Holokost, Filistin ve Pörsüme: Tragedilerin Endüstrileşmesi

Yaklaşık son bir yıl içinde İsrail’in Filistin topraklarında gerçekleştirdiği askeri operasyonlar sonucu on binlerce sivil hayatını kaybetmiştir. Öyle ki Ekim 2023’ten bu yana Gazze Şeridi’ne aralıksız süren bombardımanlar neticesinde 60 bini aşkın Filistinli yaşamını yitirmiş, 100 binden fazlası yaralanmıştır.
Holokost, Filistin ve Pörsüme: Tragedilerin Endüstrileşmesi
ALINTI HABER
ALINTI HABER
Eklenme Tarihi : 21.07.2025
Okunma Sayısı : 23

Holokost, Filistin ve Pörsüme: Tragedilerin Endüstrileşmesi

İsrail’in Filistin’de Sürdürdüğü Katliam ve Küresel Tepki

Yaklaşık son bir yıl içinde İsrail’in Filistin topraklarında gerçekleştirdiği askeri operasyonlar sonucu on binlerce sivil hayatını kaybetmiştir. Öyle ki Ekim 2023’ten bu yana Gazze Şeridi’ne aralıksız süren bombardımanlar neticesinde 60 bini aşkın Filistinli yaşamını yitirmiş, 100 binden fazlası yaralanmıştır. Üstelik bu katliam tüm dünyanın gözleri önünde, gece gündüz devam etmektedir. Görüntüler anbean medya ve sosyal medyada yer almakta; enkaz altından çıkarılan çocuklar, yıkılmış şehir manzaraları ve tarifsiz acılar dünya kamuoyunun gündemine taşınmaktadır. Bunun sonucunda dünyanın dört bir yanında halklar ayağa kalkmış, küresel çapta protestolar düzenlenmiştir. Londra’dan Kuala Lumpur’a, İstanbul’dan New York’a uzanan geniş bir coğrafyada yüz binlerce insan Filistin’e destek için sokaklara dökülmüş, İsrail saldırılarının durması ve Gazze’deki kan dökümünün sona ermesi çağrısında bulunmuştur. Birleşik Krallık’tan Güney Asya’ya uzanan bu eylemlerde insanlar ellerinde Filistin bayraklarıyla “Gazze’ye özgürlük”“Katil İsrail hesap verecek” benzeri sloganlar atmış; kalabalıklar hükümetlere ateşkes çağrısı yapmıştır. Dünya genelinde pek çok ülkenin siyasi liderleri de farklı tonda açıklamalarla bu katliama tepki göstermiş, kimileri İsrail’i kınarken kimileri en azından “insani mola” talebiyle yetinmiştir.

Ne var ki gerek halkların samimi tepkileri gerekse bazı devletlerin diplomatik girişimleri, şu ana dek İsrail’in saldırgan tutumunu durduramamıştır. Gazze’deki katliam her geçen gün şiddetini arttırarak, insanlık dışı biçimde, vahşice devam etmektedir. Her 10 dakikada bir çocuğun öldürüldüğü bu ortamda uluslararası toplumun çaresizliği başlı başına trajik bir vakıadır. Onlarca ülkede aralıksız düzenlenen gösterilere, mitinglere, boykot çağrılarına ve diplomatik notalara rağmen bombardımanların sürmesi insanlık vicdanı adına derin bir yarılmayı göstermektedir. Bir yerde yanlış giden bir şeyler olduğu açıktır: Bunca eylem ve tepkiye rağmen zulmün sürmesi, üzerinde durulması gereken bir durumdur. Bu durum, yalnız Filistin özelinde değil, küresel ölçekte önemli bir soruna işaret etmektedir: Eğer büyük bir adaletsizlik, ne kadar gündemde tutulursa tutulsun bir türlü çözüme kavuşturulamıyorsa, zamanla hem önemini yitirmeye hem de kanıksanmaya mahkûmdur. Bu noktada “pörsüme” kavramı devreye giriyor.

