Sen Niye Keloğlan Oldun?
Keloğlanlık durumu öğrenilmiş bir çaresizlik midir, öğretilmiş bir hissizlik midir, nedir? İnsan bile bile sinirlerini aldırır mı? Gördüğü, kendine gösterilen kanayan açık yarayı görmezlikten gelir mi? İnsan bile bile nasıl taşlaşır, taammüden nasıl ebleh görünür? Seninle anlık bir duygusal paylaşımı dahi reddeden bu insan nasıl bilinçli kör, bilinçli sağır, bilinçli dilsiz olur?
Bazı cinayetleri, bazı gaspları, bazı hak ihlallerini duyunca bir çare bulacağını düşündüğün bazı insanları haberdar ediyorsun ki yetiyorsa eli müdahil olsun da bir kötülük bir haksızlık bertaraf olsun. Kendin merhem olamayınca merhem olabilecek birini haberdar etmeyi, ondan yardım istemeyi bir iyilik zannediyorsun. Senin derdin belki de bir yara sarmak değil. Senin meselen vicdanının sesini bastırmak. Bunca açık yara, büyük ihtimal, sen böyle sakat düşündüğün, yangından seçerek bir can kurtarmayı yangını söndürmeye tercih ettiğin için kanıyor. Belki de sen böyle olduğun için yoluna taş döşeniyor adaletin, endüstrileşiyor hukuk, sektörleşiyor savunma.
Beraber ağlaşalım diye omzuna yaslanmak istediğinin gözü kulağı nasır tutmuş. Görülmüyor duyulmuyorsun. Açık yaralara gelince, herkes görsün ve herkesin dizinin bağ çözülsün diye o yaraların açıkta bırakıldığından emin ol. Tam da bu yüzden herkes seninle aynı çaresizlikte. Bu yüzden herkesin dizinin bağı çözük, dili dolaşık. Orman yanıyor, kötülük gözünün önünde büyüyor, ip ayağına, beline, boynuna dolanıyor. Sen yangını seyrettikçe dizlerinin bağı çözülüyor ve yüreğin kömürleşiyor. Etrafını saran gaddar duvarsa yükseldikçe yükseliyor. Herkes sürgüyü çekiyor ve ses vermesi beklenen herkes sessizce içine kaçıyor. Herkes, her kimse. Kimse kimsenin sesine ses vermiyor, çünkü kimsenin mecali, takati, dermanı yok. Ateş yakıcı özelliğini, su serinletici hasletini yitiriyor. Uyan artık uyurgezer dediğin diyeceğin vicdan sahipleri yün yorganı başlarına çekip uyuyorlar. Vicdanlarını da yastık altı altınlarıyla dinlendiriyorlar.
Açık bir yarayı sarması için yardım umduğun/ dilediğin insan “O da bir şey mi” diye senin anlattığından çok daha kan dondurucu, çok daha akıl almaz vak’aları sana anlatıyor ki senin anlattığın değersizleşsin, küçülsün. Dert yandığın muhatabın seni ya yarım kulak dinliyor ya da senin omuzlarının üzerinden gözlerini sağa sola deviriyor. Belli ki o bir başka galakside artık. Belli ki ona ulaşman artık imkânsız. Ciğerini, iliğini, ruhunu bildiğin, öyküsünde yer aldığın, öykünde yer verdiğin, beraber saf tuttuğun arkadaşın sen uyurken evrimini tamamlamış ve Ankara taşına dönmüştür artık.
Bu sessiz taşlaşmayı, bu zamansız donmayı, bu büyük yangını temaşa halini, bu ayakta çürümeyi kendi çürüyen aza ve melekelerimle birlikte çok düşünüyor birçok işin içinden çıkamadığım gibi bu hâlin de izahını yapamıyorum. Fenalıkları fazla gündeme getirince ‘kötücül’ olmakla, ‘küfranı nimetle’, ‘merdud grupların ajandalarına hizmetle’ itham ediliyorsun. Yardım umduğun kimse seni de şimdi yargısız infazla diri diri gömüyor. Hatta o, seni gömerek bila bedel iyilerin safına geçiyor, sense alnındaki Şark çıbanıyla damgalanmış olarak kötülerin safında kalıyorsun.
