ÜSTAD ŞEHİR ve BOĞAZİÇİ

Bilgiye, kitaba aşık, takıntılı, tutkulu. Bir ömür kendi yokuşunu tırmandı. Müslüman bir fikir işçisi olarak yaşadı. İnsana, varlığa, şöhrete asla gönül indirmedi. Herkesin rağbet ettiği dünyaya, devlete, siyasete, paraya, pula tavır almış, kimseden ihsan, caize istememişti. Çocuk felci ve üvey anneden kalma iki aksak ayağıyla bir ömür istikamet üzere sabit ve muhkem durdu. Şimdi Üstatsız Malatya.
ÜSTAD ŞEHİR ve BOĞAZİÇİ
Mustafa ŞAHİN
Mustafa ŞAHİN
Eklenme Tarihi : 11.12.2025
Okunma Sayısı : 27

Üstat, Şehir ve Boğaziçi

“Pek rengine aldanma felek eski felektir.”

 

Suyu sert denir ya bazı yerler ve bazı insanlar için, öyle işte. Kaplumbağa gibi sert kabuklu bir adam. Kızgın ama güleç ve manidar bir yüzü var. Zıtlıklar barındıran bir çehre. Öfkesi yatışmamış bir düşünür yüzü. Bu bakışlar, bu ironi, bu akıl oyunları buralardan değil. Nasılsın diyene “şahane berbat” diye karşılık veriyor. Kusursuz bir berbatlık yani. Ağır yaralı ama vakur duruşunu bozmuyor. Kısa adıyla Üstat. Uzun adıyla Üstat Hüsamettin. İşi, yerleşik yargıları, sabit dogmaları dizinde sektirmek. Ürkek, kızgın, çekinik, agresif. Sesi, bir kayanın içinden geliyor. Kimse tam adını bilmez Üstat Hüsamettin Yıldırım’ın.

 

Hayata, şehre, insana bakışı güvensiz. Öfke, hınç ve insan korkusu var bu gözlerde ve bu güvensizliğin gerisinde koca bir hikâye. İnsan yüzlerine bir maskeye bakar gibi bakıyor. Birinin bir bardak çayını içmeden onu sayısız testten geçiriyor. Her beyan edilen fikri en eleştirel ve kırılgan yerinden görüyor. Mesaisinin tamamı analiz, kritik, kıyas. Feleğin sillesini yemiş ama çemberinden de geçmiş. Acıya sanki doymuş. İnsanı tanımış ve ondan kurtulmuş, özgürleşmiş. Döngüsü umurunda değil ama dünya umurunda. Şen meclisler dağılıp günün sonunda herkes evine gittiğinde o mücerret öyküsüne sarınıyor. 

 

Günü, gecesi, zihni herkesten farklı. Kendine özgü bir dilin içinden konuşur. İroniye yaslanır, sık sık şaşırtır. Yüzündeki endişe ve gerilim sabit. Dış hatları sert insanların kalpleri çoğunlukla ipek gibidir. O da öyle. Haşin görünümüyle beraber alaycı, ironik, parodik. Öyle ya hayata katlanmanın en doğru yolu onu sarakaya almak. Hemen anlarsınız onun herhangi bir adam olmadığını. Düşünen insan yüzünün, kabzımalın, celebin yüzüne benzemediğini bilirsiniz zaten. O, kendiyle, etrafıyla, düşünceyle, çelişkiyle, gelenekle, yerleşik yargılarla, sakat inanışlarla, aklını rehin bırakanlarla, aklını kiraya verenlerle, başkasının aklıyla hayatını idame edenlerle, başkasının aklına kul olanlarla, sözünü tutanla çiğneyenle, sizinle, bizimle, kendiyle, hayatla eğleniyor. 

 

O çay evinde, o duvar dibinde, o köşede yani herkesin gözü önünde saklanıyor. Sarılmamış yaraları her an onunla beraber. Öyle ya: Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda. Yetmiş beşinde bile o zalim üvey annenin el ayak, bakış izleri var yüzünde-gözünde. “Ben altı aylıkken anam ölmüş” diyor. Malum, anne öldü mü çocuk. Kaçar herkesten. Durmaz bir yerde. “Anne ölünce çocuk. Çocuk ölünce anne.” Birkaç cümlesinden anlaşılıyor başka bir galaksiden buraya düştüğü. Erzurum Hınıs’tan gelmiş. 1952’de Cumhuriyet İlkokulu’na başlamış. Malatya Lisesi’ni bitirmiş. Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuş ama terk edip İstanbul İktisat Fakültesi’ni bitirmiş. Şehir ona, o şehre aşina ama birbirinin yaralarını saramıyorlar. Dünyanın derdi yetmezmiş gibi üstüne yanlış itikatlarla hesaplaşmayı iş edinmek akla zarar bir tercih.