Bitmeyen Krizlerin Etkisi: Pörsüme ve Kanıksama Tehlikesi

Tarihsel tecrübeler göstermektedir ki, eğer insanlığı derinden sarsan hayati bir sorun uzun süre çözümsüz kalır ve sürekli gündemde tutulursa, ilk baştaki hassasiyet ve duyarlılık giderek azalır. Bu azalma haline, günlük dilde “alışma” veya “kanıksama” da diyebiliriz. Başlangıçta büyük tepki ve travma yaratan görüntüler, haberler zamanla insanlarda sıradanlaşmaya başlar. Filistin’de süregelen katliama dair süreç de maalesef bu yönde ilerliyor. Savaşın ilk günlerinde Gazze’den yansıyan fotoğraflar, enkaz altından çıkan yaralı bebekler, çaresiz annelerin feryatları tüm dünyada insanlarda derin bir travma ve şok etkisi yaratmıştı. Ancak aradan aylar geçip de somut bir çözüm ufukta belirmeyince, katliam devam ettikçe bu travmatik etki yerini bir çeşit duyarsızlaşmaya ve kabullenmeye bırakıyor. Uzmanlar, sürekli korkunç haberlere ve görüntülere maruz kalmanın bir tür “merhamet yorgunluğu” (compassion fatigue) ortaya çıkardığını vurguluyor. Nitekim psikiyatristler, sürekli dehşet verici görüntülere maruz kalan izleyicilerin bir süre sonra hissizleşebildiğini, gördüklerini yeni normal olarak algılayıp eskisi kadar rahatsız olmayabildiklerinibelirtmektedir. Binlerce masum insanın brutal şekilde öldürülmesi, izleyici için artık yalnızca istatistiksel bir bilgiye dönüşme riski taşıyor. Bu bilimsel tespit, sahada gözlemlediğimiz toplumsal ruh halini de açıklıyor:

Günler haftalara uzadıkça birçok insanın Filistin’deki dramı konuşmaktan geri durmaya, gündelik yaşamına geri dönmeye başladığı belirtilmektedir. Yani “pörsüme”, tam da bu demek: Zaman geçtikçe kamuoyunun ilgisi solup arka plana düşmektedir. Bu bir bakıma insani bir savunma mekanizmasıdır; bireyler sürekli yüksek gerilim ve üzüntü haliyle yaşamak yerine normal hayatlarına dönmeye çalışırlar. Ancak sonuç itibariyle, böyle devam ederse Gazze’deki trajedi olağan görülmeye başlanacak, ilk günlerdeki o güçlü tepki yerini sessiz bir kabullenişe bırakacaktır. Bu durum sadece ahlaki bir çürüme (“yozlaşma”) tehdidi oluşturmaz, aynı zamanda zalimlerin ekmeğine yağ süren bir gelişme olur. Nitekim uzmanlar, uzayan çatışmalarda zamanın zulmeden otoritenin lehine işlediğini, çünkü kamuoyunun ilgisinin uzun süre sürdürülemeyeceğini ifade etmektedir. Gerçekten de otoriteler merhamet yorgunluğunu kendi avantajlarına kullanabilir; dünya unuttukça onlar hedeflerine dış baskı olmadan ulaşma imkânı bulurlar. Kısaca söylemek gerekirse, bir sorunun sürekli gündemde tutulmasına rağmen çözülmemesi, o sorunun toplum nazarındaki ağırlığını günden güne azaltarak adeta değersizleştirmektedir. Bu pörsüme hali, bir sonraki aşamada yozlaşma ve istismarı beraberinde getirebilir: Acıların istismarı, yani gerçek sorunu çözmek yerine ondan faydalanma çabaları ortaya çıkabilir.

