Müslümanlar, ahlak ve Avrupa

Ahlak, halk-oluş anlamıyla toplumun yaratıcı bir devinimin, bir oluşum sürecinin içerisinde biçimlenmesi, örf ise bunun bir gelenek içerisindeki sürekliliğidir.
Müslümanlar, ahlak ve Avrupa
Ümit AKTAS
Ümit AKTAS
Eklenme Tarihi : 12.05.2023
Okunma Sayısı : 527

Müslümanlar, ahlak ve Avrupa

Ahlak, halk-oluş anlamıyla toplumun yaratıcı bir devinimin, bir oluşum sürecinin içerisinde biçimlenmesi, örf ise bunun bir gelenek içerisindeki sürekliliğidir.

Ancak bu süreklilik, istisnai farklılıklar tarafından kesintiye uğratılır ve ahlaki karakteristik giderek aşındırılır.

Yozlaşmalar ve sapmalar kadar mükemmelleşme uğraşıları da ortaya farklı örneklikler çıkarır.

Günümüz İslam dünyasının birçok açıdan olduğu kadar bu açıdan da bir kriz içerisinde olduğu hep söylenegelmekte.

En kötü örneklikler olarak zikredilen Pakistan ve Afganistan havzasının 300 yıldan fazla süren o uzun sömürgecilik dönemi göz önünde tutulmaksızın, bu toplumların içerisinde bulunduğu olumsuzlukları, ahlaki ve siyasi yozlaşmaları tam olarak anlamak mümkün olmadığı gibi doğru da değildir.

Nitekim Hindistan merkezli maduniyet/madunluk çalışmaları bu tip bir toplumsal durumu anlamak ve bu durumdan çıkış için çözümler üretmeye dair girişilen çok yönlü bir çabadır.

Toplumsal ezilmişliğin ve buna bağlı yozlaşmaların çözümlenmesi ve sağaltımı, olumlu değerlerin inşasından önce olumsuzlukların telafisini ve onarımını gerektirmektedir.

Nitekim Kur’an da, firavunların yönetimindeki toplumun ezilenlerinin (mustazafların) Musa önderliğindeki kurtuluşunu/özgürleşimini anlatırken temelde bu duruma ışık tutmaktadır.  

Güncel bir bakış altında tüm toplumları eşzamanlılaştıran ve ortak bir ölçütle yargılayan safdil ahlakçı bakış ise bu gerçekliği unutmakta.

Daha 100 yıl önce, Afganistan’ın İngiliz işgaline uğramasını önlemek ve bu işgalden kurtarılması için girişilen çabalara öncülük için bir mücadele başlatan Abdulgaffar Han’ın bu mücadelesini hatırlayan kim var?

O, daha Gandi ile tanışmadan önce, halkını cehaletten kurtarmak için bir eğitim seferberliği başlatmış, bununla birlikte de İngiliz işgaline karşı Gandi örnekliğinde silahsız bir mücadele vermek için İslam’ın Silahsız Askerleri (Hudai Hizmetkârlar) adı altında silahsız direniş grupları oluşturmuştur.

Bu faaliyetleri nedeniyle tutuklandığında, şayet bu eğitim faaliyetlerinden vazgeçerse serbest bırakılacağı önerisini reddettiği için uzun süre hapiste kalmış ve işkence görmüştür.

Peştun halkı gibi son derece kan dökücü bir halkın bu olumlu çabasını takdir eden Gandi, bu durumu gözlemlemek ve Abdulgaffar Han’a takdirlerini iletmek için 1938 yılında Peştun Vadisini ziyaret edecektir. 

Ne var ki bağımsızlık sonrasındaki ayrışma ve ulusallaşma gibi Batı etkili olumsuz bir yönelim Hint ve Pakistan halklarını düşmanlaştırmış ve sömürgecilik süreci içerisindeki ahlaki yozlaşmanın üzerine tuz biber eken sancılı bir dönemi başlatmıştır.

Afganistan ve Pakistan arasında bölünen Peştun halkı ise bu bölünmenin sancılarını ve maduniyetlerini yaşamış, Abdulgaffar Han 98 yaşında (1988 yılında) ölünceye değin bu kez de Pakistan hükümetinin ayrımcılığına karşı sivil itaatsizliğe dayanan mücadelesini sürdürmüştür. 

Benzeri sömürgecilik sonrası sorunlar başta Filistin, Kürdistan, Arakan, Doğu Türkistan ve Moro gibi bölgelerde olmak üzere hâlâ sürmekte olan kanayan yaralardır.

ABD’nin, petrolüne el koymak için işgal ettiği Irak’taki halklar da 30 yıldır bu işgalin yarattığı travmalarla boğuşmakta olduğu gibi fiili işgal de hâlâ sona ermemiştir.

Sona ermemesi için de Ebu Gureyblerin ve Guantanamoların bir ürünü olan IşİD gibi sentetik örgütlerle süreç Batılı devletlerin desteğiyle sürekli manipüle edilmekte ve Suriye’nin de dahil edildiği bölgedeki işgal, meşrulaştırılmaya ve süreklileştirilmeye çalışılmaktadır.

Abdulgaffar Han’ın halkı ise bu süreç içerisinde İngiliz, Rus ve ABD işgallerine uğramış, bu işgallere karşı verilen direniş mücadeleleri, Abdulgaffar Han’ın silahsız mücahitlerini yeniden kanlar döken vahşi savaşçılara, El Kaide ve Talibanlara dönüştürmüştür.

