Ne yaptı da bu ölçüde hemen her inanç ve ideoloji çevresinde itibar kazandı Sezai Karakoç. Kamu önünde bulunan, siyaset yapan, konuşan, yazan, belli bir tanınırlık kazanmış bulunan her insan tekinin bu suali kendisine sormasını ne kadar isterdim. Bunu üstad da isterdi iyi biliyorum, örneği burada: “Biz mahcup ve onurlu çocuklarız, başımızı kaldırıp bir bakmayız. Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız.”
Vefat haberini aynı gün akşam on sekiz sıralarında bir dostum ağlayarak bildirdi bana Sezai Karakoç üstadın. Ben “keşke” demeyi sevmem; “elhamdülillah” ifadesinin dilime daha çok yakıştığını, inancım gereği daha münasip olduğunu düşünürüm. Hiç şüphesiz kalbimin üzerine bu haberden ötürü ağır bir yük bindi, hemen durumu en yakın arkadaşım Cahit Koytak ile paylaştım. O da haberli ve hüzünlüydü. Daha önceleri yalnız yaşayan birkaç yakınım, vefatlarından epeyce sonra fark edilmiş ve büyük üzüntü yaşatmıştı sevenlerine. Sezai Karakoç üstad için de benzer bir endişe her nedense zihnimin bir köşesinden beni sürekli rahatsız ederdi. Şimdi “elhamdülillah” dememin sebebi onun tabii ecelle ve güzel bir ölümle göçüp gitmesidir. Vakitli mi vakitsiz mi insanlar daima söylemişlerdir “her ölüm erkendir” diye. Zaaflarla yüklü beşer tarafımız bize, benzer keşke ve yakınmalar söyletse de biliyorum ki “insanların bir hesabı vardır, Allah’ın da bir hesabı vardır ve Allah’ın hesabı hiç şaşmamaktadır.” Hepimiz ölümü tadıcıyız, Allah elçileri de göçüp gittiler bu geçici âlemden ebedi âleme.
SEZAİ KARAKOÇ ÜSTADIN TEREKESI
Allah’tan geldik yine Allah’a döneceğiz. Müminler ölüm korkusu taşımazlar, taşımamalılar, ancak mevcut günahları ve hataları yüzünden ölümden sonrası için endişe duyarlar, duymalılar. Ömrü boyunca daha düşünce hayatının en başında el ba’sü ba’del mevt hakikatini Türkçeye tercüme ederek ona Diriliş adını vermiş bir üstat, bir ağabeyin vefatı üzerine onun kendi söylemlerini ödünç alarak yazmanın, konuşmanın, onun gidişiyle kalbimde açılan yaralara iyi geleceğini düşündüğümden yazının alt başlığına “Ölüm ve Çerçeveler” dedim.
Hep söylerim benim neslim ona ağabey diye hitap ederdi. Biz yirmili, o ise otuzlu yaşlarında iken mülaki olmuştuk. O bize asla efendilik yapmadı. Mağduriyeti fark edince beni Fethi Gemuhluoğlu’na burs alabilmem için bizzat kendisi referans olarak göndermişti. Ayrıca yazıhanesinde yediği simitler ve içtiği çaylardan, arada bir Cennet Muhallebicisi’nde pilav üstü tavuktan da müştereken nasiplenmiştik. Kursağımda ikramları durur, sırf bu sebeple bile ona olan minnet borcumu her namazda kendisine mağfiret dileyerek ödeyemesem de kendi kalbimi yatıştırmaya çalışıyorum. İyice biliyorum ki hiçbir insan hikmetinden sual olunmaz, hatasız, kusursuz değildir. Karakoç üstadın cenazesinde Mehmet Görmez Hoca’nın insanlardan helallik almak üzere üç kez ardı ardına sorgulamasına iyi biliriz diyen mahcup ve onurlu genç insanların şehadetini Rabbim kabul buyursun.
Hadise henüz epeyce taze ve yakın olmasına rağmen hemen her gün yazılı yahut görsel basın yayın organlarında farklı inanç ve ideoloji mensuplarının da katıldığı Türkiyeli yazan-çizen insanlar onun hakkında tamamı müspet şahitliklerde bulunmaktadır. Sezai Karakoç üstadın geriye bıraktığı terekesinde maddi değeri bulunan nesneler yerine galiba çok sevdiği kelime ile söylenecek olursa, fethettiği yığınla kalp mevcuttur. Bu durum benim kalbimi öylesine ferahlatıyor ve onun vefatına bilseniz nasıl gıpta ile bakıyorum; benim ardımdan da böylesi şahitlikler gerçekleşecek mi acaba diye?!...