 

Düşünce demir leblebi zaten, hele taşrada. Bilen bildiğini kendine saklar, bilmeyene anlatmaz. Anlatanı da kaşını gözünü yarar, dinleyeni sakatlar. Bilmeyen zaten gani. Belki öğretme çabası da insanı asabileştirir. Kimse rabbine ortak koşmasın, kula kul olmasın, körü körüne töreye teslim olmasın diye önüne geleni haşlıyor. Onun tayin ettiği mesafede durmak zorundasınız. O yalnızdır. Hani bazılarının yalnızlığı bir şehir kadar kalabalıktır. Her şehrin ayrı bir gramatik yapısı vardır. Malatya’nın da var. Hissiyatın az hürmet gördüğü bu şehirde kendini sakınmak dişli olmayı gerektirir. Onu harici şartlar kadar kendisi öyle yapmış. Zor karakterleri tanımak çok çaba gerektirir. Öyle ya, düşüncenin yüzü asıktır, esnemez. O da öyle. İnsana, eşyaya, mülke, mülkiyete, devlete karşı o kadar zırhlanmış ki kimse ona tam nüfuz edememiş.

Zengin Bir Yoksul 

 

Fuzuli’nin kendi için dediği gibi “zengin bir yoksul.” Aklı, imanı, kalbi var. Varlığa, yokluğa bu harcıalem aleme zerre kadar prim vermemiş. Kaya gibi sağlam, sert ve tok. Daima yaya. Ana arterden ayrılmadı, toplu taşıma aracına binmedi. Evi ile Boğaziçi Çayevi arasında sabit bir hattı var. Kürsüsü Boğaziçi’nde. Orada konuştu, tartıştı, ders verdi. Çoğu günler oruçtu. Evde yediği, sıvı yağda pişirdiği yumurta. Dünya nimetlerinden belki en çok dondurmayı sevdi. Nazına katlandığı sayılı dostu onun bu tutkusunu muhabbetine vesile bildi. Öyle ya içinizde kalan çocukluk illa ki saklandığı yerden sobe diye çıkar. Yetmişinde bile bir oturuşta bir kilo dondurma yediği olurmuş. İki tür spor onun ata sporu. Biri akıl oyunu, diğeri yürüyüş. Aksak ayaklarında biri öbürüne yetişemiyor.

 

Yalnız insanlar kendileriyle konuşur. Kendilerini insanlardan çeken insanlar kelimelerle oynar. Dil kendinle konuşma imkânı verdiğinden lezzetlidir. Üstat bu tada kendini salmış biri. Bir başına oynuyor. Oynarken şaşırtıyor. Güler yüzlü bir filozofisi var. En ciddi meselenin ortasına latifeyi yerleştirir.  “Az dinlen” diyene, “Dinsiz değilim ki dinlenem” diye takılarak meseleyi hızla dine getiriyor. Aslında kendine takılıyor. Usul, üslup, adap, erkân anlatırken yöntem öğretiyor. Enseye bir şaplak vurup, “Bunun adı dövmektir denmez” diyor. Yani, akıl yürütürken kendiyle, sizinle, hayatla eğleniyor. Bir anlamda sürekli mantık öğretiyor. Her meseleyi her muhatabı dizinde sektiriyor. “Nasılsın” diyene “şahane berbat” diyor. Bir şey söylerken hiçbir zaman tek bir şey söylemiyor. Bir şey derken her zaman birden çok şey söylüyor. 

 

Evine “mağaram” diyor. Mağarasını arkadaşları almış ama o mülkiyeti üzerine almamış. Adıma bir şey olmasını istemiyorum demiş ve olmamış. Minimalist. En azla yetiniyor. İki çay kaşığı sıvı yağda yapılan yumurta olmazsa olmazı. “Niye haşlama yemiyorsun” dendiğinde “Tüp çok gider” diyor. İstanbul İktisat Fakültesi’nden aldığı diplomasına verdiği isim “iflas belgesi.” “Ayakkabın yırtılmış, şunu yenileyelim” diyen dostuna “Oradan ayak parmaklarım hava alıyor” diye karşılık veriyor. Diyojen ile İbrahim Ethem arası bir yerde. On binlerce kitabı var, başka bir eşyası yok. Ali Emiri gibi bekâr. Kütüphanesini merak eden çok insan var. “Kitaplarıma göz kırpanlar benden önce ölür” diyor. 

Şehrin Merkezinde, Hayatın Kıyısında

 

Şehrin merkezinde, hayatın kıyısında duruyor. Mesleği, ilim tahsil etmek, kitap okumak, ders vermek. Gençlere tavsiyesi ilme sarılmaları. En meşhur kitabı İçtimai Matematik olmak üzere bazı eserleri şunlar: Resul-i Ekrem (SAV) Zamanında Sünnet, Müslümanların İhtilafları, İnsanın Dünyada Mesud Olma İhtimali, Muharrirlik Hayatım, Aklı Köleleştirenlere ve Aklı Putlaştıranlara Reddiye… En büyük meselesi tahkiki imana kavuşmak. Şiarı “İnsanların en faziletlisi dinlerini iyice anlayıp bilerek amel edenlerdir” hadis-i şerifi. Her zamanki vurgularından biri cehalet ve dünya sarhoşluğunun insanı helâke götüreceği. İç dünyasının direği namaz. Günün bütün dilimlerini namaza göre bölümler. Elektrik, ampul, gaz lambası, lüküs, fener, mum, çıra kullanmadı. 

