Dilsizlestirme Devrimi -dil adina dili tahrif ve tahrip ettiler-

Dil devrimi üzerinden 90 yil geçti. Neredeyse bir yüzyil...
Dilsizlestirme Devrimi -dil adina dili tahrif ve tahrip ettiler-
Necmettin EVCİ
Necmettin EVCİ
Eklenme Tarihi : 18.10.2022
Okunma Sayısı : 425

Dil devrimi üzerinden 90 yil geçti. Neredeyse bir yüzyil. Bu bir asirda dili degistirmek, dönüstürmek, baskalastirmak için çok çaba gösterildi. Kelimeler, anlamlar üzerinde hoyratça, sorumsuzca, saygisizca oynandi. Tabir caizse harfler, kelimeler, sesler, sözler üzerinde saygisizca, suursuzca tepinip duruldu. Ifadeler, deyisler bozuldu. Dili ritminden, sarkisindan, estetiginden, ruhundan, manasindan, maneviyatindan uzaklastirip, lafzi, manasi veya manasizligi ile yeni bir dil icat etmeye çalistilar. Üstelik bunu dili güzellestirmek, özgürlestirmek, aritmak adina yaptilar. Bu yüz yil içinde dile, dil üzerinden hayata, hakikate karsi tahammülü zor zulümler edildi.

Dil Devrimi! Söylenisi bile ürpertiyor. Devirilen, devirilmek için çaba gösterilen masadaki herhangi bir esya, sehpadaki çiçek, tezgâhtaki bardak, bir canli, bir bina, bir kurum hatta devlet degil. Böyle olsaydi bunlari ‘çamlar devirmek’ kabilinden faillerinin kabaligina, anlayissizligina verip geçilirdi. Ne ki, dili devirmeye cüret etmek, bir milletin tarih içinde süzülerek, arinarak, eklenerek, ayrisarak, birleserek, toplasarak, akarak, cosarak olusan aklini, duygusunu, dimagini, tasavvurunu, her seyini degistirmeye kalkismak demektir; geçmisini, gelecegini, dünyasini devirmeye yeltenmek demektir. Bu nasil olur, bu mümkün müdür? Bu kudrette insan, bu kudrette sistem var midir, olmus mudur? Bu ölçü ve boyutta insan ve hayati degistirme hakki ve cesareti bir çesit tanrilik iddiasina tekabül etmez mi? Çünkü dil, tanri yaratisi ve vergisidir.

Dil bütün zamanlari, varligi içine çeker. Varligi elinden tutup kaldirir; besler, büyütür. Varlikla, hayatla canli kalir; varliga, hayata canlilik verir. Dil varligin ana unsurudur. Hepimizin üstünde, yükseginde bir olus ve isleyisle var olur, zenginlesir. Zenginlestikçe hayat güzellesir, hayat güzellestikçe dil zenginlesir. Akil büyür, hayal büyür. Dil ve varlik birbirine bagli büyür, gelisir. Cansiz bir hayatin canli bir dili olmaz. Dimag ve düsünce gelisirse dil de gelisir. Dili zenginlestirmek, güçlü kilmak isteyenler hayati, varligi zenginlestirmeli, güçlü kilmalidir. Evet dil sadece konusulmaz, yasanir. Hayatin anlasilan, anlasilmayan, bilinen bilinmeyen bütün kodlamalari, bütün karsiliklari dille var olur, dilde var olur. Severken, ümit ederken, hissederken, konusurken, susarken, alirken, verirken hep dili yasarsiniz.

Dil irmagini kurutanlar hayati kuruturlar. Bu anlamda dil devrimi hayati, varligi gelistirmek, genisletmek için yapiliyorsa bu o dilin imkânlarini çogaltmakla, yaymakla mümkün olur. Bu da ‘dili devirmek’ veya faillerinin yorumuyla ‘dilde devrim’ gibi korkunç manasizlikla degil, onu daha derinlikli anlamakla olur. Dili anlama ve yasama derinliginizle hayatinizi anlamli, önemli hale getirirsiniz. Bunun da en tartismasiz usulü okumak, yazmak, konusmak; siir, hikâye, roman, deneme ve diger tür ve becerileri de ihtiva eden edebiyat eserleri vücuda getirmekle mümkündür. Ama bizde dil devrimi yaptiklarini söyleyenler, bu niyet ve iddialarla ortaya çikmamislardir. Sokak diline dönüs diye özetlenecek söylemlerinin dayanaklari böyle bir iddiayi geçerli kilmaya zaten müsait degildir.