İmdat çığlıkları karşısında mumya gibi duran bu insanlar sağ tarafında yükselen duvarda ya taş ya Horasan harcı olarak yerlerini alıyorlar. Bu kalpsizliği zamanın ruhu, realpolitik, bölgesel ve küresel düzen besliyor tamam ama yine de insan teki üzerinden düşününce akıl almıyor. Yani nasıl oluyor? Sol yanında uyuşma olarak beliren bu ağır hastalığın hususen burada yaygınlaşması sizce de manidar değil mi? Nasıl oluyor da aynı çeşmeden su içtiğin insanla şimdi aynı yöne bakamıyorsun?
Bir facia karşısında insan nasıl öyle camid, cansız, sakıt susabiliyor? Nasıl öyle ketum, mefluç? Düne kadar aklına, vicdanına kefil olduğun insan şimdi nasıl da öyle dökülen, dökülemeyen gözyaşları karşısında hissesine düşeni bile almayan bir kadavraya döndü? En azından “Ne yapabilirim” demesini beklediğin ahbabın sen konuşurken o değilden yeni bahisler açıyor, lafı olay mahallinden hızla uzaklaştırarak “Hüküm Allah’ın, sözün bittiği yer” dercesine biz emir eriyiz, emir yukarıdan diyerek seni büyüyen çaresizliğinle nasıl baş başa bırakıyor?
Senin de yardım istediğin o eli her yere yeten kudretli adam değil, senin anlattıkların bir yana her yerden duyulan imdat çığlıkları karşısında bile birden bir Keloğlan’a dönüyor. Bunlar sahiden oluyor mu bile demeden alık bir ifadeyle yüzünü düşürüyor, bir saatine bir yüzüne bakarken toplantım var diyerek senden de vicdanından da kaçıyor. Bakma adamının o saf, o kel keleş duruşuna. Zamanın ruhunu emen bu alık adam senden çok daha akıllı, bilimli. Senin efkârını, senin çaresizliğini, üzüntünü dahi elinden alacak ve karşında senden daha bibaht görünecek kadar mahir bir cin o. Tamam ama yine de merak ediyor insan. Gırtlağına kadar içinde olduğu her hileden her hurdadan nasıl öyle bihaber görünebiliyor bu cin?
Dilediğinde donan, istediğinde taşlaşan, duvara yere yapışan bu tiplemenin esas hüneri Keloğlan rolünü başarıyla oynaması. Bu rol için hususi bir eğitim aldı mı bilmiyorum ama bu hüneriyle büyük ödüller aldığı, alacağı muhakkak. Vicdan sükûtu ödülü. Şunu da yakinen gördüm ki bu akıllı, bilimli arkadaş/arkadaşlar aklının bir kısmıyla kamusal alanda kendi işini görürken aklının esas kütlesini ‘külçe altın’ gibi gelecek günlere saklıyor/lar.
Bu işgüzar Keloğlan bir de senin anlattığının üstüne bin beter öyküler boca ediyor ki bu işlerin çözümsüz olduğuna kani olasın. Senin feveranına hiç şaşırmayan muhatabın sana “Burası Türkiye, burada bunlar vaka-i adiyeden” demek istiyor. Bu cin cücüğü off the record sana anlattıklarıyla seni üzen vak’ayı senin nezdinde de değersizleştiriyor, küçültüyor ve senin şikâyetini sana unutturuyor. Bu nasıl bir hâl? Bu vicdanını vestiyerde unutmuş Keloğlanlık durumu öğrenilmiş bir çaresizlik midir, öğretilmiş bir hissizlik midir, nedir? İnsan bile bile sinirlerini aldırır mı? Gördüğü, kendine gösterilen kanayan açık yarayı görmezlikten gelir mi? İnsan bile bile nasıl taşlaşır, taammüden nasıl ebleh görünür? Seninle anlık bir duygusal paylaşımı dahi reddeden bu insan nasıl bilinçli kör, bilinçli sağır, bilinçli dilsiz olur? Bu oyunbaz cin cücüğünün sahnelediği oyunda akıl vicdan olmadığı gibi mes’uliyet mükellefiyet, hesap kitap da yok. “Acırsan acınacak hâle gelirsin” diyen bir mafya mottosunu muska diye sukut etmiş kalbinin üzerinde taşıyor.