 

Evet, bu denî dünyadan göçünceye kadar elektriği evine almadı. Gündüzü gündüz, geceyi gece olarak yaşadı. Fazlalık hiçbir eşyayı nesneyi hayatına dahil etmedi. Kitap hariç. Bir ona doymadı, kanmadı. Kitap müptelalarının trajedisi derin olur. Hayat bu insanların kursaklarında kalmıştır. “Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir” gibi. Bilmeye arzuludurlar ama zaman yetmemiştir. Önce okumak sonra biriktirmek öne geçmiştir. Öyledir, biriktirenlere zaman yetmez. Otuz bine yakın kitap biriktirdi ve onları ölürsünüz diye tehdit ettiği muhtemel kapkaççılardan korudu. Isı, ışık, gıda, sessizlik, para gibi nice imkânlardan mütemadiyen mahrumiyetle birlikte, cahil ebeveynin ve huysuz üvey annenin sürekli dil azabı diye özetledi hayatını. 

 

Mücerretler hayatı kıyısından seyreder. Başkalarının hayatlarına alakasız görünmeleri detayları herkesten fazla görmelerine mâni olmaz. Yalnızlığı iradi olarak seçmiş, tercihan münferit, mücerret gibidir. Herkesle mesafelidir. Uzun zamandır ünsiyeti olanlar bile arada iğnenin deliğinden geçirir. Aranızdaki duvarın kalktığını zanneder, sınırı aşarsanız olmadık bir yerde haşlanabilirsiniz. İnsan ilişkilerinde katı prensipleri var. İnsanın çiğ süt içtiğini unutmuyor. Zor şartlarında şekillenmiş hamuru. Merhametsiz bir üvey anneden dilenci mafyasının eline düşüp İzmir’e kaçırılmak ve orada imdat eden merhamet sahibi bir kadının yardımıyla polis nezaretinde Malatya’ya geri gönderilmek. Zorun zoru, dramatik bir öykü, görülmemiş bir hesap var geride. Öyle ki her davranışında o gaddar üvey annenin el ayak ve göz izleri ile o çocukluk yaraları var. 

 

Geride öyle hazin bir hikâye varken sıkı bir düşünce dünyası inşa etmek her babayiğidin harcı değildir. Hayatının merkezinde namaz ve zamana dikkat var. Kol saatine değil, güneş saatine tabi. Biriyle sözleştiğinde dakika gecikeni defterden siliyor.  Belli vakitlerde belli dostlarını ziyaret ediyor. Dostluğunu hak etmediğini düşündüğünden sözünü, selamını, kelamını esirgediği gibi bakışını dahi esirgiyor. Sözünü keseni bir daha muhatap almıyor. Ne kendi sözünü çiğneyene ne onun sözünü kesene bir daha tenezzül etmiyor. Lüzumsuz olanı lüzumsuz buluyor ve defterden siliyor. Filozof soğukluğunda esnemiyor, gevşemiyor. Gülümsüyor ama gülmüyor. Nadiren şen kahkahalar atıyor… Yirmiye yakın eseri var. Kitaplarını kendi yayınlıyor, yayınevlerine vermiyor. Kurduğu yayınevinin adı Zihniyette İnkılap Yayınevi. Dağıtımcıya da kitapçıya da vermiyor. Kitaplarını alacak olan kendinden isteyecek. Sadece belediye ekmeği yiyor. Kış menüsüne arada helva ekliyor. Çünkü sıcak tutuyor. 

 

Düşünmek aklı zorlamaktır. Mahsus ironisine, diyalektiğine aşina olmayanlar onu aklı zorlayan bir agresif olarak niteler. Soruları peşinen cevaplanmış olanlar, düşünme zahmetine katlanmayanlarsa peşinen yadırgar. Hani vasat olan akıllıyı akılcılıkla suçlar ya; Üstat Hüsamettin, Üstat Said Ertürk gibi bidate hurafeye meydan okuduğundan, yani süte su katmayı kabul etmediğinden akılcılıkla suçlanır. Bu şehir, bir terzi dükkanında, bir çayhanede üretilen akıl oyunlarına epey direnmiş ama zamanla bu muhakeme biçimini kabullenmiştir. Birkaç nişan taşı var bu tarzı şehre giydiren: Üç Said. Çekmegil Ertürk, Özköse. Ama onlardan da önce Müftü İsmail Hatip Erzen başlatmış bu düşünme biçimini. Bu tarzda akıl kırbaçlanıyor, esnemeye izin verilmiyor, bir de kül yutmak yasak. 

 

En müessir hoca merhum Said Ertürk. Namı diğer Topal Said. İki üstadın topal oluşu da ayrı bir kader birliği. Topal Said 1926 Palu doğumlu. Takrir-i Sükûn’un sözde İstiklal Mahkemelerinin yargısız infazlarla devrim terörü estirdiği günler. Urfa, Cizre, Midyat, Nusaybin, Bingöl medreselerinde sağlam bir ilim tahsili alan Müderris Said Hoca, muhtelif köy ve kasabalarda imamlık yaptıktan sonra son görev yeri Melekbaba Camii’ne geldi. Şehirde esas mesaisi gençlere sahih bir itikat eğitimi vermek. Boğaziçi Çayevi üzerinden bu emeline nail oldu. Malatya ekolü denince hep üç Said’den söz edilir. Üçüncüsü de tamirci Said Özköse.