Dönemin keskinlesen uluslasma rüzgârini da arkalarina alarak veya o rüzgâra kapilarak dilimizi yabanci kelimelerden aritma yalan, gaflet (yoksa ihanet mi demeliydim?) ve zorlamasiyla dilde büyük bir tasfiyeye girismislerdir. Böyle diyorum, çünkü bin yildir benimle var olan, beni var eden kelime ‘yabanci’ ve fakat hiç kimsenin anlamini bilmedigi kelime ‘yerli’ veya ‘millî’ öyle mi? Dogrusu faillerinin fikrî seviye ve samimiyetlerine yakisan bir zekâ tezahürü. Hele bir de bu bin yildir kullanilan yabanci kelime yerine Fransizca’dan alinip dilimize yamalanip, yapistirilan kelimeler var ki, evlere senlik. Dilde öze dönmeciler yani öztürkçeciler dil evimizin kapilarini batili dillere özellikle de Fransizcaya ardina kadar açmislardir. (Yeri gelmisken söyleyeyim: Bin yildir bu millet öz Türkçe konusmaktadir. Türkçenin özü de imandir, Islâm’dir, medeniyetimizdir.) Bu sözüm ona Türkçeci kesilen kesimin ilk marifeti, Fransiz pozitivizminin, pozitif jakobenlige dayali laik sekülerizmin dine, kültüre, tarihe mesafeli hatta düsman ulusalciligidir. Isin tuhafi bunu çagdaslasma, modernlesme ve ilerleme adina yapmislardir. Onlarin ilerlemeden anladiklari da bu bos benliklerle hayran olduklari Batiya hususen Fransa’ya kayitsiz kosulsuz teslim olmaktir. Bunlarin özgürlükten anladiklari, Avrupa’ya köleliktir. Bu büyülenme içinde kendini yitirenler elbette inandirici da olamayacaklar, uzun erimde amaçlarina da ulasamayacaklardir.

Zamaninin ulusalci, irkçi milliyetçi akimlarinin etkisinde kalanlar dilimize girmis Arapça ve Farsça kelimeleri sözlüklerden çikarmak, dilimizden söküp atmak gibi manasiz, mesnetsiz operasyonlarla dil agacinin kökünü kurutmaya, dallarini kesmeye, kirmaya çalismislardir. Dünyanin hemen hiçbir yerinde uluslasma hareketleri kültür üzerinde bu kadar kiyici, yikici olmamistir. Hatta hemen hiçbir ülke diline bu ölçüde kör ve sagir kalma bedbahtligi içine düsmemistir. Bu ufunet, bu yozlasma ancak beter bir asagilik kompleksiyle, kendinden nefret etmekle açiga çikan seref ve haysiyet yoksunluguyla açiklanabilir.  

Ülke yönetimleri, haritalar degismis, ama dil veya diller, tarih içinde kâh daralarak, kâh açilip serpilerek gelismesini sürdürmüs; akis içinde yeni yapilar olusmustur. Tarihî bir olgu olarak neset eden dil yapilari kültürden, kültürel yapilar dilden bagimsiz olmamistir. Hâkimiyetlerini çok dilli, çok kültürlü cografyalar üzerinde tesis eden imparatorluklarin dagilmasi ile yerel diller, temel iletisim ve anlasma unsuru olarak tebarüz etmis, bir ölçüde edebiyat, felsefe, siyaset gibi üst kurumlari da etkilemistir. Böyle olmakla beraber büyük kitlelerin dili daha çok gündelik hayatta ve dilin çarsi pazarda sokakta konusulan en asagi katinda canlilik kazanmis ama hiçbir toplumda üst yapinin dili olmamis, olamamistir. Olmasina da imkân yoktur. Çünkü sanat, ilahiyat, hukuk, siyaset, edebiyat gibi milletlerin karakter ve kimligini olusturan kültür unsurlari, dagarcigi üç yüz, bes yüz kelimeyle sinirli bir dille var olamaz, varligini sürdüremezler. O nedenle yeni biçimlenmelerle olusan diller, ihtiyaç duymak zorunda kaldiklari daha genis tasavvurlar, idrakler için imparatorluk dilinin köklü, genis anlam dünyasindan yararlanir, yararlanmak mecburiyetindedir. Birbirinden ayri da gözükseler, Roma’nin dagilmasindan sonra feodal dönemden baslayarak en son modern ulus devletlere kadar kendi dünyalarinda var olan toplumlarin dilleri, bir sekilde Latinceyle irtibatlidir. Bugün bütün bati dilleri içinde kökleri Latinceye dayanan binlerce kelime vardir. Hatta yasayan karsiliklariyla kullanilan bu kelimeler, o dillerin omurgasini olusturur. O kelimeler çekilip alinsa, ortada ne Fransizca, ne Italyanca, Ingilizce ve Almanca kalir.

