Gündem “İNDİRİLMİŞ DİN”, “KURAN İSLAMI” SÖYLEMLERİ ÇEVRESİNDE KUR’AN-I ANLAMAK

Kur’an-ı Kerimi anlamak onu okumakla alakalı değildir. Ayrıca kitap iki kapak arasına alınmış mushaftan ibaret değildir. Alak suresinin ilk ayetindeki “oku” hitabının bir metin okumaya işaret etmediği, Kurandaki okumak ve Kitap ile ilgili ayetlere bakarak anlaşılabilir. Okumak evrene insana ve eşyaya önyargısız bir biçimde bakmak demektir. Bu da ontolojik bir teslimiyet ile mümkündür.
Gündem “İNDİRİLMİŞ DİN”, “KURAN İSLAMI” SÖYLEMLERİ ÇEVRESİNDE KUR’AN-I ANLAMAK
Prof. Dr. Bülent SÖNMEZ
Prof. Dr. Bülent SÖNMEZ
Eklenme Tarihi : 3.08.2023
Okunma Sayısı : 315

“İNDİRİLMİŞ DİN”, “KURAN İSLAMI” SÖYLEMLERİ ÇEVRESİNDE KUR’AN-I ANLAMAK

Kur’an-ı Kerimi anlamak onu okumakla alakalı değildir. Ayrıca kitap iki kapak arasına alınmış mushaftan ibaret değildir. Alak suresinin ilk ayetindeki “oku” hitabının bir metin okumaya işaret etmediği, Kurandaki okumak ve Kitap ile ilgili ayetlere bakarak anlaşılabilir. Okumak evrene insana ve eşyaya önyargısız bir biçimde bakmak demektir. Bu da ontolojik bir teslimiyet ile mümkündür.

Kuranı anlamayı konuşmadan önce anlamak nedir onu konuşmak gerekmektedir. Anlamak için öncelikle doğru bir duruş ve doğru bir anlayış gereklidir. Bu doğru duruş İnsanlık tarihinde bulunmaktadır Kutsal kitaplar bu doğru duruş üzerine oturmakta bu doğru duruşu unutmayı engelleme amacı taşımaktadırlar. Bu yüzden ilahi çağrının ortak adı Zikrdir; hatırlama ve hatırlatma.

Çünkü insan öz olarak ilahi çağrıya yatkın olarak yaratılmıştır. Cehalet (özden sapma)sonradan ortaya çıkmaktadır.

İlahi mesajın bir insana indirilmesi bile O insanın doğru duruşa sahip olmasıyla alakalıdır. Yani kitap bile nazil olmak için doğru duruşu aramaktadır. O halde doğru duruş (sıdk, emniyet, samimiyet) olmadan ne Kur’andan ne dinden sözedilebilir.(bkz. A’raf Süresi-146)

Metin okumak Kuran okumak değildir. Okumak yaradan Rabbinin adı ile evrene bakmaktır. 

İnsanlar ya Yaratanın adı ile ya da Heva ile evrene bakarlar..Sorun evrene nasıl baktığındır, sorun Kuran metinleri üzerinde zihinsel jimnastik yapmak ve kendi indi(öznel) yargısını kitap olarak sunma aymazlığıdır. Bu bir tür Allah adına konuşmayı getirdiğinden bütün dinsel bozulmalar buradan beslenmektedir.

Kuran İslamı Diye Bir İslam Yoktur Bizim Dinden Anladığımız Vardır. 

Önemli olan maruf ve münkeri değerlendirirken Yaradan Rabbi esas almaktadır. İnsanlar yanlış çıkarımlarda bulunabilir, yanlış anlamlar elde edebilir. Bu insanı Kuransız ve kitapsız yapmadığı gibi Kuran ayetlerini zikrederek Allahtan kitaptan ve insanlıktan uzaklaşmak mümkündür. 

Metinden elde edeceğimiz bir din yoktur. Dini bize sunan metin değil bütün bir insanlığın üzerinde ittifak ettiği doğrular(sünne) ve mesajın kendisinde somutlaştığı Nebiler(insan olan resuller)dir..

Kurandan önceki kitaplar Tevrat dini ve İncil dini diye kendini dinin temsilcisi ve kendi yorumunu din zanneden azgınlar sayesinde olmuştur. Onlar dini metne, mabede ve belli bir zümrenin tekeline(İncil dini diyerek) hapsetmiş; dini insandan, hayattan ve insanlık değerlerinden soyutlamışlardır.