Tartışarak Öğrenmek 

 

Tartışarak öğrenmek, bilginin kaynağını sormak, yorumlamak şart. Eğitim değil de öğrenmek şart. Aklın, bilgin, dağarcığın kadar söz hakkın var. Sözün varsa söyle. Bildiğin kadar konuş. Burası Malatya. Burada üfüremezsin. Konuş ama boyundan büyük konuşma. Kulak kültürüyle söz sahibi olamazsın. Nefes alınan her yerde, kaldırımda, taburede, köy dolmuşunda en ağır mevzular konuşulur, tartışılır. Atina’ya Isparta’ya benzemez Malatya. Sadece seçkinler, aristokratlar, filozoflar söz almaz, sözü olan söyler burada. Bu serbesti her zaman iyi neticeler vermez, o başka. Herkes söyleyince söz yere düşer, sular yokuşa akıtılır. Yanlışlar önden söylenir, testi kırılmadan tokat atılır. Buradan memlekete çok renk çok akıl katıldığını memleketi bilen bilir. 

 

Üstat bir başına değildir. Said Ertürk’le temel vurgusu pagan inanışlardan arınmış, katıksız sahih itikadadır. Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin yoluna dökülen bidat ve hurafelerin süpürülmesi lazım ama yerleşik yargıları, hurafeleri, bidatleri silmek süpürmek kolay değildir. Vasatı zorlayanlar, konforu kaçıranlar, törelere karşı çıkanlar eski köye yeni adet getirmekle, akılcı, cedelci, reddiyeci, radikal olmakla suçlanır. Soruları efendilerince cevaplanmış olanların saadetine gölge düşürmemelisiniz. Buna taşranın tabii boğuculuğunu, burada dilin işlenmemişliğini, ironinin horlanışını, türlü kifayetsizlikler nedeniyle ciddiyetin kutsanışını da eklerseniz dünya başınıza dar gelir. Taşrada insan taş gibi cevapsız sorularını cebinde taşır. İstese de ezberinden vazgeçemez. Bir iyi yanı varsa taşranın, o da kendinle istemediğin kadar baş başa kalabilirsin. Buna karşın bir kez uyanan akıl bir daha yatışmaz. Bir de sabredildiğinde her düşünce ya olgunlaşır ya dalından düşer.

 

Malatyalılara “Malatyalı” denir ama Konyalıya Konyalı, İzmirliye İzmirli, Yozgatlıya Yozgatlı dendiği gibi değil. Malatyalıya mahsus “Malatyalı” denir. Fikirler işaret edilmek istendiğinde değil hapsedilmek istendiğinde de mahallî zarflara konur ki mahallinde kalsın. Mahallî olmaktan haz duyanlar “hemşehriliği” sahici bir bağ zanneder ve bundan hoşnutluk duyarlar. Oysa hemşehrilik bizatihi bir değer olamaz. Hâl böyle olunca, yani mahalli hücrelere hapsedilince fikirler de tarım ürünleri gibi son kullanma tarihleriyle paketlenir. Çay, kayısı, incir, fındık, zeytin gibi. Yönetenlerse her fikre kuşkuyla bakar ve tehdit algılar. Her akıllı devlet bilir ki düşünce koyunları ürkütür. O nüanslara kafa yormadan vatandaşlarını kafa ve kalpleriyle desteler, torbalar. Tanımlayamadığını rafa kaldırır. Öyle işte. Ne alaka demeyin. 

 

Üstadın geride bırakamadığı çok korkusu vardı. Kuşkucu olduğundan emniyetli ilişkiler kuramazdı. Dostları vardı ama onlara ne kadar güvendiği belli olmadığından lafı hep ortaya söylerdi. Çoğumuz birine bakmadan, birinin bakışlarını teslim almadan konuşamaz. Onun cümleleri birden insan dolu çay ocağının ortasına düşüverir. Gülümseyen gözleri itimat verir ama itimat almazdı. Acısı kaygısı içindeydi bakışlarının. Başına dikilse o da İskender’e, Nuşirevan’a, Süleyman’a gölge etme derdi. Kendine ait bir odası yoktu ama kitapların zapt ettiği bir evi vardı. Unamuno’nun Sis’inde, Canetti’nin Körleşme’sindeki Profesör Kien’e ait gırtlağına kadar kitap dolu bir ev. Onun evini, bir başınalığını bütün şehir biliyordu ama kimse onu o girdaptan beriye çekecek imkân ve kudrete sahip değildi. 

