TÜRKİYE’NİN SÜKÛTU VE YENİ DÜZEN ARAYIŞI

Nur Vergin, bizce bir başyapıt niteliğinde olan Siyaset Sosyolojisi kitabında siyaset üzerine üretilen düşüncelerin kargaşa, ihtilaf ve uyuşmazlık zamanlarında öne çıktığını, Machiavelli, Locke, Tocqueville, Marx ve Weber gibi düşünürlerin dünyaya mal olan eserlerini ve teorilerini mevcut düzenin sarsıldığı büyük kırılma anlarında ortaya koyduğunu yazmaktadır.
TÜRKİYE’NİN SÜKÛTU VE YENİ DÜZEN ARAYIŞI
Murat HACIFETTAHOĞLU
Murat HACIFETTAHOĞLU
Eklenme Tarihi : 3.12.2023
Okunma Sayısı : 627

TÜRKİYE’NİN SÜKÛTU VE YENİ DÜZEN ARAYIŞI

Yıkılupdur bu cihân sanma ki bizde düzele Devleti çerh-i denî virdi kamu mübtezele

Şimdi erbâb-ı sa‘âdetde gezen hep hazele

İşimüz kaldı bizüm merhamet-i Lem-yezel’e

                                                                          Sultan III. Mustafa

 

"Bir resmi İspanya var, bir de yaşayan İspanya: Birincisi çoktan ölmüş, gitmiş; sesini duyurması gereken ikincisi”

                                                                                         Ortega y. Gasset

 

               Nur Vergin, bizce bir başyapıt niteliğinde olan Siyaset Sosyolojisi kitabında siyaset üzerine üretilen düşüncelerin kargaşa, ihtilaf ve uyuşmazlık zamanlarında öne çıktığını, Machiavelli, Locke, Tocqueville, Marx ve Weber gibi düşünürlerin dünyaya mal olan eserlerini ve teorilerini mevcut düzenin sarsıldığı büyük kırılma anlarında ortaya koyduğunu yazmaktadır. Esasen bu bize politik olandan tutun da her çeşit beşeri üretimin, insanın kesb, icad veya inşa ettiği şeylerin, belirli amaçlara ulaşmak için belirli tarihi bağlamlarda biçimlendiği gerçeğini hatırlatmaktadır. “İlim maluma tabidir” sözü zannediyorum ilimlerin ve fikirlerin soyut, zaman ve mekândan mücerret şartlar altında üretilmediği manasını da taşımaktadır.

               Türkiye’nin siyasi sistemi, sosyo-kültürel ve ekonomi politik yapısı, iç sebepler ve uluslararası sistemden kaynaklı büyük bir çalkantı yaşamakta, Türkiye kaçınılmaz şekilde büyük ve köklü değişimlerin, yeni bir düzenin kuruluşunun, reorganizasyonun eşiğinde durmaktadır. Dünya sistemi küresel kapitalizmin ve neoliberalizmin ekonomik krizleri, jeopolitik çatışmalar ve küresel demokrasinin, insan hakları uygulamalarının açığa çıkardığı değerler sistemindeki aşınma ile çok boyutlu bir kriz içerisinde kaotik bir vaziyet arz ediyor. Uluslararası statükonun, düzenin krizlerle sarsıldığı bir dönemde Türkiye bir taraftan dünya politikasını ve stratejilerini yeniden tanzim ederken içeride de yeni bir nizam kurmaya çalışıyor. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılı baş döndürücü gelişmelere, birbirini bazen kısa sürede nakzeden ve hükümsüz bırakan politik dönüşümlere, hızlı bir kalkınmanın ve şehirleşmenin vuku bulması neticesinde sosyal alanda sekülerleşme ile yeni orta sınıfların yükselişine tanıklık etti. Alev Alatlı’nın isabetli tespitiyle Erdoğan büyük bir kazanın içerisine kepçeyi daldırdı ve karıştırdı, alttaki üste üstteki alta geldi ve bu hareket kısa sürede durulacak gibi değil. Devletin anayasal düzeni ve siyasi rejimi, idari yapılanması henüz oturmadığı gibi siyasi sistemimiz de teknik ve şekli yapısı yanında öz ve esası ile büyük bir değişime uğradı. Hukuki ve siyasi müessese ve teşekküller, devlet organlarının görev ve yetkileri, devlet memurları rejimi, hukuk sistemi gibi daha çok teknik ve hukuki bahisler kamu yönetimi ve hukuk uzmanlarınca düzenlenmeyi bekliyorlar. Türkiye’nin gündemindeki yeni anayasa çalışmaları, teknik ve biçimsel olarak anayasal düzen ve siyasal rejim meselelerini halletmeye namzetse de önümüzde teknik hukuki düzenlemeleri aşan konular var. Bütün bu üst yapı kurumlarının ve hukuki düzenlemelerin maddi kaynağı devletin kuruluş ve teşekkülünde var olan ana prensiplerdir. Devlet geleneği ve siyasi kültür, hukuki düzenin belirlenmesinde etkili olmakla beraber onun da üstüne çıkan, düzene asıl rengini veren, belirli konularda var olan tercihler ile mevcut şart ve imkânlara göre şekil alan alt yapı kurumlarıdır. Bunlar için belirleyici olan konulardan ilk akla gelenler şu şekilde sayılabilir; devlet toplum sermaye ilişkileri, resmi ideoloji, din devlet ilişkileri, sosyal sınıflar arası ilişkiler, uluslararası düzen içinde devletin yeri ve konumu, milli bağımsızlık ve egemenliğe dair anlayış, jeopolitik gerçekler, ekonomik model, tarihi hafıza ve kabul edilen değer ve anlam dünyası… Önümüzde siyasi ve medeni bir varlık olarak Türkiye’nin düzenini yani geleceğini tayin edecek çok boyutlu ve şümullü meseleler yığılmış vaziyette beklemektedir.         