Ruhban sınıfı dini kendi anladıkları olarak sunan bu adamların inşa ettiği bir müessesedir.

Kuran İslami diyenler de bilerek ya da bilmeyerek bir entelektüel laboratuar dini üretmeye katkı sunmaktadır.

Kuran Da Bir Hadistir

Kuran peygamberin dilinden dökülen mesajdır(hadis). Onun kutsal kitap olduğunu biz ondan öğreniyoruz. Onun peygamber olduğunu da ahlaki duruşundan.. Ahlaki duruşunun değerli oluşu insanlığın ortak değerleri ile ölçülüyor. Bu ölçü bizzat müşriklerde var. Peygambere inanamayanlarda bile ahlaki değerin üstte olduğu bir anlayış var. Biz buna ezeli hikmet ya da Sünne diyoruz.. O halde sünne(h) olmadan Kuranı oturtacağımız bir zemin de olmuyor..

Bana Kuran “Kuran Kuran” diye tekrarlayıp duran bir adamın bir gün Kuranda geçen hinzir(domuz) kelimesinin” domuz olduğunu nereden biliyoruz” belki de o dönemde hinzir kedi idi” demesin mi,, Kuranda domuzun resmi yok ama domuz eti haram hükmü vardı.. Biz domuzun domuz olduğunu nereden bileceğiz. Sahi nereden bileceğiz.?

**

Sünne(h)- Gelenek

Arapçada gelenek anlamına gelen sünneh (sünnet) kelimesi kullanılır[1] bunun tam karşıtı bidat’tir. Bu iki kavramın da birçok anlamları olmakla birlikte, bid’ah (bidat) en temelde, türedi şey demektir. Dayanağı olmayan şey anlamına gelmektedir.

Gelenek, geçmişte olana bağlı kalarak bugünü yeniden inşa etmektir. Bu yüzden geleneği, geçmişte olan ile bugün olması gerekeni birleştiren şey olarak anlayabiliriz. Bunu yapacak olan yegâne varlık ise insandır.

Biz gelenek derken, tarih içerisinde insanın bağlı olduğu temel ve değişmez değerler dizgesini anlamaktayız. Bu bağlamda gelenek, geçmişte kalmış tarihsel bir gerçek değil, her dönemde insanda saklı bulunan hakikati ifade eder. İnsan her dönemde bu asli hakikat üzerine yeni şeyler bina etmiştir. Bu asli hakikati reddettiğini söyleyenler bile çoğu kere varlıklarını bu değerler dizgesi ile ifade edebilmişlerdir. Çünkü gelenek, tarihsel olarak doğrulanabilirliğin olduğu şeydir.

Gelenek, aslın tarihten günümüze uzanan boyutudur. Başka bir deyişle gelenek, insanın evreni ve kendisini anlama çabalarının hâsılasıdır. O halde geleneğin temel özelliği bir asla yaslanıyor oluşudur. Gelenekten söz etmemiz için bir aslın varlığı zorunludur. Asıl yoksa gelenek de yoktur. Bu durumda asıl dediğimiz şeyin ne olduğunu sorgulamamız gerekmektedir.

“Bir şeyi kendisi yapan şey’e; bir şeyin temel, zorunlu ve belirleyici özelliğine” öz ya da asl demekteyiz. Asl, asli olan, kendine ait bir tözü olan, etkilenmeyen, değişmeyen, sabit, kalıcı olandır. Aristoteles buna dayanak der. Bu asl ve öz ontolojik epistemolojik ve değersel alanda kendini gösterecektir. Gelenek derken bu üç alanın belli bir asl ile anlam kazandığını kabul etmiş oluyoruz. Varlık, bilgi ve değer arasındaki bağı kuran da bu asıldır. Var olan her şey, var oluşunu bir asla borçludur. Asl yoksa var oluş da yoktur.

Bu asl insanda, evrende ve ilahi/felsefi öğretilerde bulunmaktadır.  Bu asıl hem aşkın hem de içkindir. O halde gelenek derken bir süreklilik ve bütünlükten, bir katışıksız olma durumundan söz etmekteyiz.

