Türkiye Bizim Evimiz mi? – 2: Damgalanmış Bireyler

Türkiye’nin yaşanabilir bir ülke olmasının önündeki engeller ancak bireylerin sosyal ve hukuki haklarının ideolojik ütopyaların dışında tutulması ile aşılabilir. Ev, mekân olmanın ötesinde bir gerçekliktir ve aynı zamanda herkesin ortak katkı sunduğu, her an yeniden yaratılan bir soyut ve sivil mekanizmadır.
Türkiye Bizim Evimiz mi? – 2: Damgalanmış Bireyler
M. Mücahid SAGMAN
M. Mücahid SAGMAN
Eklenme Tarihi : 9.09.2023
Okunma Sayısı : 369

Türkiye Bizim Evimiz mi? – 2: Damgalanmış Bireyler

Türkiye’nin yaşanabilir bir ülke olmasının önündeki engeller ancak bireylerin sosyal ve hukuki haklarının ideolojik ütopyaların dışında tutulması ile aşılabilir. Ev, mekân olmanın ötesinde bir gerçekliktir ve aynı zamanda herkesin ortak katkı sunduğu, her an yeniden yaratılan bir soyut ve sivil mekanizmadır.

 

Ev mefhumunun ne olacağına dair tartışmaları, evde yaşayan bireylerin yaşama pratikleri üzerinden değerlendirmek mümkün.¹ Evin her bireyi hayatı şekillendiren pratiklere katılım sağlayarak ‘rol’ tanımlamasını tamamlar. Ama hem ailede hem de devletin bakış açısında her birey aynı standardın içinde değerlendirilmez. Türkiye toplumu kültürel ve ekonomik sınıfların hukukun önünde farklı muamelelere maruz kalındığı bir düzleme sahip. Hukuk, eşitler arası işleyen bir mekanizma olmak yerine bireyi etkin veya edilgen vatandaş konumuna sokan bir arızi yapıya dönüşüyor. Mekânı, bireyi ve toplulukları şekillendiren ekonomik ve sosyal kastlaşma, zamanla damgalanmış kişilerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Devletin ‘terörist’ veya ‘vatandaş’ üzerinden damgalama/tanımlama mekanizması, hukukun kararları yerine devleti yönetenlerin şahsi tercihlerini ön plana çıkarıyor. Şahsi ilişkiler ile itibar elde eden makbul vatandaş profilinin ekonomik, sosyal ve siyasal olarak yükselişi, statü elde edemeyen öteki bireyi damgalı hale getiriyor. Damgalı bireylerin normal olma serüveni ise çoğu zaman hırsla şekillenen kirli ilişki biçimlerini ortaya çıkarıyor.   

 

Toplumsal itibarsızlaştırma, tarihten bugüne hep kişilerin bedenleri üzerine kurulu bir tahakküm aracı olagelmiştir. Tarihte engelli bireylerin cadı avlarına konu olacak düzeyde dışlandığı ve katledildiği hikâyeler bunun bariz örnekleridir. Kişinin kusuru merkeze alınarak ona yakıştırılan bir kimlik üretilmesi çoğu zaman politik veya toplumsal stratejiler olarak karşımıza çıkıyor. 

 

Damgalı birey, toplumsal norm içerisinde herkes gibi haklara sahip olduğunu düşünür. Elbette bu doğrudur ancak toplumun normal tanımlaması dışında kalındığında pratik olarak çeşitli hakların dahi standart dağılıma tabi tutulmadığına şahit oluruz. Damgalı birey, Goffman’ın da bahsettiği gibi, kendisine toplumsal itibar ve saygının gösterilmediğine şahit olduğunda bunun kendi kusurları dolayısıyla olduğunu zamanla düşünür.² İşte burada artık damga başkalarının ürettiği bir şey olmaktan çıkıp damgalı bireyin kabullendiği ve sahiplendiği bir problem haline gelmeye başlar. Bu durumda kişi özellikle karma ilişki olarak nitelenen normal olarak görülen kişilerle damgalanmış kişilerin karşılaşma mekânlarında bir eziklik ve başkalaşma arzusu yaratılmasına neden olur. Yaşanan bu eziklik, sürekli damgalanmış kişiye merhamet duyguları üzerinden verilen bir konumun sonucudur. Bu eziklik duygusu normal insanların kategorisine yükselme azmi doğuracak kadar ileri gider ve nihayetinde toplumsal ödül ve gurur duygusu normallerin safına yükselmiş damgalı bireye yönelir. Fakat bu mevkide bile damga yok olmuş bir simge değildir. Kişi hâlâ damgalıdır, fakat artık kendine bir kimlik olarak aşılanan zaafları aşma azmi göstermiştir. Aslında ödüllendirilen şey normalleşme azmidir ve diğer damgalıların örnek alması adına teşhir edilmiştir. Böylece damgalı bile olsa ‘normal’ kabul edilen insanların standartlarına yükselenler, toplumsal zeminde yaşama hakkına sahip olurlar. Bu azmi veya beceriyi göstermekten uzak kalan damgalılar ise bu örnekliklerin gölgesi altında daha fazla ezilmeye mahkûm olurlar.  