Filistin meselesinde de benzer bir risk belirmektedir. Bugün dünyanın pek çok yerinde Filistin’le dayanışma adına sayısız eylem yapılıyor: Mitingler, yürüyüşler, sosyal medya kampanyaları, boykot çağrıları… Bu eylemlerin organizasyonu için milyonlarca bayrak, flama, atkı ve benzeri materyal üretiliyor; koordinasyon komiteleri kuruluyor, yazarlar, şairler, kanaat önderleri panellere davet ediliyor. Aktivistler büyük bir özveriyle zaman ve emek harcıyor, hatta para harcıyorlar. Tüm bu samimi gayretlere rağmen katliamın hız kesmeden sürmesi, dışarıdan bakıldığında trajik bir tezat oluşturuyor. Protestolar ve etkinlikler tekrarlandıkça bir ritüeledönüşme tehlikesi doğuyor; sanki her hafta sonu yapılan rutin bir faaliyet gibi mekanik bir hal alabiliyor. İnsanlar bir yandan acıyı içselleştirip kanıksarken, diğer yandan eylemlerin kendisi de sembolik tekrarlar silsilesine dönüşebiliyor. Bu kısır döngü, zulmü durdurmaya yetmediği gibi, uzun vadede Filistin davasının içini boşaltma riskini barındırıyor. Çünkü herhangi bir eylem sonuç vermedikçe, bir sonraki eyleme katılım da motivasyon da azalacaktır. Bu noktada, Filistin davasının da tıpkı Holokost sonrasında yaşandığı iddia edilen bir sürece benzer şekilde, “endüstrileşmesi” tehlikesi gündeme geliyor.

Holokost: Tarihi Bir Soykırım ve Sonuçları

Burada “Holokost Endüstrisi” kavramına değinmeden önce Holokost’un ne olduğuna kısaca bakmak gerekir. Holokost, Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Almanyası’nın Yahudilere yönelik sistematik soykırımına verilen isimdir. 1933-1945 yılları arasında Nazi rejimi, Avrupa’daki Yahudi nüfusun yaklaşık üçte ikisini planlı biçimde imha etti. Bu, sayısal olarak yaklaşık altı milyon insanın katledilmesi demektir. Elbette Holokost’un mağdurları sadece Yahudi halkıyla sınırlı değildi. Nazi ideolojisine göre “aşağı” veya “istenmeyen” görülen diğer topluluklar da benzer zulümlere maruz kaldı. Roman (Çingene) halklarıengelli bireylerkomünistlereşcinsellerJehovacı ŞahitlerPolonyalılar ve daha pek çok kesim Nazi şiddetinin hedefi oldu. Örneğin yüz binlerce Roman ve engelli, toplama kamplarında sistematik şekilde yok edildi. Yani Holokost, sadece Yahudilerin değil, genel olarak Nazi rejiminin düşman saydığı tüm grupların maruz kaldığı bir insanlık suçuydu. Bu tarihsel vakıada ölen toplam insan sayısı tam olarak tespit edilemese de çeşitli kaynaklar toplamda 11 milyona yakın insanın (Yahudi ve Yahudi olmayan) hayatını kaybettiğini belirtmektedir. Sonuç itibariyle Holokost, modern tarihin en büyük toplu kıyımı olarak insanlığın ortak hafızasına kazındı.

Holokost’un nedenleri ve özellikle de sonrası, tarihçiler ve siyaset bilimciler tarafından çokça tartışılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Nazi vahşeti ortaya çıkınca, dünya kamuoyunda Yahudilere karşı büyük bir sempati ve vicdani destek dalgası yükselmiştir. Avrupa’da soykırımdan kurtulan on binlerce Yahudi mülteci ortada kalmıştı ve uluslararası toplum bu trajediye bir çözüm arayışı içindeydi. Bu atmosferde, Yahudi halkının güvenli bir vatan sahibi olması gerektiği düşüncesi güçlü destek bulmaya başladı. Nitekim genel kabul gören değerlendirmeye göre, Holokost felaketi, 1948’de İsrail devletinin kurulmasına giden süreçte önemli bir rol oynamıştır. Savaş sonrası oluşan suçluluk duygusu ve Yahudilere duyulan acıma hissi, Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin tesis edilmesi fikrine uluslararası arenada zemin hazırlamıştır. Birleşmiş Milletler’in 1947 tarihli taksim planı ve ardından İsrail’in kuruluşu, Holokost’un yarattığı bu psikolojik ve politik zeminden bağımsız düşünülemez. Elbette, İsrail devletinin kuruluşunda tek etken Holokost değildi; Siyonist hareketin uzun yıllara dayanan çalışmaları ve büyük güçlerin Orta Doğu politikaları da belirleyici oldu. Ancak yine de Holokost’un sağladığı manevi sermaye ve siyasi kredi olmaksızın bu kadar kısa sürede uluslararası meşruiyet kazanmak İsrail için çok daha zor olurdu.