 Bu durumda aslın üç tane temel özelliği vardır: süreklilik, birlik ve saflık.

Süreklilik; eşyanın akışı ne olursa olsun özler süreklidir. Sadece algılanır şeyler değişime uğrarlar; oysa öz her zaman aynı kalır.

Birlik; …Şeylerin çokluğuna karşın öz, birdir. Görünür dünyada varlıklar çeşitli unsurların birleşmesinden oluşmuşlardır. Bu yüzden onlar ayrılmaya tabi olabilirler; ayrılabilir, parçalanabilir ve bölünebilirler. Çokluk görünür âlemde sadece bizim algılarımızda olan bir durumdur. Oysa öz görünür âlemle ilgili değildir ve o herhangi birkaç unsurdan müteşekkil değildir. Bizim birlik düşünmemizin kaynağı da özün bir olmasıdır. [2]

Saflık; sadece algılanır şeyler çift anlamlıdırlar. Güzel – çirkin, iyi – kötü gibi değerlendirmelere uğrayabilirler. Ancak öz için böyle bir değerlendirme söz konusu değildir. O bütün zıtlıklardan saf ve aridir.[3]

Aslı ve dayanağı olmayan düşünsel çabaların varacağı nokta insan için kaos ve şaşkınlıktan öte bir anlam taşımayacaktır.

Geleneğe yaslanmadığınız zaman kimi dogmalara yaslanmak durumunda kalırsınız. İster kabul edin ister etmeyin ya geleneğin getirdiklerini kabulleneceksiniz ya da kendi ürettiğiniz dogmalarla hayata bakacaksınız.

Gadamer, geleneğe yaslanmadan bir anlamanın söz konusu olamayacağını vurgulamaktadır. Anlamamıza imkân veren, hakikate ilişkin önyargılarımızdır. Bu önyargılar asla olumsuz değil, bilakis anlamının imkânıdır. Anlama, insanın yaşanan dünyadan edindikleri ile gerçekleştirdiği ontolojik bir durumdur. Nesnel olma yanılsaması ise pozitivist bir yanılsamadır.[4]

Bizim evren ile ilişkimiz bir anlama ilişkisiyse, bu ilişkiye nesnel olarak girmemiz ne derece mümkün olacaktır. Tamamen bizim dışımızda ve bize yabancı bir şeyi ne kadar anlayabiliriz? Kendimize tamamen yabancı olan şeyde anlama söz konusu olabilir mi? O halde anladığımız şeyler kendimizle ilintilendirdiğimiz şeylerdir. Bu noktada anlamanın da belli ilkeler üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Çünkü anlaşılır olan alışkın olunandır.[5] Gelenek, alışkın olunan şeyler üzerine kurulan bir yapıdır.

Bu dayanak Logos olarak da tanımlanmıştır. Logos bir yanıyla anlam demektir. Anlam ma’na kelimesinden gelmektedir. Mana, maneviyat demektir. Manevi olan şey bu dünyaya ait olmayan fizik âlemde görülmeyen şeydir. Anlam fiziksel değildir. O halde her anlam verme manevi bir eylemdir. Bu yönüyle gelenek görüngüler ile aşkın olan arasında kurulan bağdır. Çevresel ve zamansal değişiklikler anlam sayesinde bir araya getirilerek belli bir birikim oluşturulur. İşte gelenek geçmiş şimdi ve gelecek arasında kurulan bu birikimin ifadesidir.

Geleneğin en temel özelliği aşkın olanın ve kutsalın kabulüdür. İnsan anlam varlığı olduğu için aşkınlık insansal olanın temel dayanağıdır. Aşkınlık bütüncül bir evren tasarımı; başka bir deyişle tanrı ve insan, insan ve insan, insan ve evren arasındaki bütünlüğü sunar. Bozulmuş din ve buna tepki olarak gelişen yaklaşımlar gelenekten koptukları için insanı hep belli bir ikileme mahkûm etmişlerdir. Bu ikilemler madde mi mana mı, tanrı mı insan mı, akıl mı vahiy mi gibi kısır tartışmalara boğmuştur düşünsel çabaları. Bu yüzden geleneğin yeniden ele alınması ve geleneğe dayalı bir teoloji ve kozmolojinin inşası gerekmektedir.