Hemşerim Elazizli eşimle Malatya’da evlenerek İstanbul’a yerleştiğimde tanışıklığımız yeni olduğu için ona Sezai Karakoç üstattan fazlasıyla söz açmışım demek ki, bir gün uyandığında rüyasında üstadı gördüğünü söylemişti bana. O tarihlerde kimsenin elinde en ufak bir fotoğrafı bile bulunmayan üstatla yolları hiç çakışmamış bulunan eşim kim bilir hangi simayı Sezai Karakoç diye adlandırmış diye düşünmüş ve doğrusu sadece tebessüm etmiştim. Fakat söz konusu rüyanın ertesinde eşimle Kadıköy Kızıltoprak civarlarında birlikte dışarıya çıkmıştık ki, eşim ansızın durdu “İşte Sezai Karakoç gidiyor!” dedi bana. Sonbahar mevsimiydi tıpkı Mehmet Âkif gibi muhtemelen bir dostundan ariyet olarak aldığı yağmurluk gibi bir giysi içerisinde üç beş adım önümüzde üstad her zaman elinde bulundurduğu buruşuk bir torbayı sallayarak gidiyordu. Eşimin hiç görmediği halde tanıması, anlattığı rüya zihnimi kurcalarken, o açıklıyordu, “Her gün bana öyle anlatıyordun ki neredeyse resmini bile çizebilirdim”. Üstada görünmeden, kendisinin üzerine bir ömür boyu yapışmış bulunan mahcubiyeti, bu sefer ikimiz, eşim ve ben, sanal bir örtü gibi giyinerek oradan uzaklaştık.
KARAKTER, DERT VE DAVA
Ne yaptı da hemen her inanç ve ideoloji çevresinde bu ölçüde itibar kazandı Sezai Karakoç! Kamu önünde bulunan, siyaset yapan, konuşan, yazan, belli bir tanınırlık kazanmış bulunan her insan tekinin bu suali kendisine sormasını ne kadar isterdim. Bunu üstad da isterdi iyi biliyorum, örneği burada: “Biz mahcup ve onurlu çocuklarız, başımızı kaldırıp bir bakmayız. Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız.” Her vesileyle kendisine yapı, mizaç, karakter bakımından benzettiğim Mehmet Âkif hakkında arkadaşı Mithat Cemal “Mehmed Âkif, Mehmed Âkif olduğunu bilemeyecek kadar mahcup, sokaklarda kenarlardan, köşelerden dolanan çocukların kabadayılığını taşıyan biriydi.” der. Hrant Dink’in “güvercin tedirginliği” şeklinde ifade etmeye çalıştığı tutum ve durum Sezai Karakoç üstatta sırtına taş bağlanmış bir kuşun taşıyamayacağı besbelli bu ağırlığı yine de taşıması gerektiğine ve her şart altında yoluna devam etme çabası gibi bir azme dönüşmüştü. Omuzlarında insanlık medeniyeti ve İslâm milletinin bütün dert ve davasını taşımaktaydı âdeta. Bunu taşırken de hiç ama hiç kimseye göstermiyor, hiç ama hiçbirşeyden korkmuyor, hiç ama hiçbir kimseden yardım ve destek de kabul etmiyordu. Tevekkülü yalnız Allah’a idi…
Sezai Karakoç’un hem karakteri hem düşünceleri üzerine her yoğunlaşmamda Mehmet Âkif de bir şekilde hatırıma gelip kendini hissettiriyor. Yoksul, tabir caizse hesapsız kitapsız, kınayanın kınaması, güçlülerin şerrinden korkmadan, bazen de aldırmadan doğru bildikleri yolda bıkmadan, usanmadan yürümüş olmaları Karakoç’u Âkif’e yaklaştırır. Türkiyeli muhafazakârlar, Müslümanlar bilirler ki Âkif ile Karakoç arasında Necip Fazıl faktörü durmaktadır. Ve o da görmezden gelinmeyecek oylumda hem yaşadığı dönemde ve hem de halen toplum üzerindeki etkinliğini, ağırlığını ciddi biçimde sürdürmektedir. Ancak Necip Fazıl’ın bu iki mütefekkir şairden önemli farkı, onun her vesileyle yaptığı Türk vurgusu ve de Kur’ân yerine dolaşımda bulunan zayıf hadis metinlerine tutunmasıdır. Âkif zaten bir Kur’ân şairi idi. Ondan el aldığını düşündüğüm Sezai Karakoç da derinliğine nüfuz edecek bir dil, kelam, tefsir birikimi iddiası olmamasına rağmen, okuyan genç insanlara daima o da Kur’ân’ı göstermiştir. Hızırla Kırk Saat ve Taha’nın Kitabı başta olmak üzere öteki eserlerini de tanık tutabiliriz:
“Her evde kutsal kitaplar asılıydı
Okuyan kimseyi göremedim
Okusa da anlayanı göremedim
Her ayet bir ülkeye bedel bir erdir
Her sure cihana bedeldir
Kur’an’sa arşın manifestosu
Reddin reddi protestosu”
Son iki dizeyi okuduğumda 1960’lı yılların sonuna doğru hemen Seyyid Kutub’u hatırlamıştım. Onun Yoldaki İşaretler adlı eserinde yanılmıyorsam “Lailahe İllallah’ın Anlamı” başlıklı bir makalesi vardı. Lise yıllarımda okuduğumda yazarın bana kelime-i tevhidi dile getirirken “la ilahe” diyerek neyi, kimleri inkâr ettiğimi soruyordu. O tarihlerde ben, evet, ilah tektir diyordum ama bu ifadeden önceki bölüm üzerinde düşünmemiştim. Sahiden bu iman ikrarı ile biz neyi, kimi inkâr etmekteydik? Cevabı yukarıdaki dizelerde bir kere de Sezai Karakoç yetiştiriyordu: “Reddin reddi, protestosu”.
GIPTA EDILECEK, IMRENILECEK BIR HAYAT
Cemal Süreya Karakoç’u Mehmet Âkif ve Necip Fazıl ile karşılaştırırken şöyle diyordu: “Bulgucu adam. Belki de ülkemizdeki tek bulgucu. Çok daha yetenekli bir Mehmed Âkif’in tinsel görüntüsüyle, adamakıllı dürüst bir Necip Fazıl’ınkini iç içe geçirin yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafını elde edebilirsiniz.” Âkif üzerinden yaptığı yetenek ölçücü münasebetsizlik görmezden gelindiğinde her iki Müslüman şair arasındaki benzerlik ve irtibat iyi düşünen kimselerin gözünden kaçmamıştır besbelli.
Herhâlde sıhhatle düşünen hiç kimse şairlerden bir kelam erbabı, müfessir ya da meal yazarı gibi birer İslâm âlimi olmalarını beklemeyecektir. Ancak evvela ortaya koydukları hayat modeli bakımından Kur’ân’ın müminlerin vasfını sayarken zikrettiği emri bil maruf ve nehyi anil münker cümlesi noktasında hem Âkif hem de Karakoç bana sınıfı geçmiş görüntüsü vermektedirler.
Nâzım Hikmet bile Mehmed Âkif hakkında en azından “Âkif inanmış adam” diyerek olumsuz bakmadığını göstermiştir. Bugün Sezai Karakoç’un vefatı sonrasında neredeyse bütün muhitlerden sağ-sol ayrımı yapılmaksızın hüsnü şehadette bulunulması neyin göstergesidir? Kanaatim odur ki yaradılışının son safhasında ilahi ruh üflenerek yeryüzüne birer beşer, biricik ve İslâm fıtratı üzere doğan her insan teki vicdanının üzerini örtmemiş, insaf ve adalet duygusunu tamamen ortadan kaldırmamışsa Âkif ve Karakoç gibi güzel ahlak modeli insanlara imrenecektir. Kıskanılacak demiyorum ama gıpta edilecek, imrenilecek birer hayat yaşadı her iki şairimiz de. Karakoç’un Âkif hakkındaki umumi değerlendirmesi zaten şöyle dile getirilmişti: “Mehmed Âkif biten dönemin son savaşçısıydı, bizler de başlayan bir dönemin ilk savaşçılarıyız.” Neyin savaşıydı bu, denilecek olursa şunu evvela söylemelidir ki Allah’ın nebi ve resûllerinin insanlık tarihinin başladığı dönemden bu yana yeryüzüne ektikleri medeniyet tohumunu yeşertme savaşı diyebiliriz. Ve o tohumdan üretilerek bütün insanlığın iyilik, güzellik, doğruluk, adalet, fazilet adına bu havuza doldurulmuş makul ve maruf mevcudunu sahiplenmek anlamında bir medeniyet savunmasıdır bu.
