IŞIK OYUNU FOTOĞRAF VE İNSAN
.
Girizgâha bir soru ile başlamak istiyorum.
“İnsan” ışıkla oynanan oyunun neresinde duruyor?
“Çoktan seçmeli hayata alıştırıldığından beri, doğru seçimi kaybetmiş varlığın adı, “insan”dı. Hayata dair kurulan bütün cümlelerin, ama açık ama gizli, öznesi hep “insan”dı. Yüklemi olmayan cümleler üreten de, ürettiği cümlenin sonunu bağlamayan da, hayatı ötekine çekilmez kılan da, betimsizözgürlüğü kısıtlayan da, son tahlilde, hep “insan”dı. Tarifeli özgürlüğü elinden gitmesin diye Tarifsiz acılar üreten, “insan”dan başkası değildi. Farklı bakabilmeyi, açı farkıyla hayat kadrajına konumlandırmayı üreten “insan”dı. Ötekinin bakış açısını, maniple edici “kadraj”lar üreten de, üretileni tüketen de hep ama hep “insan”dı.
Asıl özne, kendini “kadraj”ın öteki tarafına gizlemeyi başarabilmiş olsa da, varlık eşine soru sormayı ihmal etmiyordu;
-“hayata nasıl ve nereden bakıyorsun? Yaşam öykünü, hangi kavram ve ne tür tanımlar inşa ediyor?”
Sualler, sorgular, işaretler… Soru sorarken, her iki kutbun muhatabı şunu çok iyi biliyordu. Hayatın bakış açısını, “insan”ın durduğu yer belirliyordu. Başka bir muhayyile boyutuyla “insan”, bir büyük mimari projenin, baş aktörü değil miydi? “İnsan” varlık âleminde, emanet edilenlerle beraber, “inşa” eylemliliği halinde yaşamaya devam ediyordu. Bu arada varlık kaygısı güden “insan”ın bütün bakış açısını, “kadraj” oluşturmak için konumlandığı yer ve “kavram”larbelirliyordu.
Ne hazindir ki insanın “inşa” eylemliliği için üretip kurguladığı kavramlar, dönüp “kurgu”layanı yönetiyor ve boyunduruğu altına alıyordu. “İnsan” bu ürettiği ve yönettiği zannıyla, kendi kadraj ve kurgularında nefes nefese kalıyordu. Hatta çoğu zaman o nefessizlik içinde boğuluyordu. Bütün bu serüvende, “özgürlük, özgünlük ve hürriyetperverlik” tutsaklığının kutsayıcı varlığı olan yine “insan”ın ta kendisiydi. Halden hale, şekilden şekle, rücu edebilen varlığın alan derinliğini, varın siz tahayyül edin.
“İnsan”, “Simyacı” misali, “Kayıp gülün” peşinde, yol yürürken, uzun yol hikâyesi olan bir şeyi keşfetti. Keşfettiği şeyin ön adı, doğu toplumunda “Suret”ti, uzun süre uzak durdu. O “Ecnebi” işiydi. Bir süre direndi. Sonra tüm “ben”liğiyle kendini, içinde buldu. Zamanın sahibi “İnsan”a ışıkla oynayabilmeyi hediye etmişti.
Ve oyun başlamıştı… Birisi, farklı pencereden baktığını deklere ediyor, öteki, onun dünyaya baktığı yerden görüp, paylaştıklarını öylesine bir dille kritik ediyordu. Birisi, mimar oluyor, öteki, mimari keşfin, müşterisi oluyordu. Birisi, sorgulayıcı, öteki, neyi sorgulayacağını öğrenen öğrenciydi. Birisi, cümle kurarken, öteki, kurulan cümleleri, okumaya gayret eden ümmi durumundaydı. Birisi, öylesine nesnelerden, sanat şaheseri çıkarılabileceğini haykıran kâşif olurken, öteki, hayret makamındaki takipçi olarak betimleniyordu. Birisi, fotoğraflayan, öteki, fotoğraflanmış olanı izleyen, edilgen iz sürücü idi. Ve nihayet birisi, üretebilmeyi tetikleyen enerji, ötekisi ise, üretileni tüketen yığınlar misaliydi.