Geleneği yadsıyan eğilim ilkeyi de yadsımıştır. İlke nedir? İlke; “bir şeyin kendisinden hareket etmeye başlayan ilk noktası…[6]Bir şeyin bilgisinin kendinde başladığı şeye bu şeyin ilkesi denir”[7]  İlke, ilke olmayanın kaynağı olmak durumundadır. İlkeyi kabul etsek de etmesek de yaşam belli ilkeler etrafında dönmektedir.

Bütün yaşam pratiğinin bir temel sahibi olduğu göz önüne alınırsa sorunumuz ilkenin olup olmaması değil ilkenin, ölçü olmaktan çıkarılması sorunudur. İlke, ilke olmaktan çıkarıldığında zihinsel bir bozulmanın başlaması kaçınılmaz olacaktır. Bu durum belli bir zümrenin ilkeyi belirlemesi ve kendi çizdiği alanı ilke olarak dayatarak insanlar üzerinde egemenlik kurmaya çalışmasına kapı açacaktır.

O halde dayanılan nokta çok önemlidir.

İlkenin insansal olması, dünyevi olması, bu dünya ile sınırlı olması, ilkenin yozlaşması, insana göre biçimlenmesi, zaman ve şartlara uygun olması anlamına gelecektir ki burada bir asl ve ilkeden söz etmek zorlaşacaktır. Bu noktada ne doğru ne yanlış ne iyi ne de kötü bulunacaktır. Bu durum insanın belli şartlar içinde ürettiklerinin belirleyici olduğu bir anlayışı ortaya koyacaktır ki bu da insanın insan üzerinde tahakkümüne kapı açacak; her türlü kötüyü meşru görmeye zemin hazırlayacaktır. Nitekim türedi felsefenin temel iddiası da bu noktadadır.

Peki, Hayatın dayandığı ilke nedir ve biz bu ilkeyi nerede bulacağız?

Bu ilke ya da asıl maddi bir şey midir/ yoksa manevi bir şey midir? Aşkın mıdır içkin midir?

Bu ilkeyi dış dünyadaki nesnelerden mi? Yoksa hayattan mı bulup çıkaracağız?

İnsanda sabit özün varlığını insanın tarihte bıraktığı izlerle bakarak anlamak mümkündür. Vico’ya kulak verirsek insanı doğada aramak anlamsızdır. İnsanı kendi ürünlerinde kendi yaratılarında aramak gerekmektedir. Doğa insanın yarattığı bir ürün olmadığı için insanı doğada aramak insanı tanımaktan uzaklaştırmaktadır bizi. İnsanı tarihte ve kültürde aramamız gerekmektedir. Çünkü tarihi ve kültürü yaratan insandır.

İnsanın ortaya koyduklarına baktığımızda gelenek dediğimiz ortak hakikatin bütün insan topluklularında var olduğunu görmekteyiz. Tanrısallık ve ötekine saygı olarak öne çıkan adalet, bilgelik, doğruluk vb. gibi insanı diğer varlıklardan ayıran ahlaki bir varlık olduğunu ele veren unsurlardır.

Vico, “Medenileşmiş uluslar kadar barbar olan bütün uluslar da zaman ve mekân bakımından birbirlerinden uzak olmaları nedeniyle ayrı ayrı kurulsalar da şu insani üç âdeti daima korumuşlardır. Hepsinin dini vardır, hepsi evlilikleri törenlerle kutsar, hepsi defin töreni yapar… ‘Birbirlerinden haberdar olmayan insanlar arasında doğan bir örnek fikirler ortak bir gerçeklik zeminine sahip olmalıdır’ aksiyomu ile bunların bütün topluluklarda korunmuş olması bilimin ilk ilkeleri olmalarını hak ederler.”[8] demektedir.

Aristoteles “Tanrı düşünmenin ilk ilkesidir”[9] der. Ona göre dayanak (substrat)[10] değişmenin nedeni olan şeydir.