 

Dünya kimseye kalmıyor. Onun işleyişine ayak uyduramayanlar daha erken çekiliyor. Üstat bir yanıyla bir başka Hüsamettin’e benziyordu. Hüsamettin Arslan’a. O da mücerretti, o da kitap ve düşünceleriyle baş başaydı. O da kızgın bir adamdı. Dostu Ömer Arısoy’a, “Ömer, bana Kaz Dağlarında bir başıma ölümü bekleyeceğim bir yer bul” dediğinde sayılı günü kalmıştı. Malatyalı Üstat Hüsamettin’in yetmiş yaşından sonra anlattığı öyküsünde çok acı var. O, hayatın esirgediği her açığı kitapla, selülozla kapatmak istemiş ama çocukluk yaraları kapanmıyor. Üstat, yetimlikten, öksüzlükten, üvey anneden, çocuk felcinden kalma aksak. Doktora götürülmemiş. Bu yüzden kızgın ve yaralı. Bu yüzden sarpa sarıyor ve kimseye itimat etmiyor. Sanki tercihan fakr-u zaruret içinde ve bir başına. Tercihan sigara külü kadar yalnız. Yalağuz. Yalnızlığın da bir gücü var ama hayatın sarıp sarmaladığı insanlar onu bilmez:

 

“Bektaş yüce dağ başında yalağuzdu/ Bektaş zaten doğduğunda yalağuzdu/ Bir sopa, üç beş koyun, bir köpek/ Bulutların içinde kendi kendine yalağuzdu/ mintanı ile yalnızdı, çarığı ile yalnızdı/ bilinmez düşünceleri, tanrısıyla yalnızdı/köyde, şehirde, kasabada, dağda/ beş on kelimesi, diliyle/ Yalnız insanların o garip haliyle/ Yalnızdı Bektaş, yapayalnızdı/ Bektaş mayıs böceği kadar yalnızdı/ Esaretinde, hürriyetinde sevdasında/ üç yaşında da yalnızdı, on beşte de, seksen de de/ Yağmurların altında, bulakların kenarında/ Türküsünde, koşmasında, şarkısında,/ tamamda da noksanda da,/ Papatya gibi yalnızdı, kuşyemi gibi yalnızdı… İğneden ipliğe işte Bektaş, yapayalağuzdu” diyor ya Turgut Uyar. Öyle işte.

 

Üstat, gergin, sert ve yaban. Gün görmüş, manidar, kederli ifadesi sabit. İlk bakışta anlaşılmıyor ama feleğin sillesinin parmak izleri bakışlarında. Burada ne arıyor dedirtiyor bakışları. İnsanı her an ters köşeye düşüren bir üsluba sahip. Herkesle mesafesini evvelden belirlemiştir. “Beni bu kadar tanıyabilirsiniz” dediğini ilk cümlelerinden anlarsınız. Bu ağır, vakur, sert ifadeye, bu tok söze, bu gök mavisi gözlere, bu muhakemeye şaşırırsınız. O da zaten şaşırmanızı, apışıp kalmanızı istemiştir. Bu çetin ceviz adamın sözlerinde boş ve çürük yoktur. Her cümlesi dağlar.

Toman Kardeşlerin Tabureleri

 

Boğaziçi Çayevi, Kışla Caddesi üzerindeki Akyol Pasajında Milli Türk Talebe Birliği’nin bekleme salonu gibiydi. Bu şehir, yarım asır bu çayhanede buğulandı, demlendi, içini ısıttı. Sığınacak bir saçak arayan, şiddetten kaçan, üşüyen, hararet basan gençlere burada çay, oralet, tarçın, gazoz, sohbet ve muhabbet ikram edildi. Köyden şehre emniyetli bir kapıdan girmesi gereken çocuklara şehrin badireleri, tehlike ve tuzaklarından korunma yöntemleri, terimler, kavramlar, ıstılahlar, yoldaki işaretler ve nişan taşları üzerinden anlatıldı. Bir felsefi müktesebat, bir müfredat, bir sistematik yoktu ama o mekânda, o şartlarda doğru adresler ve işaretler alan binlerce gencin heder olmaktan kurtulup yol ve istikamet bulması da az iş değildi. 

 

Toman Kardeşler işletti Çayevi’ni. Dokuz erkek kardeşten büyüyüp hayata karışan, ardı sıra gelene devretti çay tepsisini: Çay içi misin abe? He içim abe. Bize sekiz çay ver. Benimki oralet olsun! 

 

Üstat Hüsamettin’in bütün mesaisi Boğaziçi Çayevi’ndeydi. Sohbetine herkes dahil olmak isterdi ama o herkesi kabul etmezdi. Müşkülpesent bir adam. İstemediğini ısırgan gibi dağlar. Çayevi Turan Akyol’un ofisi az aşağıda, Malatya Fikir Kulübü biraz ötede, Milli Türk Talebe Birliği’yle iç içe. İşleyen, tüten bir ocak ama neticede burası Türkiye. Burada evham, endişe, anksiyete eksik olmaz. Belki her yer öyledir. Belli ki her yerde öyledir. 

 

Bu kaygı bozukluğu aşılmadan huzura eremez memleketimiz. Bin bir emekle, zahmetle yakılan ocaklar kolayca söner, söndürülür ve binlerce insan adressiz, yönsüz bırakılır. Hatırlayın; 28 Şubat’ta nasıl olur da yeşil sermaye tavşan kanı çay yapar demişlerdi? O süreçte bu çayevi dahi kapandı. Bir önceki darbede bütün sivil toplum teşkilatları, bütün partilerle beraber MTTB de kapanmış, toplum sıra dayağından geçirilmişti. Dergâh Dergisi’nde Boğaziçi Üniversitesi kapandı diye yazmıştım. Sis dağılınca Boğaziçi Çayevi yer değiştirmiş olarak tekrar açıldı ama eski rüzgârını kaybetmiş olarak. 