Kelimeler, kısık “Diyafram” aralığından süzülüp ağır ağır yol alırken, “Enstantane” kapısından geçip, “ISO” durağında beklemeden, yazıcı “Sensör”üne çarparak ölüyorlardı. Ölüm diye bildiğimiz şey, meğerki başka bir dünyaya fotoğraf olup doğmakmış. Bunu oluşan fotoğrafı görünce anlamıştık.
20. Yüzyılın çocukları, ne “batı”nın nede “doğu”nun insanı olabildiler. Üreten batıya, tüketen varlık olarak eklemlenmiş tanımsız nesnelerden başka bir şey olunamamıştı.
Fotoğraf, fotoğrafçılık ve fotoğraf adamlığı da bu uzun yürüyüşten nasibini fazlasıyla almıştı. Tarihinin en büyük yenilgisini yaşamış dedenin torunlarıydık.
O varoluşsal ölüm-dirim yolculuğunda dimağlarımızda kalanlar, fotoğrafik tecrübeye atfen, hadsiz cümlelere dönüşüyorlardı. Tüm kaygımız, bir diriliş serüvenine daha dokunulabilir miyin endişende saklıydı? İşte bu hüzün muhayyilesine, fotoğrafça cümleler kuruyorduk;
“Hiç”sizlik makamı gibisi var mıydı? Yol uzun, yapılacak iş bir o kadar çoktu. “Söz”, içerden dışarı doğru seyahat eden bir oluşumken, “Fotoğraf”, dışardan içeri doğru akan bir hikâyeydi. Bizlerde bu hikâyenin küçücük bir kadrajıydık.
Yapılan her işin bir kalbi vardı, Fotoğrafçılık yönelişinin kalbine yürüyorduk. Bu yürüyüşte bizlere ait hikâyeleriniz olmalıydı. Öğrendik ki hikâyesi olmayan kaybediyordu.
Fotoğraflarken, “inanç”, “fikir” ve “yöneliş”lere karşı, “kadraj”ımızda yer olması gerektiğini öğrendik. “Öteki”leştirme, aşağılama ve “reddiye”cilikten sakınmalıydık. Zaman ilerledikçe, kadrajımıza aldığınız zenginliğin, mutlaka farkına varabilecektik.
Fotoğrafçı kaydını tuttuğu dünyaya bigâne kalamazdı. Bizlere ait olan “lens”lerimizle, “Zoom” ve “Netlik” değerlerine hükmetmeliydik. Ayar adımlarımızın biri, “Tarih” sokaklarında, diğeri ise, “Gelecek” kadranında sabitlenmeliydi.
Fotoğrafçılığı küçümsemeyecektik, zira “Hak”tan aldığımızı, “Halk”a sunuyorduk ki bu önemli bir sorumluluktu. Aynı zamanda öğrendik ki İşimizi o kadar abartmamalıydık. Fotoğrafçılık yaratıcılık değil, tekrarlayıcılıktı. Bir tür “Reprodüksiyon” hizmeti veriyorduk ki bunu hiç unutmamalıydık.
Ve biliyorduk ki Fotoğraflarken, diğer yandan fotoğraflanan edilgen bir varlıktık. Had bilmek ne güzel bir ödüldü.
Tüm bu keşiflerin yanında, İnsanın serüveninde zor olanayenilmekte vardı ve zorlanmış fotoğraf; saçma kaplarasığdırılmaya zorlanan özgür kelimeler gibiydiler, başka bir deyişle sözü illa aracı kullanarak söylemekti. O vakit, muhatap kendisi olmaktan çıkıyor, aracılar asılların yerini alıyor ve en kötüsü aracılar efendiye dönüşüyorlardı. Böylece söz ve doğallık ürkütülmüş oluyordu.
Sonuç; gerçeklik tiyatroya yeniliyordu.
Zorlama fotoğrafı fotoğraf-çılar çekerken, gerçeğin kendisini fotoğraf adamları fotoğraflıyordu. Fotoğraf-çı taklit ve teknik ayrıntıya yenilirken, “fotoğraf adamlığı”, hayatın içinden "Reprodüksüyon" yapıp yeni bir dünya inşasına tuğla olmaktaydı.
Sarf edilen sözler ışıkla buluşup, yanma odası olan “sensor”haznesinde fotoğraf olur muydu bilmem? Ama yaşadığımız hayatın, tarih diye biriktirilen alanına sözlerimizi yazdırma telaşıydı bu.
Biz biliyorduk ki; sözü önemseyecek biri vardı ve bir gün bizden izah isteyecekti…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.