               Hal böyleyken akıl almaz bir kayıtsızlık, mecalsizlik ve bedbinlik hali bütün ağırlığı ile devlet, siyaset ve cemiyet bütünü üzerine çökmüş durumda. Akademinin gayesiz, amaçsız malumat üretimi rutin olarak devam etmekte, fikir hayatı ise bildiği konforlu alanından, meşrebine göre ya Kemalizm’in ihyasına dönük histerisini dillendirmekte, ya anayasal demokrasi ve liberal kapitalizmin ezber ve hurafelerini sayıklamakta yahut muhteva ve derinlikten mahrum hissi yerlilik ve millilik neşidesini mırıldanmaktadır. Herhangi bir teklif üretmeyen, bugün yaşadığımız sistem krizine, maddi ve gerçek meselelere temas etmeyen aforizmatik İslam düşüncesi çalışmaları ise, bir miktar mevzi kaybetmekle beraber varlığını sürdürmekte, dinleyen ve okuyanlarına bir hoşluk sunmaktadır. Türkiye’de müşahede ettiğimiz derin sükûtun tespit edebildiğimiz sebeplerine kısaca temas edelim.

               Burada bir istitrat açmak gerekir. Yazıda, Türkiye’deki sessizliğin fikir ve ifade hürriyetindeki daralmadan kaynaklandığı görüşüne gayri ciddi, gerçek dışı ucuz bir siyasi söylemden ibaret olması sebebiyle yer verilmemiştir.

FİKİR HAYATINDAKİ DONUKLUK

İkinci Meşrutiyet sonrası dernek ve dergiler üzerinden Türk fikir hayatında büyük bir canlılık yaşanmıştır. Benzer şekilde 1960 sonrası Türkiye’de ideolojik düşüncenin baskın olduğu bir hareketlenme olmuştur. Aynı şekilde 1990’dan itibaren bu defa liberal solun önderliğinde küreselleşme, çoğulculuk ve liberalizm rüzgârı ciddi bir üretim ve tartışma doğurmuştur. Tüm bu dönemlerde yaşanan fikri cevvaliyetin keyfiyeti ve menşei gibi meseleler bir bahs-i diğer olarak kenarda durmak kaydıyla diyebiliriz ki bugüne benzer şartlarda sağlıklı bir toplum ve entelejansiyadan beklenen ne ise bu dönemlerde yaşanan da o olmuştur. Ancak bugün liberal solun asla üşenmeden yerine getirdiği Türkiye’den kopuk analiz ve teori peydahlama ameliyesinin mahsullerini saymazsak ortada Türkiye’nin büyük meselelerine dair bir tartışma, anlama ve çözüm üretme gayreti gözükmemektedir.

