmerkezcilikler, diğerkamlığa, kuşatıcılığa dayalı yaklaşımları terörize ediyor. Politik popülist liderlikler, kadrolar, iktidarlar, kitleleri kontrol edebilmek, araçsallaştırabilmek, manipüle edebilmek, hizaya getirebilmek, etkisiz kılabilmek için, toplumun/ülkenin/iktidarın, dünya çapında etkili, küresel bir gizli iktidarın, iktidar aygıtının komplolarıyla karşı karşıya bulunduğunu iddia edebiliyor.
Niteliklerin ve bilgeliklerin yerlerde süründüğü, popülizmlerin ve faşizmlerin yükselişe geçtiği toplumlarda, keyfi-anormal-ahlaki meşruiyete sahip olmayan otoriteler-iktidarlar söz sahibi olabiliyor. Bu tür toplumlarda gerçek otorite ve iktidar sahiplerini teşhis etmek mümkün olmayabiliyor. Popülist rejimlerin, kişisel iktidarların hâkim olduğu toplumlarda, propogandanın dili hakikate geçit vermiyor. Propogandanın dili, mistik/duygusal/gerçek olmayan varoluşlar oluşturuyor. Kişisel iktidar rejimlerinde güçlülerin yalanları, güçsüzlerin hakikatlerini bastırıyor. Kişisel iktidar rejimlerinde, kişisel ihtiraslar devlet politikası haline getirilebiliyor. Popülizm çağında, popülist otoriter iktidarlar her konuda iyiyi-doğruyu temsil ettiklerine inandıkları için, eleştirel-muhalif çevreleri düşmana hizmet etmekle suçlayabiliyor. Bu tür toplumlarda iktidar çevreleri insanlar kategorisini oluştururken, muhalif çevreleri alt-insanlar olarak kategorize etmekte hiç bir ahlaki sakınca görmüyor, resmi hakikatleri temsil eden medya, bu doğrultuda kamusal alanı sömürgeleştiriyor. Kendilerini İslam’a nisbet eden çevreler, popülist/resmi/hamasi hakikatler adına, ihanete uğratılan İslami ideallerle ilgili hiç bir yüzleşme/sorgulama yapma ihtiyacı duymuyor. Aynı şekilde, kendilerini muhafazakâr/dindar olarak tanımlayan kesimler, resmi/duygusal/mistik hakikatlerden çok hoşnut oldukları için, popülizmlerin derin bayağılıklarına ilişkin, toplumun kültürsüzleşmesi-lumpenleşmesine ilişkin, adaletsizliklerin, haksızlıkların, eşitsizliklerin sıradanlaşmasına ilişkin, sahtekarlıklar/yolsuzluklar/saldırganlıklar ve kadın cinayetleriyle ilgili, ruhsal ve davranışsal bozuklukların toplumsallaşmasıyla ilgili, hiç bir eleştirel değerlendirme, çözümleme yapmıyor. Resmi hakikatlerle büyülenen İslami çevreler, bugün, iyiliği öneren, kötülüklerden alıkoymaya çalışan kadrolara sahip değiller. Bunun içindir ki, bugün, Türkiye’de de bir örneği görülen kişisel iktidar’lar ilgili ülkelerde, kendi çıkarları doğrultusunda, devlet kurumlarını güçsüzleştirebiliyor, işlevsiz kılabiliyor, siyasallaştırabiliyor.
Anlam-bilgelik-kültür-estetik üretme-uygulama ve inşa etme yeteneğine sahip olmayan iktidarlar, içerisinde yaşadığımız dünyayı/tarihi/toplumu hiç bir şekilde etkileyemiyor, dönüştüremiyor. Geçmişte, ilgili dönemlerin hayati ihtiyaçlarına cevap vermek üzere üretilen bilgi’nin, mutlaklaştırılarak bütün dönemler için geçerli sayılması, yirmibirinci yüzyılın ihtiyaçları doğrultusunda bilgi/bilinç/yorum üretimini imkânsız kılıyor. Aziz İslam’ı evrensel ufkundan/misyonundan kopararak, yerli-milli kabileciliklere hapseden güdümlü siyaset, ancak, hamaset ve propoganda üretiyor. Toplumsal yozlaşmanın, çürümenin, yabancılaşmanın, kültürsüzlüğün ve lumpenliğin utanç verici bir gerçeklik oluşturduğunu ne yazık ki, fark etmiyoruz. Bu gerçeklik, hakikat ve adalete ihtiyaç duymuyor. Toplumlarımızda, bağımsız eleştirel entelektüel bir kamuoyu bulunmadığı için karşı karşıya bulunduğumuz utanç verici gerçeklikle ilgili olarak, iktidarları/sarayları uyaran, onlara hakikati söyleyen, hakikat insanları yok. Bugün, Müslümanlar olarak, karşı karşıya bulunduğumuz utanç verici toplumsal gerçeklikle yüzleşmediğimiz, hesaplaşmadığımız için, hayatlarımızı, ahlaki bir enkaza dönüştürerek sürdürebiliyoruz.