Dilin etkisi sadece kaynak dille degil, yakin, komsu kültür ve medeniyetlerle, uzak yakin milletlerin dilleriyle de iliskilidir. O iliski hayatin, tarihin, kültürün isleyisiyle saglanir. Bu anlamda bütün diller baska dili, dilleri de besler. Bilginin, kültürün coskulu, gümrah kaynaklarinin basinda, farkliliklarin birbiriyle iliskisi geliyorsa bundan daha dogru, daha dogal bir münasebet olamaz. Var olusun yasasidir bu. Kendilerini varlik içinde anlamlandiranlar, asgari nispette bu yasaya saygili olmak durumundadir. Baska çare ve ihtimal de yoktur. Dilin varlik ve hayatla içkin isleyen yasasina saygili olmayanlar, kendilerine degersiz bir konum takdir etmis olurlar.

Avrupa’da ‘uluslasma’, ideolojiye evirilen kirilmalarla gerçeklesmis olsa da, diyalektik olusum içinde kabul edecekleri bir vasatta anlasma saglandi.  En baskici, rejimlerde bile dil degisen yenidünya ve toplumun ihtiyaci olan kavram ve kelimeleri bünyesine katarak yoluna devam etmistir. Dilin varlikla, varligin dille iç içe olmasi bir yönüyle tam da bu durumu izah eder. Bizde dil devrimini yapanlar, savaslardan perisan, bitap düsmüs halkin bu çaresiz, çikissiz durumunu da firsat bilerek, insanimizin hususen düsünen insanimizin dilini baglayarak onu kültüründen kopartacaklarini sanmislardir. Esasen bu failleri cihetinden bütünüyle yanlis bir hesap da sayilmaz. Ne ki onca çabaya, sagirlastirmaya, körlestirmeye ragmen hedeflenen neticeye gidilememis olmasinda, hem yapilanin varligin ve dilin isleyisine ters olmasinin hem de bu kadrolarin cahilden daha cahil, bilgisiz düsüncesizliklerinin payi az degildir.

Eger dilde devrim yapilacaksa bunu yapanlar devirdikleri dünyanin daha fevkinde edebiyat eserleri ortaya koyma yolunu seçmeliydiler. Degilse kendileriyle beraber milletin asagiya düsmesine öncülük yapmis olurlar. Nitekim en az bir asri askin zamandir düstügümüz yerden kalkmaya çalisiyoruz. Yoksa bu millet, Fuzuli’ye, Baki’ye, Nedim’e, Yahya Kemal’e, Ahmet Hamdi’ye kadar bidayetten nihayete seyreden birbirinden naif, birbirinden güzel, güzide sanatçi düsünürlerimizin müstesna kiymette eserlerine onlarin pasa gönülleri istedi diye kötü diyecek degildi. Dante yazdiklari ile nasil Italyancayi,  Shakspeare Ingilizceyi temellendirdi ise diger yandan meselâ Dostoyevski yazdiklari ile romanda, Goethe, Rimbaud siirde bir devrim yaptilar ise, dilde devrim yapmak, duyguda, düsüncede, estetikte, anlayista bir devrim yapmakla olur. Ama bunun yolu asla eline sopa alip totaliter siddetle bin yildir ecdadimin konusup yazdigi kelimeleri yasaklamak degildir. Bu isler bir hezeyan haliyle emir kulunuz sandiginiz halka askeri bir mantikla talimat vermekle olmaz: ‘Yürüyüs karari sayilacak say..’ der gibi ‘Dilimizi degistirecegiz, degistir..’ demekle olmuyor. Buna senin de kimsenin de gücü yetmez. Ne var ki, heybede bir sey olmayinca bir türlü aidiyet bagiyla dâhil olmayi basaramadigi topluma da yeni degerler kazandirmanin zevkinden mahrum kaldilar. Bu mahrumiyetin farkinda olamadiklari, olmak da istemedikleri için kaybettiklerinin de, kaybettirdiklerinin de acisini da duyamadilar. Ne ruhlari ne benlikleri, aci duyacak kivamda bir erdeme sahip gözükmüyordu. Onun için süphesiz muhtevayi da etkileyen sekli dayatmalara ragmen ruhumuzun da duygumuzun da temellerini oynatmaya güçleri yetmedi. 