“Holokost Endüstrisi” Kavramı: Acıların İstismarı

Holokost sonrası döneme ilişkin en tartışmalı konulardan biri, bu büyük trajedinin ardından yaşanan mağduriyetin maddi-manevi yönlerden nasıl kullanıldığı meselesidir. Bu bağlamda Amerikalı siyaset bilimci Norman G. Finkelstein’ın ortaya attığı “Holokost Endüstrisi” kavramı büyük yankı uyandırmıştır. Kendisi de Yahudi kökenli bir akademisyen olan Finkelstein, 2000 yılında yayımladığı The Holocaust Industry: Reflections on the Exploitation of Jewish Suffering (Holokost Endüstrisi: Yahudi Acılarının İstismarı) adlı kitabında, Yahudilerin Holokost sırasında maruz kaldığı tarifsiz trajedinin İsrail devleti ve bazı Amerikan Yahudi elitleri tarafından yıllar içinde çıkar amaçlı sömürüldüğünü öne sürmüştür. Finkelstein’a göre, Nazilerin Yahudilere uyguladığı soykırımın anısı, özellikle 1960’lardan sonra sistematik biçimde politik ve mali kazançlar elde etmek için kullanılmaya başlanmıştır. İsrail, dünya kamuoyunun Holokost nedeniyle Yahudilere duyduğu hassasiyeti ve vicdani krediyi, kendi yürüttüğü politikaları meşrulaştırmak için bir araç haline getirmiştir. Örneğin İsrail’in Filistinlilere yönelik uzun süredir devam eden baskıcı ve ayrımcı uygulamaları, Holokost’un hatırlatılması sayesinde uluslararası eleştiriden bir nebze muaf tutulmaya çalışılmıştır. Aynı şekilde, özellikle ABD’de faaliyet gösteren bazı güçlü Yahudi kuruluşlarının, Holokost’tan zarar görenlerin adına çeşitli tazminatlar talep ederken bu süreçte elde edilen fonları amaç dışı veya haksız biçimde kullandığı iddiaları da Finkelstein’ın kitabında yer alır.

Finkelstein, kitabının bölümlerine manidar başlıklar atmıştır: “Holokost’u Sermayeye Çevirmek”“Sahtekârlar, Tüccarlar ve Tarih”“Çifte Vurgun”. Bu başlıklar, Holokost anısının nasıl ticari ve siyasi bir sermayeye dönüştürüldüğüne dair çarpıcı bir eleştiridir. Yazar, özellikle 1990’lı yıllarda İsviçre bankalarındaki Yahudi hesapları ve sigorta tazminatları konusunda yürütülen kampanyaları, Holokost’un mağdurlarının acılarından çok, bazı örgütlerin ve avukatların zenginleşmesine yarayan bir “vurgun” olarak nitelendirmiştir. Ona göre gerçek Holokost mağdurlarının birçoğu sefalet içinde yaşamaya devam ederken, “Holokost endüstrisi” etrafında dönen davalar ve kampanyalar sonucunda toplanan büyük meblağlar başka yerlere gitmiştir.

Elbette Finkelstein’ın bu tezleri son derece sert tartışmalara yol açmıştır. Kitap, yayımlandığı dönemde dünya çapında büyük ses getirmiş; kimileri tarafından cesur bir hakikat itirafı olarak alkışlanırken kimileri tarafından antisemitik bir komplo teorisi olarak lanetlenmiştir. Finkelstein, kendi ailesinin de Holokost’ta Nazi kamplarında yok edildiğini, dolayısıyla kimseye nefret beslemediğini ancak acılar üzerinden siyasi/iktisadi menfaat devşirilmesine karşı durmak zorunda hissettiğini belirtmiştir. Yine de bu duruşun bedelleri ağır olmuştur: Kitabın yayınlanmasının ardından Finkelstein akademik camiada dışlanmaya başlanmış, çalıştığı üniversitedeki işini kaybetmiş ve adeta kariyerini riske atarak bir nevi sürgün hayatı yaşamıştır. Hatta İsrail hükümeti, Finkelstein’ı “istenmeyen adam” ilan ederek Filistin topraklarına girişini yasaklamıştır. Tüm bunlar, Holokost konusunun ne denli hassas fakat aynı zamanda politik bir mahiyet kazandığının işaretleridir.