Türkiye’deki bu sessizliğin bir sebebi dışarıdan kulağımıza bu defa sufle verilmemesi olabilir. 90’larla beraber küreselleşme, kamu yönetimi reFormu, sivil anayasa, AB kriterleri, çoğulcu demokrasi, insan hakları, azınlıklar meseleleri gibi iştahla konuştuğumuz başlıklar dünyada esen rüzgârı arkasına almış yelkenimizin şişmesiyle ilerliyor, müesses nizamın ürettiği haklı memnuniyetsizlik ve öfkenin de etkisiyle hukuki düzenlemelere, hükümet politikalarına yön verdiği gibi entelektüel ve sivil alanda da canlı bir tartışmayı besliyordu. Ancak gezi olayları ve 15 Temmuz sonrası Türkiye dünya sisteminin yalnız bıraktığı,  kendi problemlerine kendisi çözüm üretmek zorunda kalan bir ülke haline gelip uluslararası alanda da menfaat ve güvenliğine kasteden saldırılara maruz kaldığında fikir üretmek zorlaşmış, küreselci-millici, Batıcı-Avrasyacı gibi ikiliklere sıkışmış oldu. Maalesef bugüne kadar karakollardaki işkence ve gıda güvenliği gibi gündelik problemlerine, kurumların alt kültürü haline gelen rüşvet ve irtikâp adam kayırma gibi uygulamalara dahi çare üretememiş, AB kriterlerinin himmetiyle bu üçüncü dünya ülke uygulamalarından vatandaşını muhafaza edebilmiş bir ülke ve millet olmamız gerçeği kendi meselelerimize çözüm üretebileceğimiz hususunda umudumuzu zayıflatmaktadır.

Türkiye’nin siyasi, sosyal ve iktisadi yapısını teorik bir çerçeveden açıklayan kitaplara baktığımızda aşağı yukarı şöyle bir yazar listesi karşımıza çıkmaktadır: Niyazi Berkes, Berbard Lewis, Feroz Ahmad, Eric Jan Zürcher, Stefanos Yerasimos, Şerif Mardin, Kemal Karpat, İsmail Cem, Kemal Tahir, Tarık Zafer Tunaya, Bülent Tanör, Metin Heper, İdris Küçükömer, Tevfik Çavdar, Mete Tuncay vb. görüldüğü gibi Türk modernleşme tarihini belirli bir perspektiften okuyarak yorumlayan kişilerin arasında ilk elden zikredebileceğimiz sol dışında bir isim bulunmamaktadır. İstisna kabilinden Erol Güngör’ün İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Mehmet Doğan’ın Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu, Nevzat Kösoğlu’nun Türk Dünyası Tarihi ve Türk Medeniyeti Üzerine, Durmuş Hocaoğlu’nun Düşük Şiddetli Devrim gibi kitapları ise Türk sağının fikir hayatına romantizm ve idealizmin ötesinde Türkiye’nin gerçeklerinin pek az girdiği hakikatini değiştirmemektedir. “Gül yetiştiren adam” romantizmi dışında yazılan kitaplar ise kullanılan kaynakların yetersiz oluşunun yanında metodoloji eksikliği ile de maluldür. Bedri Gencer gibi sosyal ve siyasi teoriyi Türkiye’nin siyasi ve sosyal yapısını anlamada kullanabilen, kaynaklara vukufiyetini malumatfuruşluğa dönüştürmeyen bir ilim adamı ise devlet ve siyaset üzenine yazdıklarıyla, Türk modernleşmesi hakkındaki teşhis ve tahkikleriyle gündeme gelememektedir. Yine Türk sağının edebiyat mahfilleri de sosyal meselelerden, Türkiye’nin gündeminden kaçmak isteyenlere bir dinlence imkânı sağlamaktadır. Yani kestirmeden söylersek Türk sağı Türkiye’nin devlet, siyaset ve hukuk düzeni hakkında konuşmaya da neoliberal dünya düzenini anlamaya da yarayacak birikim ve gelenekten mahrumdur.