Stoacı öğretinin tüm – kuşatıcı pneuması (yani evrene ya­yılmış olan ve tüm nesnelerin ayrılmamalarını sağlayan gerilimi veren soluk.) İle ilkel kabilelerinin örneğin Polenezyalıların Manası, Iropuois Kızılderililerinin Orenda’sı, Sioux’ların Wa­kan’ı ve Algonpuioanların Manitu’su arasındaki şaşırtıcı benzerlikler[11] olması asli bir insansal zeminin varlığına işaret olarak değerlendirilebilir. “Gerçekten de eski dünyada insanların ancak bu tanrısal yaşamın bir parçası haline gelmekle gerçek anlamda insan olacaklarına inandıkları anlaşılıyor.”[12]

David Hume, insanların her zaman bir yüceltme duygusu içerisinde olduklarından ve tapınma yönelimini somutlaştırdıklarından söz ederek; “hangi çağ ya da ülkeden olurlarsa olsunlar, hemen bütün puta tapıcılar bu genel ilke ve anlayışlarda birleşirler; hatta Tanrılarına yakıştırdıkları belirli özellik ve güçler bile çok farklı değildir. Yunanlı ve Romalı gezgin ve fatihler, pek güçlük çekmeden, kendi Tanrılarını her yerde bulmuşlar ve yabancı Tanrılara ne gibi adlar takılmış olursa olsun, bu Mercurius’tur, şu Venus, bu Marstır, şu Neptenus, demişlerdir. Bizim Sakson atalarımızın tanrıçası Herta, Tacitus’a göre Romalıların Mater Tellus’undan başka bir şey değildir.”[13]

Yani insanlar farklı coğrafyalarda ve farklı koşullarda yaşasalar bile aynı anlayıştan yola çıkarak belli bir evren anlayışı oluşturmuşlardır. Yola çıkılan anlayış aynı olmakla birlikte insanlar kimi sosyal siyasi sebeplerle geleneğin dayandığı hakikati yanlış bir anlayış için kullanabilmişlerdir. Çünkü insan kendisine yabancılaşabilir, kendini unutabilir, kendisi olmayabilir. İnsanı kendisi olmaktan çıkaran şey kendisiyle çelişkiye düştüğü şeydir.

Ancak bizim buradan çıkaracağımız sonuç; geçmişten bugüne geliştirilen bütün anlayışların özünde iki tane temel özelliğin olduğudur. Bunlardan ilki, aşkın ve bütüncül varlık anlayışı ve diğeri de kendi dışındakine saygıdır. Bu iki yönün ortak adı kutsaldır. Kutsalın iki boyutu olduğunu söyleyebiliriz; bunlar aşkın ve içkin olanın birliği/bütünlüğü ve yaşama saygıdır. Kutsal, bir tarihsel kategori değil insan bilincinin içinde var olan ezeli bir hakikattir.

Gelenekten öğrendiğimiz evren ve insan anlayışı Tanrı, Evren ve insan arasındaki uyumu ve birliği simgelemektedir. Tanrı ve insan, insan ve evren, insan ve insan ilişkilerindeki uyumu işaretlemektedir. Bunun anlamı da insan için köken olarak birlik, öz olarak birlik ve anlayış olarak birlik demektir.

Kutsal, ötekine saygıyı içermekte ve insanın ayrı bir değer olarak öne çıkmasına işaret etmektedir. İnsan evrende sorumluluk sahibi özgür varlıktır. Bu sorumluluğu insana sunan kutsalın kendisidir. Evren insana sunulmuş bir emanettir. Özgür olması sebebiyle emanetin kendisine sunulduğu bir varlıktır insan. Emanet sahibi olmak, özgür olmayı da gerektirmektedir. Emanet sahibi olmak hem kendine hem de ötekine karşı saygılı olmak anlamına gelmekte; hem kendi varlığını hem de ötekinin varlığını korumayı öngörmektedir. Çünkü evrende bütünün birliği söz konusudur. Bütün var olanlar bir biçimde birbirlerine bağlı olarak var olmaktadırlar. Varlıklardan herhangi birinin yok olması bütün varlık düzenini bozabilecek bir yıkıma kapı açabilecektir. Bütün tabular, yasaklar ve ahlaki buyruklar bu ilkeden beslenmektedir.