 

Üstat Hüsamettin bu üniversitenin kürsü sahibi en kıdemli hocalarındandı. Eleştirel Düşünce ve Mantık dersleri verirdi. Eleştirinin yüzü ekşidir. Sokrates at sineğidir. Ders dışı saatlerde Said Ertürk Hoca’yla, Turan Akyol’la, Zeki Baba’yla, Recep Trabzonoğlu’yla, Mehmet Koç’la, Kadir Zafer’le, Mehmet Bulut’la, Ömer Osman Çelik’le, Emin Yücetaş’la, Memiş Doğan’la burada yârenlik ederdi. Bazen gürül gürül, bazen kızgın sac üzerinde infilak ederek. Yalnızlığı, kimsesizliği kulaktan kulağa fısıldanırdı. Aşina yüzler yoksa daha huysuz, huzursuz olurdu. Bildik biri varsa onu duvardan duvara sektirir ya da lafı ortaya bırakarak mekânı birden hararetlendirir. Kimseye tam yönelmez ki yandan laf çarpma hakkı elinden alınmasın. Sözünü size duyurmak istediğini anlarsınız ama o bazen duvara söyler. 

 

Bendeki şehir fotoğraflarının çoğunun üzerinden yarım asır geçti. Bazı isimler sanki hep orada. Said Ertürk, Zeki Şengöz, Kadir Zafer, Mehmet Bulut, Ömer Osman Çelik, Şadi Kul, İhsan Gencay, Mustafa Acet, Ahmet Akalın, Alaattin Kürün, Mahmut Baştürk, Namık Şahin. Liseli, üniversiteli gençlerden küçük küçük halkalar oluşur. Halkalar, halkalar… Biri tevhidi anlatırken diğeri nübüvveti anlatır. Biri adaleti anlatırken diğeri içinden çıkamayacağı bir felsefi düğümü çözmeye çalışır. Meclisten biri sözün örtüsünü hafiften kaldırırsa Üstat pası havada karşılar. Söz uzarsa herkesin dâhil olacağı bir akıl oyununa döner. Cüret, cesaret iyidir ama donanımsız olana sıkıntı getirir. Cevapsız sorularla beraber çayhanede tabureler, halkalar gün gün çoğalır, genişler. Üniversiteliler liselilere mentörlük yapar. Öğretmen, öğrenci, esnaf, çırak, kalfa, usta, işçi, memur. Bir büyükle sohbet büyütür insanı. Devletler, hükûmetler kurulur, yıkılır. Konuşma temasını belirleyen, topu havalandıran geri çekilir ki hararet yükselsin. Hararet yükselir, tartışma uzar ama bütün günler sonludur. Günün sonunda herkes evine, gerçeğine dönecektir. Üstat da “mağaram” dediği Dörtyol’daki evine döner. 

 

Bin ıstılahı doğru kullansan aferin diyen olmaz ama birini kazara yanlış kullansan kaynar su dökülür tependen. Dine, düşünceye, devlete topluma dair meseleler, temalar her zaman boyunuzdan büyüktür. Akide, şirk, tevhid, ibadet, bidat, hurafe, taklit, hilafet, velayet, siyaset, tarikat, tasavvuf, rabıta, kabir ziyareti, kabir azabı, keşif, keramet, velayet, şeyhlik, sofilik, ilham, rüya, şefaat, cuma, dâr, devletle, tarihle, toplumla münasebet can yakıcı başlıklardır. Ucu bunlardan birine çıkacak bir tartışma her an alev alabilir, çayevini, mahalleyi, şehri tutuşturabilir. Gün tamamlanır ama mevzu eksik kalır. Her mevzu ayaküstü konuşulmuştur. Varsa sorularınıza birkaç cevap bulursunuz ama daha ziyade sorularınız çoğalır. Bu çayevi bir “İçtihat Fakültesi” değil ama ürettiği sorularla bir ocak. Binlerce gencin arı oğulu gibi konup göçtüğü bu söğüt gölgesi her yaşta her yerde özleniyor. 

Meşşai Yürür Malatyalı Oturur

 

Şehir kendine yetmez ki sizi kandırsın. Genç olmak gerilim taşımaktır. Taşra sıkıntısıyla baş etmek zaten zordur ama bu çayevinin tabureleri insanı birden büyütür. Birden büyümek iyidir ama her zaman değil. Bu taburelerde yükünüz alınmaz, artar. Yaşından büyük olanlar dünyayı sırtlar, taşır. Hayat bilgisi zayıf, idealizmi 10 olanı hayat ters istikamete savurur. Bu çayhanede, bu tartışmalarla zırhlanmadıysanız her an bir kazana düşebilirsiniz. Hangi temalarla nasıl akıl yürütüleceğini bilmezseniz tabureniz devrilebilir. Dine dair konularda gevşeklik göstermeyin. Her muhatabınız bidatler, hurafeler, atasözleri ve yerleşik yargılara karşı teyakkuz halindedir. Burası Malatya. Suyu serttir bu şehrin. Söz, torna tesviye işlemi görmeden, budanmadan söylenir burada. 