SOSYAL SAHADAKİ DURGUNLUK

Küresel kapitalizmin en itaatkâr ve sadık bağlılarının sayısı Türkiye’de hızla artmakta, yani orta sınıflar süratle büyümektedir. Diplomaları, yabancı dilleri, paraları, sınıf atlama telaşları, kendi milletlerine karşı mağrur bakışları, kendi ezikliklerini (komplekslerini) toplumu aşağılayarak gizleme hinlikleri, toplumun onları hak etmediği inancı ve her şeye layık oldukları vehmiyle dolu, tek meselesi kendi küçük burjuva ahlaklarını yaşamalarını mümkün kılan refah ve statülerini muhafaza etmek olan bu yeni orta sınıflar, kapitalizmin düzleştirici ve tektipleştirici tezgâhının bir sonucudur. Orta sınıfların düşünce ve alışkanlıklarını konuşmaya başladığımızda artık bu kişilerin geldikleri ailelilerin, kültürel veya siyasi mensubiyetlerinin anlamı kalmaz, belirleyici olan dâhil olunan sınıfın değer-anlam dünyası ve hayat tarzıdır. Bencillik ve benmerkezciliği ile öne çıkmış, yüksek tahsilli, bildiği işten başka hiçbir şeye dair bilgi ve ilgisi olmayan, maddeci ve maddiyatçı bu zümreden memleket meselelerine dair bir şey ummanın beyhude olduğu ortadadır. Hâsılı yeni orta sınıflardan Türkiye’nin meselelerine dair self-oryantalist Batıcı sathi cümlelerin ötesinde bir söz duymanın imkânı yoktur. 

Şunu da ifade etmek gerekir ki, yaş grubu itibariyle daha ileride olsalar da pek çok yüksek bürokrat da aynı sınıfa mensup, aynı alışkanlıkları belirli kültürel farklarla beraber yaşatan, şahsi rahat ve refahı, elde ettiği ekonomik seviyeyi her şeyin üstünde tutan, yeni tanıdığı lüks ve zenginlikten daha fazlasına ulaşmayı tek amaç haline getiren bir tipoloji şeklinde karşımızda durmaktadır. Türkiye’nin yeni elitleri için şimdilik asıl mesele çoluk çocuklarına yurt dışından diploma temin edebilmek, mümkün mertebe inisiyatif kullanmadan bulundukları makamda kalabildikleri kadar kalabilmektir.

Sosyal alanda en genel ifadesiyle “memleket meselelerine kayıtsızlık”ın, konu buraya geldiğinde de 90’lardan tek parti dönemi güzellemelerine kadar eski “güzel” günlere özlem ifadelerinin baskın şekilde açığa çıkması neoliberal politikalar ve küresel kapitalizmin kültürel hegemonyası ile doğrudan alakalıdır. Her şeyin ölçüsünü ekonomide bulduğu bir vasatta “parayı bulmalıyız” sözünün memleket meselelerine takaddüm etmesi doğaldır. Yine ülke nüfusunun büyük çoğunluğunun maaşlı çalışanlardan ve bordrolulardan oluştuğunu hesaba katarsak siyasi düşüncenin neden sosyal alandan dışlandığını anlarız. Kültür endüstrisinin şekil verdiği zihinlerin tercihini laik seküler ve Batılı gördüğü dönemler, kişiler ve kurumlardan yana kullanması ise tabidir. Bugün Kemalizm’in öne çıkması veya seküler milliyetçilerin milliyetçi düşünceyi tanınmaz hale getirmesinin altında da bu vardır. 24 Ocak kararları, burada solun Özal hakkındaki nahak iddialarını dillendirecek değilim, ardından uygulanan politikalar Türkiye’ye çok şey kazandırmıştır. Vatandaş yıllarca görmediği hizmeti bu dönemde görmüştür. Ancak neoliberal politikaların yozlaştırıcı bütün sosyal sonuçları da bugün hükümfermadır. Ve bunlardan en çok neoliberal politikaları uygulayanlar şikâyet etmektedir.