Holokost Endüstrisi kavramının ima ettiği gerçek, insanlık için rahatsız edicidir: Tarihte eşi benzeri az görülmüş bu trajedi, bazı çevrelerce sinsi bir amaca hizmet etmek üzere araçsallaştırılmıştır. Gerçekten de eğer bir “acı endüstrisi” kurulmuşsa, burada ahlaki bir sorun var demektir. Zira trajedilerden ders almak, kurbanların anısını saygıyla yaşatmak yerine; trajedileri bir güç ve kazanç mekanizmasına dönüştürmekahlaki bir çürümeye işaret eder. Bu süreç, aynı zamanda Holokost’un anısında bir pörsümeye de yol açmıştır denebilir. Çünkü yıllar içinde her fırsatta politik çıkarlara alet edilen Holokost söylemi, birçok insanın gözünde samimiyetini yitirmiş, adeta banalleşmiştir. Sürekli tekrarlanan anma törenleri, tazminat davaları, siyasi konuşmalar bir yandan haklı bir soykırımı unutturmama çabası iken, diğer yandan “Holokost yorgunluğu”denilebilecek bir bıkkınlığa da neden olmuştur. Nitekim bazı tarihçiler, Holokost’un hatırasının aşırı siyasileştirilmesinin anının bayağılaşması (trivialization) riskini doğurduğunu belirtir. Yani Holokost Endüstrisi, bir yandan Siyonist hareketin uzun vadeli amaçlarına (İsrail’in kurulması, güçlendirilmesi, politikalarının savunulması) hizmet ederken diğer yandan da insani bir trajedinin içinin boşalmasına, yozlaşmasına yol açmıştır. Bu ikili etki, Finkelstein’ın ifadesiyle bir “çifte vurgun” durumudur: Hem maddi-manevi kazanç sağlama hem de tarihin en büyük acılarından birinin ahlaki ağırlığını zedeleme.

Filistin Davası ve “Filistin Endüstrisi” İhtimali

Holokost endüstrisi kavramını detaylandırmamızın sebebi, benzer bir tehlikenin Filistin davası için de gündeme gelebilmesidir. Günümüzde Filistin meselesi, hiç şüphesiz tüm İslam dünyasının ve aslında tüm insanlığın yüreğinde derin bir yara. İsrail-Filistin sorunu sadece Filistinlileri değil, bölgedeki ve dünyadaki birçok ülkenin siyasi hesaplarını doğrudan etkileyen merkezi bir sorun haline gelmiştir. Ortadoğu’daki devletler başta olmak üzere, küresel güçler bu soruna ilişkin çeşitli stratejiler geliştirmekte, planlar yapmakta, kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışmaktadır. Bu bakımdan Filistin meselesi bir yönüyle uluslararası siyaset arenasında araçsallaştırılmaya açık bir konu olagelmiştir.