Bir tek medeniyet vardır Sezai Karakoç’a göre, o da bütün insanlığın malıdır. İlk tohum resûller tarafından atılmış ve son Allah Resûlü’nün çabasıyla Müslüman tarihini yeniden bir dirilişe açan Büyük Hicret sonrasında Yesrib şehrinin Medine’ye dönüştürülmesiyle başlar. Tıpkı Âkif gibi Karakoç da umumi anlamlı ümmet kelimesi yerine sosyolojik anlamda yalnızca insanı niteleyen millet kelimesini Kur’ân tanımlaması üzerinden okuyarak yeryüzünde iki milletin varlığından söz eder. Dahası Müslümanların İslâm milliyetçiliğine vurgu yapar. Sezai Karakoç fikirlerini olgunlaştırdığı altmışlı yılların sonu ve yetmişli yılların başında nasıl bir gelenekçi muhit arasındaydı? Bir kesim, Müslümanların Türkiyeli yazarlar dışındakileri okumasını zararlı bulmaktaydı. Geniş bir kesim, sıradan Müslümanların Kur’ân’ı doğrudan okumalarını tehlikeli buluyor ve bağlı bulundukları hocaları dinlemelerini, onların yorumlarından dışarıya çıkmalarının neredeyse bir tür sapma olacağını söylüyorlardı.
Sezai Karakoç’un neden böyle bir camianın içerisinde görünür olmamayı seçtiğini anlamak bakımından dönemin entelektüel ve estetik seviyesine bakmak da fikir verecektir. Gazeteleri, mecmuaları, yayımladıkları kitapların kapağı, tashihine kadar ne yazık düşük bir düzey, ilkel bir görüntü vardı. Sezai Karakoç bu anlamda da eğer yapamıyorsanız ilk mektep çocuklarının resimleri gibi kapaklar ve tutarsız bir üslupsuzlukla eserler ortaya koymak yerine, Diriliş Yayınları’nın suretine ve muhtevasına bakarak kendinize bir çeki düzen verebilirsiniz iması yapmaktaydı. Kitap kapakları tek tip, tek renk, ama eserlerin gerek şiir gerekse nesir bütünü dönemin hem dili, üslubu hem de muhtevası bakımından fersah fersah ilerisinde idi.
TÜRKIYE’DEKI ISLÂMLAŞMAYA YÜKSEK SOLUKLU BIR KATKI
Açık söylemek gerekirse onun polis marifetiyle toplatılarak mahkemeye çıkmasına sebebiyet veren eseri İslâm’ın Dirilişi’nde bize öğrettiği bakış açısı 1970’li yıllardan 21. yüzyılın başına dair bir öngörüye işaret etmekteydi: “Müslüman şuurlaş şuurlaş öyle şuurlaş ki dıştan gelen bir yıkış planının daha ilk maddesi açıklanmadan sen son maddesini söyleyeceksin.” Büyük Ortadoğu Projesi yahut 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü hatırlandığında onun bu uyarısının değeri daha net anlaşılacaktır.
Ne isabetli tespitleri vardı: “İslâm ülkeleri ‘Batı Romantizmi’ döneminden çıkmak üzere, yeni bir döneme ‘Batı Kritiği’ dönemine girmek üzeredir.” Elbette bütün Müslüman coğrafyaya belki yayamayız bu iddiayı. Ama bence Mehmet Âkif, Necip Fazıl tecrübesiyle bir mesafe almış bulunan en azından Türkiye’deki İslâmlaşma hareketine yüksek soluklu bir katkı yapan Sezai Karakoç’un bizzat kendi varlığı bile bu iddianın belgesi, kanıtı mahiyetindedir. “Hayatı yaşayanlar dünyaya tapanlar değil, dünyayı ayaklar altında çiğneyenlerdir” diyordu ya!