Anlama, Metin Ve İnsansal Durum

Metinleri anlamak ve yorumlamak yalnızca bilimle ilgili bir şey değildir; apaçık biçimde, genelde insanın dünya tecrübesiyle ilgilidir. Hermenoytik fenomen, özü itibarı ile hiçbir suretle bir yöntem problemi değildir. Hermenoytik fenomen, metinleri, diğer bütün tecrübe nesneleri gibi bilimsel araştırmaya tabi tutulan araçlarla anlama yöntemiyle ilgili de değildir. O öncelikle bilimin yöntem idealini karşılayacak türde doğrulanmış (ispatlanmış) bilgi [Erkenntnis] biriktirmekle ilgili de değildir – fakat yine de bilgi ve hakikatle ilgilidir.-

Gelenek anlaşıldığında, anlaşılan şey yalnızca metinler değildir; gelenek anlaşıldığında, aynı zamanda vukuflar edinilir ve hakikatlere ulaşılır. Fakat hangi türden bilgilere [Erkenntnis] ve hangi türde hakikatlere? Modern bilimin bilgi ve hakikat kavramlarının felsefi izahında ve doğrulanmasındaki egemenliği dikkate alındığında, bu soru meşru bir soru değilmiş izlenimi bırakıyor.

Fakat bu soru bilimlerde bile kaçınılamaz bir sorudur. Anlama fenomeni, dünya ile her insani ilişkiyi içine almakla kalmaz; bilim için de bağımsız bir geçerliliği vardır ve bilimsel yöntem olarak yorumlanma teşebbüslerine direnir. İncelemelerim, modern bilimin bizatihi kendi içindeki evrensel bilimsel yöntem talebine dirençle başlar. Onları motive eden şey, tecrübeleri nerede bulunursa bulunsun, bilimsel yöntemin alanını aşan hakikat tecrübesini araştırmak ve meşruiyetini sorgulamaktır. Dolayısıyla anlam bilimlerinin (Geisteswissenschafteıi) bilimin dışında kalan tecrübe tarzlarıyla, yani felsefenin, sanatın ve bizatihi tarihin tecrübesiyle sıkı bir ilişkileri vardır”(Gadamer, Hakikat ve Yöntem)

O halde tarihsel tecrübeden ve insani yönelimlerden kopuk bir anlama çabası metnin ruhuna da aykırıdır. Gelenekten (sünne) kopuk metin kendisine arzularımızı söylettiğimiz bir araç olmaktan öte anlam taşımayacaktır. Ya psişik ya sosyolojik zaaflar ve eksikliklere aracı kılnacaktır. 

Din Adına Konuşma, Metin Ve Dindarlık

Dindarlığın metin okuma ve anlama ile gerçekleşeceği yolundaki eğilimin Dinle alakalı olmanın kutsal metinle alakalı olmakla mümkün olacağı yolundaki yaklaşımı dinselliği bir tür metin okumayla başlatmaktadır. Metinle muhatap olmayanların dinle de ilgisiz oldukları gibi bir çıkarımdır bu.

Oysa kutsal bir metne saygı duymamı sağlayan kutsal metnin kendisi değildir. Bu metni bana sunan kişinin ahlaki durumu ve benim bu ahlaki duruma değer veriyor oluşum metni anlamlı ve önemli kılmaktadır. Metni okumak ne onu anlamayı ne de ahlaklı olmayı garanti eder. Kant’ın dediği gibi: “Bir belge ilahi bir vahiy olarak kabul edilecekse, ilahi kökenden geldiğinin en yüksek ölçütü şu olacaktır: “Tanrı’nın esiniyle verilen bütün kutsal yazılar öğreti, eleştiri, ilerleme, vs. için yararlıdır” ve bu sonuncusu, yani insanın ahlâki ilerlemesi, tüm akıl dinlerinin gerçek amacını oluşturduğundan, Kutsal Kitaplara dair tüm tefsirlerin en yüce ilkesini içerecektir. Bu din “bizi her türlü hakikate iten Tanrı’nın Ruhu’dur.” Bize talimatlar verirken aynı zamanda temel ilkeleriyle harekete geçmemiz için canlandıran; ayrıca kutsal yazıların tarihsel inanç ve her bir kilisesel inançta hakiki dinin öğesini tek başına oluşturan saf ahlâki inanç güdüleri bakımından, içerdiği her şeye bütünüyle boyun eğmemizi sağlayan da budur. Kutsal Kitaba dair tüm araştırmalar ve tefsirler, içindeki bu Ruh’u arayış üzerine temellenerek yola çıkmalıdır ve “içindeki ebedi hayat ancak Kutsal Kitabın bu ilkeye tanıklık ettiği ölçüde bulunabilir.”(Religion within the Limits of Reason Alone)

Maddi olanı en üstün değer olarak gören ruhunu; ruhunu kaybeden hakikati kaybeder. Hakikati kaybedene hiçbir kutsal kitap, hiçbir aşkın(transandantal) değer bir şey anlatamaz.