               SİYASİ VE SOSYAL KURUMLAR

Türkiye’nin siyasi ve sosyal müesseseleri ne haldedir? Siyasi partiler, parlamento, bürokrasi, akademi, medya, meslek teşekkülleri, sendikalar, düşünce kuruluşları, dini cemaatler, hemşehri dernekleri, gençlik hareketleri Türkiye’nin yeni düzen inşasında sözü ve iddiaları ile politika teklifi sunabilecek halde midir? Evet, Türkiye’de sağlam, köklü, hükümetler üstü teşekküller vardır ve bunlar her zaman Türkiye’de tesirli durumdadır. Bu yapıların neler olduğunu Sait Başer şu şekilde ifade ediyor:

“TÜSİAD muhitler, malum "LOCALAR", hukuki ve akademik alanlardaki "evrensel” mahkûmiyetler, bir sürü Batılı kuruluşa bağımlılık ve vazgeçilemeyen ilişkiler ağı… vs. bütün güçleriyle ayakta duruyor!”

Türkiye’de maalesef Sait Başer’in tabiriyle "Batı destekli cenah" ne istediğini bilen, amaçları dâhilinde hareket eden, erguvaniler (veya boğazdaki aşiret) ve devşirmelerden oluşan insan kaynağı ile Türkiye’nin kontrol altında tutulmasını mümkün kılacak, her an “tarihi iktidar blokunu” yeniden devletin, siyasi sitemin merkezi karar alma mekanizmalarında asli fail haline getirebilecek resmi ve sivil teşkilat yapısı ile ayaktadır. Bunun karşısında yer alan muhafazakâr, milliyetçi, mütedeyyin veya İslamcı yapılar ise kumdan kale olmanın ötesine gidememekte, yürüttükleri faaliyetler –mış gibi yapma, işlem hacmini arttırma, söz ve yazıyı çoğaltma vasfını aşamamaktadır. Düşünce kuruluşları, müşterisinin konjonktüre göre değişen taleplerini karşılayacak ısmarlama raporlarını, zaten kimsenin yüzüne bakmadığını bildiği için piyasaya sürerek Türkiye’nin uzman görüş ihtiyacını karşılamaktadırlar. Türk akademisi ise ekseriyetle hangi epistemik cemaatin inançlarını tekrar ettiğinin dahi şuurundan mahrum şekilde publish or perish (yayınla ya da yok ol) kuralı iktizasınca akademik teşvik iştahı ile akademik yayın yığınını devasa ebatlara ulaştırma gayretindedir. Bilimin objektifliği adı altında amaçsız, gayesiz ve aynı nispette ciddiyetsiz bir üretim akademik çalışmaların kıymetini gün geçtikçe azaltmaya devam ediyor.    

Anayasal ve resmi müesseselerin vaziyetini ise belki de en iyi TBMM temsil etmektedir. “Milli iradenin tecelligahı”, “gazi meclis”, “meclis üstünlüğü prensibi”, “parlamenter meşruiyet” gibi bir kısmı epik ve destansı sıfat ve hususiyetlerine rağmen “el kaldır indir”, siyasi krizler ve çözüm üretemezliği ile anılan, sosyal otorite ve meşruiyeti düşük bir resmi kurum olarak 2017’deki Anayasa değişikliği neticesinde anayasal düzendeki resmi konumunu da sessiz sedasız kaybetmiştir. Yeni meclisten beklenen yürütmeye dair yetkilerini tamamen, murakabe ve teşri yetkilerini nispeten kaybettikten sonra halkın kürsüsü olması, Türkiye’nin meselelerinin gündeme getirildiği ve müzakere edildiği bir mahfil teşkil etmesiydi. Lakin geleceğin siyaset bilimcilerinin bugünün meclis zabıtlarını okumasını gerektirecek ciddiyette meclis görüşmelerinden ortada eser yoktur. Bu döneme dair bir diğer beklenti ise Meclis’in yasama faaliyetinde, kanun yapımında ihtisaslaşması, tam bir profesyonellik kazanması idi, bu da olmadı. Meclis kendisinden beklenen sosyal, politik ve hukuki vazifeleri yerine getirmede başarılı olamamıştır.