 

Damgalama ve Otoriter Yapılanmalar

 

Damgalamak ile iktidar aygıtının bireyin bedeni üzerine kurumsal bir tahakküm inşa etmesi arasında ciddi bağlantı vardır. Otoriter yapılanmalarda bireylerin ‘normal’ tanımlamasının dışında kalması hem bir tehlike hem de bir yozlaşma belirtisi olarak görülür. Örneğin Türkiye’de kadın kimliği iktidarların siyasal veya dini yönelimlerine bağlı olmaksızın hep değişimin olumsuz figürü olarak damgalanır. Ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel yozlaşma, toplumsal ötekinin ‘kendi’ kimliği ile var olma çabasının sonucu olarak okunmaya başlar. Etnik ve dini azınlıklar kendi damgalanma süreçlerini etkisizleştirmek için ana gövdenin bir neferi olma çabası gösterir. Devletin arzuladığı ana gövde bir milli kimlik çerçevesinde şekillenir. Kentler ve onu oluşturan sembolik yapılar/mekânlar birer milli gösteri alanlarına dönüşür. Toplumsal linç için inşa edilmese de bu mekânlar/semboller birer arena haline gelir. 

 

Goffman’a göre toplumsal zeminde görebileceğimiz her kapalı mekânın bir yapı olarak tanımlanması mümkündür.³ Bu yapıların, yani kurumların da bir kuşatıcı eğilimi mevcuttur. Fakat bazı kurumların yapısal özelliği daha fazla kuşatıcı olmasını gerektirir. İşte burada bedeni bir tahakküm söylemi ve eylemi üzerinden kıskaca alan kurumsal bir sistemden bahsedebiliriz. Ona göre kapatılmış kurumda çalışanlarla mecburi olarak kalanlar arasında bir gerilim mevcuttur. Bu gerilim bir şekilde total kurumun varlığında ikamesinde zorunludur. Kapatılan kişilerin suçlu veya sorunlu görünmesi, hatta Goffman’ın ‘damga’lanmış bireylerine özgü bir kimlikle tanımlanması olağandır. Bu kimlik verme durumu kapatılan kişinin hem bedenine hem de ruhuna yönelik bir tahakkümü de beraberinde getirir. Bu durumda çalıştığı iş yeri ile ilişki biçiminde kendi özel sınırlarına sahip olan insanlardan farklı olarak, kapatılan bireyler tüm özel sınırlamaların muhatabı olurlar. 

 

Bireysel Hikâyeler

 

Bu özel sınırlamalar total kuruma gelen bireyin arka planında taşıdığı hikâye ile alakalı da olabilir. Çünkü her birey toplumsal olarak belirli bir tiyatronun içinde doğar ve tüm bu kurgu, bu tiyatral etkinlik içinde şekillenir. Önce bir çocuk olarak okula gider veya bir aile bireyi olarak ebeveynlerinin istekleri ekseninde bir kimliğe bürünür. Sonra iş hayatında ona verilen rolü kusursuz oynaması istenir. Ama total kurum bir bütüncül istekler dünyası önüne sunar. Anne veya babasının farklı istekleri arasında tercih yapma hakkını artık kaybetmiştir. Yiyeceği yemeği dahi bir program eşliğinde kendine sunulan bireyin yaşayacağı travma bir şizofreni yaratmaya doğru ilerler. Bu şizofreni benlik ile benliğe tahakküm eden mekanizmanın çatışması ekseninde oluşur. Ama total kuruma giden kişinin artık bir benliğinden söz etmek mümkün değildir. 

 

Goffman’ın bahsettiği ilk anda yaşanan itaat testi daha sonraki benlik kaybının bir provası gibidir. Önce her şey kişinin geldiği dünya ile uyum sağlaması üzerine kurulur. Sonra ise benlik oynayacağı rollerin mutlak teslimiyeti ile yok edilir. İlk geldiğinde kişinin benliğine yönelik kibar tutum zamanla onun kurumun personeline mutlak itaati gerektirecek bir dil kalıbı da dahil davranış tarzına bürünmesine yol açar. Kurum personeline hitap tarzı belirlenmiştir ve burada artık tanrısal bir saygı ve itaat beklenir. Öyle ki bu tanrı kişinin bedeninin tüm mahremini çiğneyip onu diğer personellerle birlikte teşhir ortamına sunabilir. Bedenine dokunma noktasında herhangi bir izin alması gerekmez. Çünkü beden artık kişinin değil kurumundur. Haliyle beden nesne olarak çeşitli deneylere de açıktır. Akıl hastanelerinde ilaçlar yoluyla kurulmak istenen bir laboratuvarda kimse itiraz hakkına sahip değildir. Zorla ilaç verme ya da beslemeyi Goffman bir kirlenme olarak ifade eder. Çünkü beden kendinden nefret edecek kadar aşağılandığında bu kirlenme meşru görülür. Kirlenmenin daha kötü ve bedeni yok sayan yönü ise tecavüzdür. Onlarca kişinin aynı odalarda/hücrelerde kapatılması taciz süreçlerini hızlandırır. Çünkü mahremiyet duygusu artık öteki bedenin uzuvlarında kaybolmuştur. Foucault, Goffman’ın ‘kişisel eylem ekonomisi’ne benzer şekilde bedeni mahkûm eden hukuki uygulamaların bir beden ekonomi politiği içine yerleştiğini söyler.⁴ Bu durumda politikleşen beden, iktidarın bir nesnesi olarak çeşitli taleplerin mekânı haline gelebilir. Örneğin geçmişte acı çektirilen ve acısı teşhir edilen beden; bugün kuşatılarak, damgalanarak, terbiye edilerek, törenlere zorlanarak bazı işaretlere mahkûm edilir. Çünkü beden iktidarlar için bir ekonomik nesne olarak görülür. Ama böyle bir pozisyona gelebilmesi için bir tabiiyet ilişkisi içine girmesi gerekir. Ancak boyun eğdirilmiş bir beden ekonomik olarak verimli bir mekân haline gelebilir. Bu karşılıklı bir rıza süreci ile taçlandığından iktidar egemenlik alanını genişletir. 