Makinekırıcılar -Metin, Örneklik Ve Şahsiyet-

Bilgi sahibi olmak düzgün karakterli olmayı sağlamıyor..Düzgün olmayan adamın bilgisi ne kendisine ne de çevresine huzur getiriyor..Bozuk kişi bozucu oluyor…Eski çağlarda kimi dinsel okulların bilgiyi yazıya geçirmemeleri sadece kendi aralarında paylaşmaları bu durumu farketmiş olmaları ile ilgili…

Erdem, görerek; örnek alarak ve alışkanlıklarla ediniliyor..

Kitaplardan öğrendiklerimizin erdemli olma noktasındaki katkıları üzerinde ciddi düşünmek gerekiyor..

Sahabelerden Cündüp bin Abdullah (ra) der ki: “Biz ergenlik çağına yaklaşmış bir grup genç ile beraber Resulullah’ın (a.s) huzuruna geldik. Bize Kur’an’ı öğretmesini istedik. O da bize Kurandan önce imanı öğretti. Sonra Kuranı öğretti. Kuran da imanımızı artırdı.”(İ.Mace)

Metin uzaktan ve soyut bir sesleniştir..Metini anlamlı kılan benim ona inancım sadakatim ve Onu temsil eden şahsiyettir.. İnanmayı sadakati ve örnek şahsiyeti devre dışı bıraktığımızda metinin bize sunacağı ne olacaktır..

O halde bilgi biriktirmek şahsiyet sahibi olmayı sağlamıyor..

Yazarın birisi Modern çağ entelektüellerini Makinekırıcı olarak nitelendiriyor.. (Sanayi devrimi sırasında makineler yaygınlaşınca işlerini kaybeden bir zümre makineleri kırmaya yönelmişlerdi..)

Modern dönemde entelektüellik bir meslek bir iş olarak öne çıkıyor..Burada ne kutsaldan, ne yüce amaçlardan, ne insanlığa ait büyük ideallerden değil; bir ekmek kapısından; bir patrona ve erk sahibine bağlılıktan sözetmek gerekiyor.

Kuran İslamı Diyenler Ne Demek İstiyorlar?

Bu konuyu dile getirenlerin çoğu Kur’anın hayatımızdan uzaklaştığını insanların anlık yönlendirmelerle hayata baktıklarını söylüyor ve haklı olarak Kuranı okumayı ve okuduklarıyla amel etmeyi öneriyorlar. Birçoğu samimi ve dinsel hassasiyeti olan yiğit Müslümanlardır.

Ancak bu söylem zamanla bir ötekileştirmeyi; her farklı ve yanlış anlayışı, dindışı- İslamdışı-Kurandışı ilan etmeyi getiriyor. Bunun sebebi Kuran metinlerini okumakla Kuranın muradını anlamanın aynı şey olduğunu zannetme yanılsamasıdır. Oysa herkes gibi Kuran okuyan insan da kendisine öğretilenler çerçevesinde bakmaktadır hayata ve Kuranı da çoğu kere çok kısır bir bakışaçısı ile değerlendirmektedir.

Metin okumak en zor şeydir oysa. Anlamaktan sözetmiyorum daha..

Bir örnek..

İbni Arabi “Biz bilgiyi ölülerden değil diriden alıyoruz” diye bir ifadeyi B. Bestaminin ağzıyla zikreder. Nerede zikreder; ilimleri sınıflamaya çalıştığı metinde..(Fütuhat)

Çünkü Ona göre asıl bilgi Yüce Allahın kalbimize ilham ettiği bilgi ile olur. Burada bilgiyi suje ve obje ilişkisi bağlamında ele alarak değerlendiren felsefecileri eleştirir..Ona göre ilimler Teorik, Zevk( (Pratik de dahil buna) ve Sır olarak üç kısımdır..