Sürekli devrim merakı gibi devlet kurumlarının kapatılıp yenilerinin açılması, adlarının, mevzuat ve teşkilatlarının hatta binalarının biteviye değiştirilmesi elbette tasvip edilebilecek, ideal bir durum değildir. Kurumların resmi ideolojiye ayarlı bir zihniyete sahip olması ile amaçları, bu amaçlara ulaşmak için yürüteceği faaliyetler, takip edilen usuli kaideler, yıllar içinde oluşan teamüller ve teşkilat ile personel yapısı ayırt edilemediği için zihniyetle mücadele zaman zaman tarihi olana, hafızaya, köklü olana karşı tasfiyeci bir tutumu beraberinde getirdi. Kanunların dilinin sürekli değiştirilerek muhafazakâr bir hükümet döneminde uydurukçanın ve yabancı kelimelerin tercih edilmesi ise anlaşılabilir bir durum değildir. Asıl meselenin memur devlet anlayışının sona erdirilmesi, kamu görevinin vatandaşa efendilikten vatandaşa hizmete istihale etmesi olduğunu kabul etsek de çoğu kez ipin ucunun kaçtığını ifade etmeliyiz.  

Siyasi partiler siyasetin siyasetsizleşmesinin en bariz misalini teşkil etmektedir. Hazineden gelen büyük bütçeleri, devasa teşkilatları, durmak bilmez bürokratik koşturmacaları ile görünürlüklerini hiç kaybetmeden varlıklarını sürdürüyorlar. Ancak siyasi partilerin bugün kendi için şey olduğunu, biteviye yaptıkları ilçelerden genel merkez düzeyine toplantı ve kongrelerin, genel merkezlerde gün boyu devam eden mesailerinin politik olanla alakasının olsa olsa bir futbol takımının yürüttüğü faaliyetlerin siyaset ile alakası kadar olduğunu ifade etmeliyiz. Belirli kültürel farklara göre teşkilatlarını kurmuş bu yapıların Türkiye’nin meselelerine ilgisi, politika üretme kabiliyetleri ve bu yöndeki niyetleri çıplak gözle görülebilecek düzeyde değildir. Jorge Ventura’nın İspanya’daki siyasi partiler için yüz yıl önce yazdıkları sanki bugünkü Türkiye’yi tasvir etmektedir:

"İspanya'da, Avrupalılar'ın anladığı anlamda üst düzeyde politika yapılmıyordu. Politika denen şey, kişilerin kendilerine bir makam edinmek için ülke çıkarlarını öne sürdükleri çeşitli entrikalardan ibaretti. Politika demek kariyer demekti. O zamanlar İspanya'da politika yapmanın iki yolu vardı diyebiliriz: Ya –bazılarının yaptığı gibi– politikayı küçümsemek, ama bir yandan da o durumu değiştirmek için çaba harcamamak ya da –çoğunluğun yaptığı gibi– o durumdan çıkar sağlamak. Siyasal partiler birtakım ideallere ya da fikir birliğine değil, liderlere bağlılığa dayanan bir hiyerarşi oluşturuyorlardı. Sayıları zaten az olan politikacılar ya muhafazakârdılar ya da liberal; aslında daha çok falanın ya da filanın yandaşı, partisinin neferiydiler, 'caciquismo' denen olguydu bu”

SONUÇ

Türkiye’yi yeni günün şafağında halli hayli müşkül büyük meseleler beklemektedir. Ancak büyük bir sessizlik ve ölü soğukluğu altında kopacak fırtınayı bekleyen bir halimiz var. Bu sessizliği bozmada devlet ve toplumu tepeden dizayn etmeye ayarlı “kurucu rasyonalite” esaslı dünün ideolojilerinin, resmi söylemlerin ve Batıcı düşüncenin bir faydası olmaz. Maksadımız sessizliğin yerini gürültüye bırakması değildir. Şimdi sesini yükseltmesi gereken yaşayan Türkiye’dir. Her kriz anında devletine ve vatanına sahip çıkma mesuliyetini yerine getiren derin millettir. Ve milletin tahassüs ve imanını dile getirecek, memleket meselelerini dert edinmiş ehil siyaset, devlet ve ilim adamları ile münevverlerdir.

Yazının orijinali için bakınız:https://www.tyb.org.tr/mobi/murat-hacifettahoglu-turkiyenin-sukutu-ve-yeni-duzen-arayisi-63541h.htm

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!