 

Zayıflık Göstergeleri

 

Beden ve mekân üzerine otorite inşası toplumsal algoritmada zayıf olarak görülen kimlikleri güçlü devlet bağlamının zaafları olarak görür. Kadınlık ve çocukluk zayıflığın göstergesi olduğundan ‘erkek’ olma ütopyası içinde yok edilir. Türk erkek tipi muhafazakârlığın etken rolü altında kurulmak istenen otoriter yapı, uzun yıllardır siyasi ve sosyal baskıların ana kaynağını oluşturuyor. Mültecilere dair yükselen milliyetçiliğin dil ve sosyal hayattaki minimal tercihler üzerine şekillenmesi de burayla ilişkilendirilebilir. Kürt halkının 1980 sonrası büyükşehirlerde görünür olmasıyla yaşanan gerilimler, sosyal alanda sesli konuşma ve kıyafet tercihlerindeki ‘köy’lülük vurgusu üzerinedir. Köylülük, Türk tipi modernleşme tasavvurunun en önemli mücadele alanıdır, çünkü ‘doğu’nun temsilidir. Aynı şekilde mülteciler de doğuyu temsil ettiğinden bir düşman sembolü olarak yeniden yaratılmışlardır. 

 

Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık romanında Mevlüt’ü değişime karşı geleneksel boza satıcısı kimliği ile inşa etmiştir. Sadece Mevlüt’ün İstanbul’u kabullenmemesinden bahsedemeyiz, aynı zamanda İstanbul da Mevlüt’ü hakir görür ve ona iki seçenek sunar: Yeni inşa edilen yüksek binalarda başka bir hayatı yaşamak veya şehrin genişleyen çeperlerinde varoşlara doğru gitmesini sağlamak. Damgalı olarak Mevlüt’ün yeni İstanbul’u evi olarak inşa edebilmesi mümkün değildir. Muhafazakâr dindar profillerin Cumhuriyet tarihi boyunca devamlı ve 1980 sonrası artarak damgalanmış bireyler olarak dışlanması, 2000 sonrası Türkiye’de yeni damgalı bireylerin ortaya çıkışını hızlandırdı. Ana eksen dindarlığın tanımı dışında kalan herkesin tehlike olarak ifade edilmesi şaşırtıcı gelmemelidir. Çünkü muhafazakâr ütopya kendi cennetini inşa ederken dışarda kalması gereken damgalıları belirlemek zorundadır.    

 

Türkiye’nin yaşanabilir bir ülke olmasının önündeki engeller ancak bireylerin sosyal ve hukuki haklarının ideolojik ütopyaların dışında tutulması ile aşılabilir. Ev, mekân olmanın ötesinde bir gerçekliktir ve aynı zamanda herkesin ortak katkı sunduğu, her an yeniden yaratılan bir soyut ve sivil mekanizmadır. Onu sivil kılan şey; bireylerin siyasal, ekonomik ve kültürel imkânlara ulaşabilme kapasitelerini kendi sosyal sermayeleri ile canlı kılma potansiyelidir.

 

__

¹https://www.perspektif.online/turkiye-bizim-evimiz-mi/

²GOFFMAN, E. (2020). Damga; Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine Notlar. Çev. Ş. Geniş & L. Ünsaldı & S. N. Ağırnaslı. Heretik Yayıncılık.

³GOFFMAN, E. (2015). Tımarhaneler; Akıl Hastalarının ve Kapatılmış Diğer Kişilerin Toplumsal Durumu Üzerine Denemeler. Çev. Ebru Arıcan. Heretik Yayıncılık.

⁴FOUCAULT, M. (2015). Hapishanenin Doğuşu; Gözetim Altında Tutmak ve Cezalandırmak. Çev. Mehmet Ali Kılıçbay. İmge Kitabevi.

 

YAZININ ORJİNALİNİ İÇİN BAKINIZ:https://www.perspektif.online/turkiye-bizim-evimiz-mi-2-damgalanmis-bireyler/

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

 

 

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!