“Müslümanlar Kur’an’dan uzaklaştı uzaklaşalı gün yüzü görmediler” diyen de Sezai Karakoç’tur. Hiç şüphesiz büyük bir şiir olan Monna Roza’ya takılıp kalarak, onu yalnızca şairler safında bir makama oturtarak, büyük düşüncesini gölgede bırakmak insafla bağdaşmaz. Devam edelim alıntılara: “İslâm has ismiyle de cins ismiyle de kitap medeniyetidir. Kur’ân şifadır. Kur’ân’dır diriltici olan/Yol gösteren yol açan/Kaybolan vakti uyandıran/Korkulacak olandan korkutan/Umut veren, muştu taşıyan/Karanlık olana ışık saçan/Işıtan aydınlatan/ Baş ve önder Kur’ân’dır.”
“Ham yobaz kaba softa” ifadesi bir Necip Fazıl benzetmesiydi sıklıkla tekrarladığı. Böylesi bir muhit içerisindeydi onların çırpınışları, uyandırma çabaları silik, sinik, ödlek, kenara köşeye kaçan büyük kalabalıkları. Fikir hayatı, yayın hayatı, ahlaki düzeyi, sanat ve estetik anlayışı son derece düşük, kuru hamaset ve sönük bir tevekkül ve kadercilik itikadıyla yetinen, avunan, oyalanan bir toplumda açmıştı o Diriliş bayrağını. Cismiyle değil, resmiyle bile değil ve hatta bizzat özel ismiyle de değil, eseriyle çağırdığı topluma önderlik edebilmek maksadıyla bu yönlerini gizledi, açık etmedi, kendisine değil, uzakları işaret eden parmağına da değil parmağının gösterdiğine dikkat istedi. Ama biliyor ve söylüyordu: “Toplum, alıştığından kolay kolay ayrılmak istemez! Her değişiklikten, isterse o değişiklik bir kurtuluş olsun, kaçar! Değişmede çekilecek çileyi göze alamayıştır bu… kabile mutluluğunu insanlığın büyük mutluluğuna tercih…”
Son iki asırda bütün Müslüman muhitlerde yeniden İslâmlaşma çabası içerisine girmiş, Karakoç’un ifadesiyle “Batı kritiği” de yapmaya başlamış her Müslüman düşünürün müracaat ederek hatırlattığı Ra’d Suresi 11’nci ayet-i kerimesinin bir tür açıklamasıdır yukarıda aktarılan değişim adına yazdıkları.
ESERININ BÜTÜNÜNE BAKMALI
Sezai Karakoç hakkında konuşurken onun da neticede bir beşer olduğunu hiç unutmadan salt sahici bir değerlendirme yapabilmek için eserinin bütününe bakmalı ve bütünden kopartılarak ayıklanmış söylemlerden sakınmalıdır. Aslında her mütefekkir için böyle davranılmalı, beşer cinsini ne ululamalı ne de yerin dibine batırıcı aşırı yok saymaya tabi tutmalıdır. Mesela ben üstadın mistik ve mitolojik kimi tarihi ve folklorik verilerden hareketle yazdıklarını okurken aceleci davranarak bu unsurların kendisinde birer inanç ilkesi oluşturduğunu söylemekten Allah’a sığınırım. Masal, efsane, mistik öyküler her toplumun kültürel hayatında mevcuttur. Onları yerli yerinde kullandığınız zaman değer bile ifade edebilirler. Burada sakıncalı olan, bu ve benzeri unsurları iman ilkesi hâlinde takdim etmektir. Ayrıca daha önce de yazıldığı gibi bir İslâm araştırmacısı ve âlimi olmayan Sezai Karakoç’u, mesela bazı mevzu hadisleri okuyarak kaleme aldığı eserler üzerinden kınamak ne ölçüde doğru olacaktır. Zira bahsi geçen mevzuat, sahih olanlardan çok daha meşhur ve yaygınsa eğer. Üstad yaşarken ona yaklaşarak bu hususta bir uyarı yapılmış ama kendisi inatçı ve ısrarlı mı davranmıştır ki söz konusu bu müracaatlarından ötürü kınansın? “Galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evladır” ne yazık ki evet, böyledir.