1932’de 26 Eylül-5 Ekim arasinda birincisi yapilan Türk Dili Kurultayi ile baslayan devrim, kiyafet, sapka, takvim, rakamlar, tatil günlerinin düzenlenmesi ve en korkuncu harf inkilâbindan bagimsiz düsünülemez. Bütün bunlar bir milleti tepeden tirnaga degistirmeyi bastan beri hesaplanarak tertip edilmis, zamani gelince sirayla ve birbiriyle baglantili olarak yapilmis devrimlerdir. Bana sorarsaniz dil devriminin baslangici ve en öldürücü darbesi harf inkilâbidir. Bu hamleyle birlikte dil devrimi okuma yazma bilen insanlari bile yazi karsisinda kör ve sagir hale getirmistir. Mete Tunçay, içine itildigimiz karanligi söyle özetler: “Alfabe degistirmek, bir kusak içinde o zamana kadar yazilmis bütün yapitlari okunmaz/ anlasilmaz hale sokmustur.”(1)

*

Dil hareketleri ve bizdeki özel karsiligiyla dil devrimiyle iliskilendirilen uluslasma hareketinin mantigini kisaca irdelemeyi yararli görüyorum: Uluslasma süreci standartlasmayi ve buna bagli olarak duyarsizligi getirdi. Standart duyarsizlik veya duyarsiz standartlar, insanin anlam dünyasiyla birlikte kültürü yok etti. Kuskusuz bu tahribat daha çok dilde kelimeleri yok etmeye dayali tasfiye hareketiyle gerçeklesti. Var olusunu ne oldugu ile degil ne olmadigiyla, kim olduguyla degil kim olmadigiyla izah eden ulusçuluk diger milletleri (veya halklari, uluslari) ötekilestirerek yok saymaya yöneldi. Kendi kapali dünyasina çekilen uluslar baskasini yok edilmesi gereken düsman olarak gördüler. Ulus devletler, kendi iktisat, kültür ve toplum politikalarini, ötekini düsmanlastiran hatta seytanlastiran ideolojik programla planladilar. Oysa fazla degil daha yüz yil önce ulus olma macerasina koyulan bu düsman halklar, bir ümmet veya topluluk olarak birlikte yasiyorlardi. Kaygilari, korkulari, anlayislari, zevkleri, tarzlari neredeyse ayniydi. Asgari müstereklerin ideali, en üst deger olarak onlari bir ortak ve üst kimligin semsiyesi altinda bir arada tutuyordu. Karakterini, kimligini öteki olmamakla hatta ötekine düsman olmakla edinen uluslar, tek tipçi resmî kültür ve egitim politikalari ile yetistirildiler. Iste burada en temel islevi görecek araç, dil olacakti. Bu sebeple mensei baska kültür ve dillere üstelik düsmanlastirilmis ötekine ait kelimeler, hayattan sürgün edilmeli, yasaklanmaliydi. Iyi, kötü, güzel, çirkin, bundan böyle siyasal sinirlar içinde ideolojik karakteri baskin kimliklerin resmî politikalarca belirlenip benimsetilmis begenilerine göre tanimlanacakti. Bize ait hiçbir seyde onlarin izi olmamaliydi. Ona ait hiçbir sey hayatima girmemeliydi. Bu mantikla dilin de diger etki ve karisimlardan arinmasi gerekiyordu. Iste facia bu noktada daha görünür, hissedilir oldu. Dil ona mi aitti? Oysa dil genis, zengin kültürel iliskilerle olusan bir tasavvurdu.