 

Sonra oturmak burada bir eylem biçimdir. Meşşaîler yürür, Malatyalılar oturur. Her oturuşta yeni bir dünyanın kurulması şarttır. Öncekinin yıkılması da… Çok kere düşündüm; “İslami hareket bir tabure hareketi midir, bir kurban derisi hareketi mi” diye. Belki de bir çay hareketiydi. Rize çayı. Başka güzellikler de vardı tabii ama o halkalar bir daha kurulmaz, o çaylar bir daha demlenmez, Toman kardeşler bin yaşasın. Çay ariflerin şarabıdır. Arif değiliz ama onunla sarhoşuz. Hiçbir şehirde buradaki kadar güzel çay içilmez. Tabureden koltuğa geçiş iyi olmadı o başka ama işte her hareket gibi eşyanın da mekanın da, şehrin de bir kaderi var. 

 

Akıl yürütme, sorgulama, tartışma, müzakere, münazara, cedel geleneğinin ünü şehrin hudutlarını aşmıştır. Her şehirden insanlar buraya tartışmaya gelir. “Boğaziçi’ne gittik, taburelerinizde oturduk” derler. Memleketin her yerinde “nerelisin” sorusuna cevap verdiğinde Malatyalıya “belli zaten” denir. Demek başka şehirlerde soru sormak, soru biriktirmek yoktur. Demek onların sorularının büyük kısmı peşinen cevaplanmıştır. Malatyalılarınsa bir kısmı İhvan-ı Safa’dan, bir kısmı Gazali’den, bir kısmı Aydınlanma Çağı’ndan, bir kısmı Tanzimat’tan, Meşrutiyet’ten, Cumhuriyet’ten beri birikmiştir. Beyaz bir haber için burada bütün İslam yurtlarından gelen seslere kulak verilir ama beklenen haber gelmez. Hilâlin doğuşu gibi. “Hilâl görünmüş” denirdi; “Malatya’da arkadaşlar görmüş.” Dünyanın hiçbir dağında tepesinde tümseğinde görülmeyen hilâl Malatyalıya şıp diye görünür. 

 

Yalnız memleketin değil, bölgesel bütün kaygılar ile yeryüzünün bütün meseleleri burada taşınır ama “Olmaz ilaç sine-i sad pareme/ Çare bulunmaz bilirim yâreme o başka.” Burada şekillenen ve şehre mühür vuran sorgulayıcı akıl yürütme biçimi Müftü İsmail Hatip Erzen ile başlatılır. Coğrafyanın da bu mayada payı olmalı. Bir terzi, bir bakkal, bir kitapevi her zaman olduğundan fazlasıdır burada. Üstat Hüsamettin’in bu ekole eklemlenmesi ayrı bir talihtir. Üstat, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu. Üniversite talebeliği yıllarında İstanbul’da yurt edindiği mekân Sahaflar Çarşısı. Sahaf esnafı arasındaki adı ise Madagaskar Valisi. Üstat, Boğaziçi Çayevinde bazı şanslı gençlere Matematik, Fizik, Kimya ve İngilizce öğreterek onları üniversiteye hazırladı. 

 

Etrafta tartışacak kimse yoksa kendi kendine ateş alırdı. Tartışma dediğim biriyle karşılıklı müsademe değil, kendi gerilimini kendi üreten bir kendiyle diyalog. Barika-i hakikatin atışmadan doğacağına inanılır ve hakikate işaret eden tartışmalardan mahsus bir haz alınır. Said Ertürk Hoca ile Üstat arasındaki danışıklı akıl oyunları, paslaşmalar ve yârenlik üzere kurulan öğretici sohbet hususen temaşa edilesiydi. Peşrevi veren Üstat ise Said Hoca yükseltir çıtayı. Bazen de Said Hoca ayak verir, Üstat havalandırır topu. Medrese ile modern eğitimin muhakeme farkı ortaya çıkar. Sohbeti açmak için birbirlerine takılmaları, taşlamaları, iltifatları her zaman güzeldir. Görece daha modern bir mantık yürüten Üstat Hüsamettin ayak vermeden önce ilgiyi toplar, gerilimi tırmandırır ve Said Hoca köşe taşlarını gediğine koya koya duvarı örer. 

 

Koca adamlar tabii muhitlerinde akranlarıyla vakit geçireceklerine ortaokul, lise, üniversite çağındaki gençlere devamlı bir şeyler anlatırlar. Said Hoca iltifatta cömert değildir ama Üstat için “Gazali, Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd ve Fahreddin-i Razi zamanında yaşasaydı onları geride bırakırdı” der. Tekraren teyit edelim. Burada, yani Boğaziçi Çayevi’nde konuşma, tartışma, birlikte düşünme, bilginin sağlamasını yapma, kaynakları karşılaştırma, tebliğ, davet usûl haline getirilmişti. Bu yüzden üstadın en çok önemsediği eserinin adı: Aklı Köleleştirenlere ve Aklı Putlaştıranlara Reddiye. 