Özellikle İslam ülkelerinde Filistin davası uzun yıllardır halkın ortak hassasiyeti olarak canlı tutulmuştur. Sokağın nabzına baktığımızda, herhangi bir Ortadoğu veya İslam ülkesinde Filistin lehine büyük bir kamuoyu desteği görmek şaşırtıcı değildir. Bu durum, ilgili ülkelerin yönetimleri tarafından da bilinmekte ve çoğu zaman iç politikada meşruiyet devşirmek için kullanılmaktadır. Bazı hükümetler, kendi halklarının Filistin konusundaki duygularını kontrol altında tutmak veya yönlendirmek amacıyla dönem dönem sert İsrail karşıtı söylemlere başvururlar. Ancak perde arkasında aynı hükümetlerin İsrail’le ekonomik veya diplomatik çıkar ilişkileri de bulunabilir. Bu ikircikli tutum, yakın zamanda “Filistin Endüstrisi” terimiyle eleştirilir olmuştur. Nitekim bazı yorumcular, birçok Müslüman ülke liderinin aslında Filistin davasını iç siyasette bir oyun aracı haline getirdiğini, bir yandan İsrail’le gizli/açık ilişkiler yürütürken diğer yandan Filistin’in acısını retorik malzeme yaparak kendi halkını oyaladığını ifade etmektedir. Bu bakış açısına göre şekillenen Filistin Endüstrisi, tıpkı Holokost endüstrisinde olduğu gibi, acıların istismar edilmesi üzerine kuruludur: Filistinli mazlumların çektiği acı, mağduriyet edebiyatı yoluyla sürekli gündemde tutulur, kitlelerin öfkesi bu yolla kontrol edilir ama somut çözümler üretmek yönünde gerçek adımlar atılmaz.

Örneğin Ortadoğu’da geçmişte kimi rejimler (Irak’ın eski Baas rejimi, Libya, vs.), Filistin davasını kendi bölgesel liderlik iddialarına kalkan yapmışlardır. Bir yandan İsrail’i lanetleyip Filistin için mücadele çağrıları yaparken, öbür yandan içerdeki baskıcı politikalarını gizlemek ya da bölgesel rakiplerine karşı halk desteğini konsolide etmek için Filistin meselesini kullanmışlardır. Günümüzde de benzer şekilde, İran, Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır gibi bölgesel aktörlerin her birinin Filistin meselesine yaklaşımı kendi jeopolitik ajandalarıyla bağlantılıdır. İran, İsrail karşıtlığını ideolojik dış politikasının merkezine koyarak nüfuz kazanmaya çalışır ve Filistin direniş gruplarına destek verirken, bazı diğer ülkeler İsrail’le normalleşme anlaşmaları yapıp perde önünde Filistin’e ağıt yakmaktadır. Bu çelişkili durumlar neticesinde, Filistin davası etrafında adeta bir çıkar ağı oluşmaktadır. Filistinlilerin çektiği gerçek acı ise bu güç oyunlarında bir araç konumuna indirgenmektedir ki, bu son derece rahatsız edici bir tablodur.

Bir “Filistin Endüstrisi” oluştuğunu söylemek belki henüz erken, fakat emareler ciddiye alınmalıdır. Bugün Filistin davası etrafında biriken muazzam bir sivil toplum enerjisi, uluslararası fonlar, medya ilgisi vs. söz konusudur. Dünyanın dört bir yanındaki yardım kuruluşları, sivil toplum örgütleri Filistin’e destek kampanyaları düzenlemekte, önemli miktarda bağış toplamaktadır. Bu elbette insani dayanışma adına takdire şayandır. Ancak burada da dikkat edilmesi gereken husus, bu kaynakların ve enerjinin ne derece amaca hizmet ettiği meselesidir. Eğer yıllar geçmesine rağmen Filistin’deki zulüm sona ermiyor, aksine daha da pervasızlaşıyorsa; toplanan onca yardım, yapılan onca girişim gerçek bir siyasi çözüme dönüşemiyorsa, sistemde bir sorun var demektir. Örneğin bazı uzmanlar, yıllardır devam eden barış görüşmeleri sürecinin de bir tür “endüstri” haline geldiğini, sayısız konferans, toplantı, diplomat ve uzmanın sürece dahil olduğunu ama somut bir ilerleme kaydedilmediğini vurgular. Hatta alaycı bir yaklaşımla “Barış Süreci Endüstrisi” diye anılan bu döngü, bir sorunu çözmekten ziyade onun idaresini ve düşük yoğunlukta devamını mümkün kılar. Filistin Endüstrisi de benzer şekilde, davanın çözümünden ziyade sürüncemede kalmasına hizmet eden bir yapıya dönüşebilir.