Ulusalci bahanelerle ve anlamsiz düsmanliklarla dil ve kelimeler pesinde baslayan sürek avi, hem bir kültürsüzlügün sonucudur hem de kültürsüzlük ortaya çikarmistir. Esasen sevgi yerine nefreti, birlikte olmak yerine ayrilmayi, hisim olmak yerine hasim olmayi, yasatmak yerine öldürmeyi, var etmek yerine yok etmeyi seçen kati, kaba yapi(lanma)nin kültürsüzlügü seçmesine sasmamalidir. Sasmamali ama bir kelimenin dilimizden çikarilmasinin sadece lügatten bir kelimenin eksilmesi veya atilmasi anlamina gelmedigini bilmek insani kahrediyor. O kelimeyle birlikte yüzyillar belki binyillar boyu hayatimizda, kolektif bilinçaltimizda, millet suurunda, his dünyamizda, hafizamizda yer etmis anilar, baglanislar, duygular, sesler, deyisler, tarzlar, incelikler, estetikler, kokular, nefesler, her sey yok olup gider. Türk diline emek vermis bir ara Millî Egitim Bakanligi da yapmis Tahsin Banguoglu, dilin hakikatini müdrik bir sahsiyet olarak dilin anlam evreni ve baglarindan mahrum kalmanin entelektüel kisilerde daha yikici etkilerine isaret eder: “Yetismis bir aydinin hele bir ilim adaminin kafasindaki terim sistemini degistirmek demek, onun, içine gömülü bulundugu kavramlar dünyasini allak bullak etmek demektir. Bu degisiklik ne kadar süratli olursa saskinlik o kadar büyük olur.”(2)

Dilimizden itilen, ötelenen, unutulan, sözlükten silinen kelimelerle birlikte bir hayat bütün zenginligiyle yitip gider ve bize çorak, kuru bir dünya kalir. Nitekim öyle oldu, öyle de oluyor. O kelimeyle birlikte hayatin büyüsü, tilsimi kaybolur, kayboluyor. Çünkü biz, varlikla iliskimizin anlamini, sinirlarini ve keyfiyetini bilemedigimiz bir isleyisle kelimelere yükleriz. Kelimeler de dönüp bize o anlamlari yükler. Âdem’e isimlerin ve kelimelerin ögretilmis olmasi, bu anlami da ihtiva eder. Yani Âdeme sadece gösterilenlerle birlikte göstergeleri listelenmis kelimeler ezberletilmis veya ögretilmis degildir. Esyayla ünsiyet kurulacak her durumda insanda olusan his ve anlamin kodlanmasi ögretilmistir.

Modern dönemlerin kaçinilmaz olgusuna dönüstürülmüs uluslasma sürecinde devlet toplum iliskisi manevî boyutu önemsemeyen hatta zayiflatan bir yönde gelisti. Standartlastirilmis dil, egitim ve kültür politikalari marifetiyle insani (vatandasi) ideolojik kosullanmalara, maddî amaçlara göre biçimlendirdi. Iste bu hem insanla esya arasinda manevî rabitanin kopmasi hem de bu bagin kopmasi sonucu yasanan duyarsizlikti. Ulusçu amaç ve saplantilarla yapilan dil hareketleri, bu yönde bir yenidünya ortaya çikarmistir. Bizim tarihî akisla uyumlu olmayan ulusçulugumuz da benzer sonuçlar vermistir. Vermistir ama bu bir cendereye girmeyle ortaya çikan hastalikli, sikintili bir durumdan baskasi degildir.