Ama en önemlisi bu ilimlere yönelmemi sağlayan da Yüce Allahtır. Tabir caizse beni yemeğe yöneltenin açlık güdüsü olması gibi. Acıkmamı sağlayan yemek değildir. O halde bilgiye yönelmeden önce bende bilgiye yönelmemi sağlayan ilahi bir yönlendirme vardır. Bu yüzden bilgi metin olarak ortada duran ya da birilerinin yazdığı, ortaya koyduğu şey ile sınırlandırılamaz. Bestami metni kutsayanlara bu gerçeği anlatmak için bu ifadeyi kullanmıştır.

Peki, konuyu anlamaktan uzak adamlar bunu nasıl anlıyor. “Adam direkt Allahtan aldığını söyleyerek Peygamberi devre dışı bırakıyor.” şeklinde anlıyor.. Oysa İslam’ın Allah, insan ve evren tasavvurunu bilse ve tarih içinde buna yaslanarak oluşmuş jargondan üretilmiş bilgiden (kavramlardan) haberi olsa sorun olmayacak.. Elinizdeki mealler size katkı sunar ama yargılama hakkı vermez. Kurana yakın olmakla yargıç olmak aynı şey değildir.

Sonuç

1–Kitap iki kapak arasına alınmış mushaftan ibaret değildir.

2-Kuran apaçık ve anlaşılır bir metindir. Ancak Metni anlamak onu okumakla alakalı değildir..

Sorun Kuran’ın apaçık olması ile ilgili değil, sorun mesaja muhatap olan zihninin ve kalbin durumu ile ilgilidir. Kuran’ın apaçık olması muhatabın zihninin apaçık olmasını gerektirmez. “Kur’an yetmez” diyenler “Kur’an apaçık değildir, kapalıdır” diyorlarsa bu çok ciddi bir algı problemidir. Ama Kuranı anlamanın zihinsel ve duygusal koşullarına dikkat çekiyorlarsa mesele yoktur.

Anlamak teslimiyet, doğru amel ve derin bağlılıkla ilgilidir.

[1]-Aslında Arapça haliyle Din (ed din) kavramının da böyle bir anlama sahip olduğu söylenebilir. O da adet-gelenek anlamına gelmektedir.

 

[2]Platon/Eflatun Parmenides’de (çev.Saffet Babür, İst.1996) Bir(biricik varlık) kavramını tartışmaktadır. O birliktir kendi kendindedir, bir baş­kası tarafından var kılınmamıştır, tükenmeyecektir, değişmeyen ve parçalanmayandır..

[3]– Fernand Schwarz Kadim Bilgeliğin Yeniden Keşfi Çev. Ayşe Meral Aslan, s. 164, İst. 1997

[4]-Hans Georg Gadamer, Hakikat ve Yöntem Çeviren: Hüsamettin Arslan/ İsmail Yavuzcan 
İst. 2008

[5]-Aristoteles, Metafizik, Çev. Ahmet Arslan, s. 152, İst.1996

[6]-Aristoteles, a.g.e, s.234

[7]-Aristoteles, a.g.e, s.235

[8]-G.Vico Yeni Bilim, çev. Sema Önal Akkaş s.132 Ank. 2007

[9] Aristoteles a.g.e,, s.85

[10] Aristoteles. a.g.e s.94

[11] Cassirer Ernst, An Essay On Man, Yale Üniversity press, 1974, Ayrıca bu konuda Durheim E. “Dini Hayatın ilkel Biçimleri, ve Bouatroux E.nin “Çağdaş Felsefede İlim ve Din” adlı eserlerinde çok daha detaylı açık­lamalar bulunmaktadır.

[12]-Armstrong Karen, Tanrının Tarihi, çev. Oktay Özel, Hamide Koyu­kan, Kudret Emiroğlu, s.18, Ankara,1998

[13]-D.Hume, Din Üstüne, Çev. Mete Tunçay, s.55,İst.2004

YAZININ ORJİNALİNİ İÇİN BAKINIZ:https://www.posttruthdergi.com/indirilmis-din-kuran-islami-soylemleri-cevresinde-kuran-i-anlamak/?fbclid=IwAR3XPWrEYWpDnAOmOzkUG3HViCBojaWIsCF_E962Yh9oVKtpZW00Rc57zVs_aem_AZ6jNns9Ay9CxtSUDxQ0lIAAl9XnyDJFaIBx2bdq4tTvstM8N54NGcFw-oe1FQoEuqc&mibextid=Zxz2cZ

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!