 

Üstat bir ömür burada yaşadı ve 2018 kışı ruhunu teslim etti. Kadir Çelik haber verdi Üstadın göçtüğünü. Taha Özhan ve Nurettin Yaşar’la cenaze namazına gitmiştik. “Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin” dediği üzere Yunus’un. Ölümü günler sonra duyulmuştu. Kabri başında merhum Ramazan Keskin ile Ali Atınç dokunaklı ve güzel birer konuşma yaptılar. Üstat merhum “Cenazemde hiçbir tören taziye olmasın” demiş.  

 

Bir tarihte İzmir’de bir üvey kardeşi olduğunu ve çok zengin olduğunu anlatmış. “Çok zengin, öyle ki hem kahvehanesinde hem de evinde televizyon var” demiş. İki televizyon sahibi olmanın büyük zenginlik olduğunu zannedermiş. Meşruiyet çizgisini aşmamak için hayat boyu titizlenmiş ve muhannete boyun bükmemiş. Boğaziçi Çayevi dışında düzenli birkaç uğrağı var. Onlardan biri de Hoşhanlı Kardeşlerin dükkânı. Şair Abdurrahman Ekinci, kendisiyle bir nehir söyleşi yaparak hakkında bir kitap hazırlayacaktı. Üstat müşkülpesent biri. İşi yokuşa sürmek için ağırdan alarak elinden geleni yapmış. Kitap nihayet yayınlandı ama Üstat ebediyete göçtükten sonra. 

 

İnsana, öyküsüne bütün unsurlarıyla bakabilsek kimseye karşı önyargı duvarları örmeyiz ama insanız; önyargısız, duvarsız yapamayız. Dolaşık, karışık işler kafamız. Kızgın adamın öfkesini açlığına bağlamayı akıl edemeyiz. Sert mavi gözlerini, metalik sesini, ısırgan dilini, kendini savunmak zorunda kalışına çok üşümüş, çok ayaz yemiş olmasına bağlayamayız. Buralara ait olmayan akıl yürütmesiyle kim bu adam? Geldiği yer, yani Erzurum da felsefeye, düşünceye uygun bir toprak değil ama kim bu, burada nasıl olmuş böyle? Diyojen mi? Parmenides mi? Zenon mu? Ne işi var burada bu gök gözlü Grek yüzlü asabi adamın? Kendi dahil, hemen her şeyle, her durumla dalga geçiyor. Astar istemesin diye yüz vermemiş dünyaya: “Yüz verirsem dünya da bana yüz verir, o zaman ben ne yaparım, dünyanın benden taleplerini karşılayamam” diyor. Korkularının en büyüğü ahireti kaybetme korkusu. Ömrünün çoğunda oruçlu. Belediye Başkanı evine su bağladığında ne gerek var diyecek kadar dünyanın ipini pazara çıkarmış. 

 

Bir ömür oturulan tabureler, eski dostlar, eski yüzler, eski mekânlar özleniyor ama yapacak bir şey yok. Hayıflanmak da insanın enerjisini alan bir eylem. Sanki harici bir el insanları, ocakları uçlara zorlar. Kendi haline bırakılmaz düşünce, inanç, mekân. Nerede bir birikim varsa bir akıl onu aslından başka bir şeye tahvil etmek ister. Keşke nesilden nesile aktarılan taburelere, ince belli çay bardaklarına, sohbet halkalarına dokunulmasa. Yazık ki kimsenin hatıratına hürmeti olmuyor sistemin. Devletimiz de zaten horoz dövüşünü, deve güreşini seviyor. Her ocağa beşerî sermaye diye bakıyor. Her neyse. 

 

Akıl yürütmede üstadın yöntemi eğretileme, tersinleme, humor, kara mizah, ironi. En kabuklu haliyle ironi. Belli ki bu ona bir korunma zırhı sağlıyor. Doğrudan okları göğüsleyemeyeceğinizden, herkesin nüfuz edemeyeceği dilin içindeki özel bir alana, bir mağaraya mevzileniyorsunuz.  Üstat nevi şahsına münhasır bir karakter. Bilgiye, kitaba aşık, takıntılı, tutkulu. Bir ömür kendi yokuşunu tırmandı. Gerçeklikle hiç örtüşmedi. Müslüman bir fikir işçisi olarak yaşadı. İnsana, varlığa, şöhrete asla gönül indirmedi. Herkesin rağbet ettiği dünyaya, devlete, siyasete, paraya, pula tavır almış, kimseden ihsan, caize istememişti. Çocuk felci ve üvey anneden kalma iki aksak ayağıyla bir ömür istikamet üzere sabit ve muhkem durdu. Şimdi Üstatsız Malatya. 

 

Ne dem baki ne gam baki. 

Huvel Baki Huvel baki. 

 

Not: Bu yazının ilk hâli Şair Abdurrahman Ekinci’nin hazırladığı ve Malatya Büyükşehir Belediyesi’nce Üstat Hüsamettin Yıldırım adlı armağan kitapta yer aldı. Ekinci’nin izniyle yazıda bazı değişiklikler yaparak yeniden düzenledim. Verdiği detay bilgilerin yanı sıra fotoğraf arşivini açtığı için Kadir Çelik’e hususen teşekkür ederim. M.Ş.

Yazının orjinali için bakınız:https://share.google/AKkRycPEWO8P2NnVJ

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!