Burada sorulması gereken kritik soru şudur: “Oluşmakta olan bir Filistin Endüstrisi, acaba kimin işine yarar ve hangi sorunu çözer?” Bu sorunun cevabı, maalesef belirsiz ve karanlıktır. Filistin davasının bir endüstriye dönüşmesi halinde bundan en kazançlı çıkacaklar, büyük ihtimalle gerçek bedel ödemeyen aracılar olacaktır: Politikacılar, arka planda İsrail’le çıkar ilişkisini yürüten ikiyüzlü liderler, belki çatışmanın devamından beslenen silah tüccarları veya sürekli yardım toplayan ama hesap verilebilirliği tartışmalı bazı organizasyonlar… Mazlum Filistin halkı ise yine mazlum konumunda kalmaya devam edecektir. Kısacası, böyle bir endüstriyel döngü Filistinlilerin yarasına merhem olmayacağı gibi, haklı davalarını da zamanla gölgeleyebilir. Daha da kötüsü, yıllar içinde insanlar Filistin dendiğinde sadece bitmeyen bir sorunu ve ona dair bitmek bilmeyen laf kalabalığını hatırlamaya başlayabilirler. İşte bu, Filistin davasının pörsümesi ve yozlaşması anlamına gelir ki, en büyük tehlike budur.

 

Sonuç: Bütüncül ve Kararlı Bir Yaklaşımın Zorunluluğu

Filistin meselesi, elbette ki dünyanın ve özelde İslam âleminin yegâne meselesi değildir. Ancak sembolik ve stratejik ağırlığı itibariyle çok kritik bir düğüm noktasıdır. Bu mesele çözülmeden Ortadoğu’ya barış gelmeyeceği gibi, uluslararası sistemde de çifte standartlar ve adalet tartışmaları bitmeyecektir. Dolayısıyla Filistin’deki zulmün durdurulması ve adil bir barışın tesis edilmesi insanlık adına ertelenemez bir ödevdir. Ne var ki bu hedefe ulaşmak için mevcut yöntem ve yaklaşımların gözden geçirilmesi gerekiyor.

Öncelikle, bütüncül bir perspektif şart. Filistin sorununu tekil ve izole bir vaka olarak ele almak yerine, dünyanın diğer adaletsizlikleriyle bağlantılı biçimde görmek gerekir. Bugün Filistin’de olanlar, küresel güç dengelerinin, emperyalizm mirasının, sömürgeciliğin ve jeopolitik çıkar oyunlarının bir yansımasıdır. Dolayısıyla, benzer haksızlıklar Yemen’de, Suriye’de, Doğu Türkistan’da, Myanmar’da veya başka yerlerde de tezahür etmektedir. İslam dünyası ve genel olarak adalet yanlısı kesimler, sadece Filistin’e odaklanıp diğerlerini göz ardı ederse, ahlaki tutarlılıklarını da yitirirler. Topyekûn bir adalet ve insan hakları söylemi geliştirilmelidir ki Filistin davası da bunun içinde hak ettiği onurlu yeri alsın.

İkinci olarak, uzun soluklu ve derinlikli bir stratejiye ihtiyaç var. Günlük reflekslerle yapılan protestolar elbette değerlidir ama yeterli değildir. Filistin için gerçekten çözüm üretebilmek adına, uluslararası hukuk zemininde sistemli bir mücadele, diplomatik baskı mekanizmalarının sürekli işlemesi, belki ekonomik yaptırımların organize edilmesi gereklidir. İslam İşbirliği Teşkilatı gibi platFormlar söylemden öteye geçip somut yaptırım kararları alabilmelidir. Müslüman ülkeler ortak bir sesle hareket edebilmeli, kendi aralarındaki ihtilafları bir kenara bırakarak Filistin konusunda samimi ve birleşik bir cephe oluşturabilmelidir. Ne yazık ki bugüne dek bu birliktelik sağlanamadı; 57 İslam ülkesinin pek çoğu, yukarıda bahsettiğimiz Filistin Endüstrisiçarkı içinde, kendi halkını aldatmayı tercih etti. Bu gidişatın değişmesi, Filistin için olduğu kadar İslam dünyasının kendi onuru için de elzemdir. Aksi halde, sadece Filistin değil, İslam dünyasının kendisi de her platFormda itibar kaybetmeye devam edecektir.