Hangi toplumun üyesidir Sezai Karakoç? Bu toplumun geleneksel itikadi kültürü Kur’ân’dan ziyade hadis metinleri üzerine bina edilmiştir. Tarih boyunca İslâmî öğrenim adına en meşhur mahfillerde Kur’ân ihmale uğramış ama hadis okunmuş, okutulmuş, Kur’ân’dan ise sıradan insanlar olabildiğince uzak tutulmuştur. Hızırla Kırk Saat eseri ve söyleminden hareketle, bu eserde mevcut menkıbeler üzerinden onun sanki hiç Kur’ân’a bakmadığını söylemek insafla bağdaşmaz. İşte aynı kitabın söyleminden bazı parçalar:
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz…
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım…”
İnsanlar Müslüman bir şairden başka neyi bekliyorlar bilmiyorum, ihtilal yapmasını filan mı? Vaktiyle Umran’da “Sezai Karakoç ve Putlar Fuarına Sergi Olan Çağımız” diye bir yazı yazmıştım. “Putlar fuarı” ifadesinin geçtiği üstada ait “Ağaçlar ve Mezartaşları” adlı metinden kısa bir alıntıyı tekrarlayalım: “Ölülerin başına dikilen mezartaşları gibidir putlar. Onlara benzerler, onlar gibi bir ölüye işaret ederler. İleride birer ‘ölüm heykeli’ne benzetilen putlar belki somut maddelerden mamuldür. Ne var ki insanı içeriden kemiren zihinsel putlar da vardır; onlar bazen bizzat kişinin kendisi bile olabilmektedir. Yahut Allah’tan gayrı “Efendi” yerine koyduğu, kendisine bağlanılması lazım geldiğini savunduğu, kendisi gibi bir insan evladı da olabilir. Tek tür “Bağlanma” eyleminin yalnız Allah’a yapılması iman, bunun dışındaki her tür bağlılık ise putperestliktir.”
“ŞEHZADEBAŞINDA GÜN DOĞMADAN”
Ölüm ve Çerçeveler üstadın bir eserine isim olmuştu. Onun özellikle de şiirlerine yansımış bulunan köşe, kavis, çerçeve gibi sınırlayıcı kavramlar acaba kendisi üzerinden yapılacak olan muhtemel yanlış değerlendirmelere ima yoluyla bir dokunuş mu idi diye düşünmeden edemiyor insan. Memlekette yaşayan Müslüman, gayrimüslim her kesimin Sezai Karakoç’un vefatı sonrasındaki hüsnü şehadetleri, onun evvela ahlakına dair bir imrenişin ardından da düşünce ve sanat hayatına taşıdığı kalite önündeki saygı duruşunun bir ifadesidir. Bütün bunların yanında öyle bir tevafuk var ki hepimizi şaşırtmıştır. “Şehzadebaşında Gün Doğmadan” şiirinin dizeleri: “Yerleşecek yer aramak/Camiin avlusunda/Soğuk bir taşa oturmak/Gün doğmadan Şehzadebaşında.” Rabbim sanki ona bir nasip ayırmış arzusu istikametinde, şimdi sahiden yerleşti o makama..
Bu dizelerden çok önceleri şöyle yazmıştı, daha ilk gençlik yıllarında “Kara Yılan” adlı şiirde:
“Ben güneyli çocuk arkadaşım güneyli çocuk
Günahlarım kadar ömrüm vardır
Ağarmayan saçımı güneşe tutuyorum
Saçlarımı acının elinde unutuyorum
Parmaklarımdan süt içmeye çağırıyorum seni
Ben güneyli çocuk arkadaşım güneyli çocuk”
Sözün sonunda varsa taksiratını bağışlamasını, Rabbimin sevgili üstadımıza sonsuz rahmeti ve merhametiyle muamele etmesini diliyorum. Ona olan muhabbetin yeni nesiller tarafından daha da derin köklere ulaşacak eserlere dönüşmeyi sağlasın diye ümit ediyorum…
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakış açısını yansıtmayabilir.
Bu Yazı Umran Dergisi sayı:328 /sh-4-7 | Aralık 2021 | Alıntılanmıştır…
Yazının Aslı için http://www.umrandergisi.com.tr/u/umran/pdf/328-1638799236.pdf
GÜN OLUR İNSANA BEDEL
Kur'an'da Mülkün Yönetimi ve Yönetme Sınavında İnsan -1 (Dinamikler- Prensipler- Yöntemler )
Hira Aydınlığının Topluma Yansıtılması: Yeryüzünde Bir Mağara Hira…