Tıka basa hapishaneleri, hukukun rayicini, borsasını, karaborsasını, arka bahçesini, sahne gerisini, karanlıkta üretilen delilleri değerlendirmek için son çeyrek asırda -mesela yani- bakanlık yapmış, yüksek yargıda, yüksek bürokraside vazife almış insanları bir salona toplayın ve yüz yüze konuşturun. Aynı şekilde ekonomiden ilahiyata, güvenlikten eğitime, sağlıktan aileye üst düzey görev ve sorumluluk alanları bir araya getirin ve konuşturun. Bakın bakalım bu özeleştiri zirvesinden nasıl bir netice çıkacak? Bu imkânsız ihtimali gerçekleştirirseniz, yetişmiş insan kaynaklarımızın nasıl da öyle balaban, nasıl öyle toraman, nasıl öyle Keloğlanlara evirildiklerini göreceksiniz.
Bu karakterin kötülük, fenalık hakkında hiçbir fikri, tecrübesi, gözlemi, duyumu yok. Bardağın hep dolu tarafını içer. Yanlış giden her şeyi ilk defa sizden duyar. Belli ki siz kötülüğe aşinasınız, o değil. Bu tiplemenin bu zamanda bu kadar yaygınlaşması tesadüf olamaz. Keloğlanlık belki de kendini korumaya alan kişisel bir güvenlik tedbiri, bize has bir korunma modeli. Başka nasıl oldu da gözümüzün önünde her fenalık “Vaka-i adiye” oldu? Söz aşındığından mı, konuşmak güçleştiğinden mi, mertlik zorlaştığından mı yangın çekirdek çitlenerek seyrediliyor. Herkes kafasını kuma gömerek palan koleksiyonunu saklayan Keloğlan’a benim de ‘eşşeğimin yok palanı’ diyor.
NOT I: “Haram malda yoktur gözüm” diyen ortak muhayyilemizin çocuğu esas Keloğlan’la bir sorunum/sorunumuz olamaz. Çalışkan olmadığı ama tembel de olmadığı, vara yoka akıl yürüttüğü, yürütecek aklı, zekâsı olduğu için azıcık Şark kurnazı görünse de gözüme severim onu. Keloğlan’ı emeksiz, saf, düzenbaz olarak görenleri de ciddiye almam. Sözüm elbet ona değil, Keloğlan maskesini kullananlara, onun donuna girenlere.
NOT II: Keloğlanlık oynayanlar esasen çok akıllı adamlar dedim ki öyledir. Çok akıllı olduklarının bilindiğini bilirler. Akıllarının hepsini göstermemek için soğukkanlılıklarını korur, tehevvüre kapılmazlar. İmdat sesi duyduklarında o alık ifadeyi bürünerek birden Keloğlan keleşoğlanlaşıverirler. Perşembenin gelişini çarşambadan, uçurumun mesafesini, geminin su aldığını, şefin kesintisiz yalan söylediğini bal gibi bilirler ama kulaklarının üstüne yatarlar ki hafazanallah bir maliyet çıkmasın, Allah gördüğünden geri komasın.
NOT III.
Sahi bu günler geçtiğinde Türkiye bu kadar Keloğlan’ı ne yapacak?
Yazının orjinali için bakınız:https://www.perspektif.online/sen-niye-keloglan-oldun/
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Akıllarını Kullanmayan Toplumlar Propaganda Masallarıyla Uyutuluyor