Eger sanayi ve kentlesme merkezli olarak Avrupa’dakine benzer bir uluslasma süreci yasamis olsaydik, kültür, egitim, siyaset bu düzlemde daha çatismasiz, daha uyumlu bir çizgide tekâmül ederdi. Yani özellikle iktisat ve ticaretin, sokagin ve pazarin gerek duydugu dil ve hayatla, üst yapinin gerekli kildigi dil ve hayat birbirine karismaksizin ve birbirine saygi duyarak ayni dil evreni içinde var olacaklardi. Ayni dil evreni içinde var olan unsurlar kuskusuz fert ve millet olarak seçenegimizi artiracak, zenginligimizi çogaltacak, ufkumuzu genisletecek, aydinlatacakti. Ne ki öyle olmadi. Varliginin özünü Islâm’dan alan kültür birikimimiz, geride korkunç travmalar birakan engellemelerle yok edilmek istendi. Bence harf inkilâplariyla baslayan dil devrimleri uluslasmanin sosyolojik veya kültürel asamasi da, unsuru da degildir. Dogrudan dogruya hazir böyle bir imkân ve iklim varken dini ve imani ortadan kaldirmak, olmuyorsa zayiflatmak ve önemsizlestirmek amaçli art niyetli ameliyatlardir. Modernlesen Türkiye’nin tarihi adli eserinde Zürcher, Mustafa Kemal ve arkadaslarinin bu degisimin çok enerjik sekilde zorla ve hizla gerçeklestirilmis olmasinin sebebini kusku duymayarak bir sekilde ideolojiye baglar: “Bu degisiklik Türk toplumunu Osmanli ve Ortadogu’nun Islâmi geleneklerinden koparmanin ve onu Batiya dogru yönlendirmenin bir baska yöntemi oldu.”(3)

Baska ülkelerde de harf ve dil devrimlerinin oldugunu söyleyerek yapilani mesru açiklamadan yoksun psikolojiyle açiklamaya çalisanlar, cahilliklerinin baska yönünü oraya koymaktadir. 23 Nisan kutlamasi seviyesiyle sinirli dünyalariyla bizim algilarimiz üzerinde oynamaya çalisiyorlar. Nerede alfabe devrimi oldu? Çinde mi? Çin’i örnek göstermemizin sebebi ögrenilmesi en zor yazilardan biri belki ilki olmasidir. Baska? Ingilizler mi, Fransizlar mi, kim? Yine yalan söylüyorlar. Ben söyleyeyim; Imparatorluktan yani Shogunlar döneminden modern döneme geçince 1868’de bir ara Japonlar, alfabelerini degistirmek istediler. Ama bunun korkunç yikimlar getirecegi mütalaasiyla vazgeçtiler.

Alfabesi degistirilen, dilleri bozulmaya çalisilan ülkeler Yakut’lari saymazsak bütünüyle Müslüman ve hususen Osmanli’nin varlik ve etki alanlaridir. Bu baglamda ilk degisiklik Arnavutluk’ta olmustur. Böylece Arnavutluk’la aramiza sagir, masif bir duvar girmistir. Sonra birkaç kez degisiklik yapan Azerbaycan’da bu devrim yapilmistir. Vesika ve bilgilere bakildiginda, Sovyet Sosyalist iktidari tarafindan yapilan bu operasyonun Türk ve Müslüman varligini bölmeyi, bir daha bir araya gelmelerini imkânsiz kilmayi amaçladigi anlasilmaktadir. Türkiye’de Latin harflerinin kabulü de bu iliskiler agindan bagimsiz görülmemistir.

Bu konularda dosyalarimda yüzlerce doküman var. Onlardan sadece herkesin erisebilecegi üçünü burada iktibas ettim. Dil devriminin 90’inci Harf inkilabinin 94’ncü yilinda, varolusumuz açisindan dilimizin önemine bir kez de bu vesileyle dikkat çekmek için yazdim. Konuyu daha genis, daha derinlikli düsünmek, degerlendirmek dilegiyle.

________________________

1- Mete Tunçay, Elestirel Tarih Yazilari, Liberte yay, s.175,3. bas, Ankara 2012.
2- Tahsin Banguoglu, Devlet Dili Türkçe, s.21, TDK yay, Ankara 1945.
3- Erik Jan Zürcher, Modernlesen Türkiye’nin Tarihi,s.274, çev. Yasemin Saner Gönen, 7. bas,  Iletisim yay, Ist. 2000.

Bu yazi ”Ayvakti Dergisi'nin 200'üncü Eylül-Ekim 2022 sayisinda yayinlanmistir.”
(Bu yazida yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakis açisini yansitmayabilir.)

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!