Gelenek/görenek/örf/iktidar/konFormizm, İslam’ı, özgün, varoluşsal, temel, evrensel niteliklerinden, misyon ve vizyonundan alıkoyarak, yerel bir kültüre, muhafazakâr/taşralı bir kültüre dönüştürdüğü için, İslam toplumlarında, İslami ilke ve idealler doğrultusunda İslami bir değişim yaşanamıyor. Gelenek/görenek/örf/iktidar ve konFormizm, İslam toplumlarında zihinsel anlamda derin bir kölelik oluşturdu. İslami bir değişim/dönüşümün yaşanabilmesi için, entelektüel bir devrim gerekiyordu. İslam ülkelerinde, toplum, seküler ya da muhafazakâr politik liderlerin ufkuna kapatıldığı için, Türkiye’de de tecrübe ettiğimiz üzere, eleştirel bir entelektüel kamuoyu oluşmuyor.
İslam toplumları, tarihin son yüzyıllarını “uygarlık misyonu” söylemi ile, “seküler epistemoloji” dayatmasına katlanarak geçiriyor. Türkiye’de bugün eğitim hayatı, epistemolojik dayatmayı aşamadığı, aşamayacağı için, bu dayatmayla hesaplaşabilecek kadrolara sahip olmadığı için, bağımsız bilgi üretme yeteneğine sahip olmadığı için, yirmibirinci yüzyıla hitap edebilecek hiç bir entelektüel müktesebata/ufka/tahayyüle sahip olmayan, kendilerini bilgi temelinde değil, rüya ve ilham temelinde şekillendiren tarikat-tasavvuf topluluklarından yardım alıyor. Bugünün dünyası uygarlık misyonu ve seküler epistemoloji dayatmasından sonra, çok yeni, çok kapsamlı yeni bir dayatma ile karşı karşıya bulunuyor. Bu yeni dayatma, kapitalist tahakküm ihtiraslarına cevap verebilecek yapay zekâ dayatmasıdır. Yapay zekâ çağında dünya yeni bir paradigma değişikliği yaşayacak. Epistemolojik dayatma, seküler evrensellik temelinde düşünmeyi ve öğrenmeyi dayatıyordu. Yapay zekâ ise bütün bir insanlığa düşüncesizliği dayatıyor.
Çok yönlü, çok boyutlu, çok ufuklu, çok kültürlü evrensel entelektüel üretkenliğin, tasavvur ve tahayyülün yerini, tek yönlü, tek boyutlu, tek ufuklu savunmacı bir edilgenliğe bıraktığı günden itibaren, İslam toplumları/kültürleri, sömürgeci modernliğe maruz kalmaya başladılar. Sömürgeci modernlik tarafından oluşturulan ideolojik-ırkçı-kültürel hegemonya, dünyayı Batı ve ötekiler olarak tanımladı, konumlandırdı. Bu tanımlama Batı’yı, insanlık durumunun en üstün biçimi olarak mutlaklaştırdı. Böylece ötekilerin, ötekileştirilenlerin insanlıkları, kültürleri, medeniyetleri, tarihleri ellerinden alınmış oldu. İslam dünyası toplumları-kültürleri sömürgeci modernliğe maruz kalıncaya kadar, küresel gerçekliği biçimlendirme iradesine/bilincine sahiptiler, Sömürgeci modernliğe maruz kaldıktan sonra Müslümanlar sömürgeci gerçeklik tarafından biçimlendiriliyor.
Sömürgeci modernlik, İslam tarihinin ve medeniyetinin kalbi olan Ortadoğu’da Siyonist İsrail Devletini kurarak, bölgenin Siyonist ideoloji doğrultusunda kontrol edilebilir, biçimlendirilebilir bir konumda bulunmasını sağlamaya çalışıyor.
Kırılgan/resmi bağımsızlıklarla büyülenen İslam dünyası ülkeleri, gerçek bağımsızlık iradesine sahip olmadıkları için, Siyonist ideoloji karşısında korkunç bir edilgenlik içerisinde bulunuyor. Bugünün ırkçı-faşist dünyasında bütün hayatlar aynı değerde değil. “Kurallara dayalı düzen fikri” ideolojik bir propoganda yalanından ibaret.