Son olarak, mağduriyetin istismarına karşı uyanık olmak gerekiyor. Filistin davası kutsal bir emanet gibidir; nasıl ki Holokost’un hatırası insanlığın ortak vicdanına aittir ve onun istismarı ahlaken kabul edilemezse, Filistin halkının acıları da asla istismar aracı kılınmamalıdır. Filistin için çalıştığını söyleyen herkes –ister lider ister aktivist ister sivil toplum kuruluşu olsun– hesap verebilir, şeffaf ve çözüm odaklıolmalıdır. Amaç üzüm yemek mi bağcıyı dövmek mi, bunun ayrımı iyi yapılmalıdır. Eğer gerçekten amaç Filistin halkının özgürlüğü ve adalete kavuşması ise, bu amaca hizmet etmeyen her türlü söylem ve eylem terk edilmelidir. Semboller, sloganlar, törenler elbette önemli; fakat bunlar uğruna öz ikinci plana itilmemelidir.

Unutulmamalıdır ki, tarihte büyük trajedilerden anlamlı dersler çıkaran toplumlar, o acıları bir daha yaşatmamak için gerekli dönüşümleri yapabilenlerdir. Holokost, doğru okunduğunda insanlığa zulmün ve ırkçılığın karanlık sonuçlarını hatırlatıp bir daha asla tekrarlanmaması için uyarı olmalıdır – herhangi bir ulusun dokunulmazlık zırhı haline getirilmemelidir. Filistin’in trajedisi de benzer şekilde, bir halkın özgürlük ve onur mücadelesi olarak görülüp gerçekten adil bir çözüme kavuşturulmalıdır – asla güç oyunlarının piyonu yapılmamalıdır. Eğer bizler bu bilinçle hareket edersek ne Holokost’tan bir endüstri türetilebilir ne de Filistin davası pörsütülüp değersizleştirilebilir. Aksine, bu acılar bizleri birleştiren ve harekete geçiren ahlaki motivasyonlar olur.

Sonuç olarak, Filistin’de devam eden katliamı durdurmak ve kalıcı barışı sağlamak için vakit kaybetmeden etkili adımlar atmak şarttır. Bu adımlar atılırken de geçmiş deneyimlerden ders alınmalı, acıların istismarına ve vicdan yorgunluğuna karşı uyanık olunmalıdır. Bir “Filistin Endüstrisi” oluşmasına mahal vermeden, Filistin davasını gerçekten hakkaniyetle sonuçlandırmak mümkündür. Yeter ki dünya, özellikle de İslam dünyası, samimi bir duruş sergileyebilsin. Aksi halde, tarih önünde hem mazlumlara karşı görevimizi yapmamış hem de kendi değerlerimize ihanet etmiş olacağız. İnsanlığın vicdanı bunu kaldıramaz. Filistin için adalet sağlanana dek, ama gerçekten sonuç alıcı yöntemlerle, kararlılıkla mücadele etmek tüm erdemli insanların ortak sorumluluğudur. Böylece ne Holokost’taki gibi bir endüstrileşme tuzağına düşeriz, ne de Filistin davasının ruhu pörsüyüp söner. İnsanlık, acılar üzerinden değil; acıları dindirerek yükselebilir. Bu bilinçle hareket edildiğinde, Filistin de özgürlüğüne kavuşacak, mazlumların ahı nihayet dinecektir.

Kaynaklar:

  • Gizem A. Arıkan Akçay. “Norman G. Finkelstein, Holokost Endüstrisi: Yahudi Acılarının İstismarı.”Ortadoğu ve Göç Dergisi 14(2), 2024.
  • Dana Hourany. “Compassion Fatigue in the war on Gaza.” NOW Lebanon, 01.12.2023.
  • Arash Javanbakht. “Violent and Disturbing War Images Can Stir Deep Emotions.” Psychology Today, 22.11.2023 .

Yazının orjinali için bakınız:https://www.posttruthdergi.com/holokost-filistin-ve-porsume-tragedilerin-endustrilesmesi/?sfnsn=scwspwa

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!