Kadınların da tahsil gördüğü Özgürlük Mektepleri, bu kez kadınların sokağa bile çıkamadığı bir kargaşanın içerisine sokulmuştur.

Bu süreçlerin yarattığı maduniyetin ve buna bağlı ahlaki yozlaşmaların sömürgeci saldırıların dışında okunması ve anlaşılması mümkün müdür?

Peki, kendi toplumlarını belli bir eğitim ve refah düzeyine ulaştıran Batı toplumlarının ahlaki standartlarının düzeyini ve ikiyüzlülüğünü bu süreçlerin dışında kavramak mümkün ve doğru mudur?

Bu olgu ortadayken, tüm bunları göz önünde tutmayan, her iki toplumsal gerçekliği bu süreçlerin dışında eşölçütlü bir yargılamaya tabi tutan, buradan yola çıkarak Batı toplumunu ahlaklı, Müslüman dünyayı ise ahlaksızlıkla niteleyen bir bakışın safdilliğine ne demeli?  

Sömürgecilik sonrası İslam ülkelerinde ortaya çıkan hınçlı ve tepkili kitlelerden yola çıkan bazı aydınlar, bu güncel örnekliklerden hareket ederek İslam tarihini ve toplumlarını sorgulamakta, Avrupa ülkelerindeki olumlu ahlaki ve siyasi örneklikleri öne sürerek, sanki bu esasa (ontolojiye) dair bir gerçeklikmiş gibi, aslında temel sorunun İslam’da olduğunu demeye getirmekteler.

Gerçi içerisinde yaşadığımız manzaraya bakıp bu tür kötümser çıkarımlarda bulunmak mümkün olsa da, bunun esasa dair oluşu iddiasının ayaklarının yere basmadığı da açık bir gerçeklik.

Zira İslam tarihinin başlangıcında Hindistan, Çin, Malezya gibi ülkelerde İslam’ın, Müslüman ordulardan daha önce, Müslüman tacirler eliyle ve onların ortaya koydukları güzel ahlaki örnekliklerin etkisiyle benimsendiği bilinmektedir.  

İlk Avrupa üniversitelerinin modelleri de Endülüs ve Sicilya medreseleridir. Hatta Paris Üniversitesi de “1138 yılında Kudüs’ten dönen bir hacı tarafından, muhtemelen bir medreseyi taklit ederek kurulmuştur”1

Esasında alfabe kadar demokrasi, ticaret ve hatta Europa ismi de Atina’ya Fenike’den, Fenikeli tacirler vasıtasıyla taşınmıştır. 2..   

 

Bu süreci tahlil eden Fredy Perlman, Er-Tarih’e Karşı, Leviathan’a Karşı adlı eserinde, tam da tersi bir tarihsel örnekliği anlatmakta.

Avrupa halkının o uzun Orta Çağını ve bu süreçte Müslümanların bu topluma etkilerini hikâye etmekte.

Burgherlerin İş adını verdikleri ticaret ya da alışverişin, dost insanlara düşman muamelesi yapmak anlamına geldiğini görmüştük. Avrupalı Burgherler İş’i doğrudan ya da dolaylı olarak İslam’dan öğrenmişlerdir ve Quatrocento (Yüksek Rönesans)’yla birlikte bu mahareti Viking uygulamacılar ellerine geçirip Yahudi rakipleri saf dışı ederek Müslüman ustalarının yerlerine göz dikmişlerdir. Avrupalı Burgherlerin bu pratiği kazanırken Müslüman ustalarının ilkelerini bir kenara bıraktıklarını da görmüştük.

Müslüman tüccarlar sanatlarını, kendisi de tüccar olan bir peygamberin ve merhametli bir tanrının buyurduğu sınırlar dahilinde hayata geçirmişlerdir. Pratikte esnek de olsa şüphesiz bu sınırlar vardır; tıpkı kadim sanatkârlara kılavuzluk eden etik ilkeler gibi.

Avrupalılar ticareti alır, ama Kuran’ı ya da merhametli Allah’ı bir yana bırakırlar ve bu kısmi İslam kabulü tüm Biyosfer’de etkisini gösterir. Avrupalıların tüccarlardan nefret eden biri tarafından yazılmış olan İncil’lerinde ticaret tamamen reddedilir ve özel olarak tüccarlar için hiçbir yol göstericiliği yoktur.

Avrupalıların tanrısı Optimus Maximus (En Yüce Jüpiter) ise silahlı birliklerin tanrısı olarak açgözlü tüccarın kendisinden daha merhametli değildir ve muzaffer birliklerin olduğu kadar maksimum kârın da tanrısıdır. 

Neticede Avrupalı tüccarın ilkeleri Müslüman meslektaşınınkinden oldukça farklıdır. Avrupalı tüccara yol gösteren hiçbir etik ilke yoktur.

İnsan ya da doğa fark etmez, Avrupalının kâr elde edeceği şeylerin bir sınırı yoktur. Açgözlü ve hiçbir sınır tanımayan yağmacı ve soyguncular şüphesiz Müslüman tüccarlar arasında da vardı.

Ama İslam’da böyle adamların kirli işlerini gizli saklı yapmaları gerekirdi, karanlıkta kalmalıydılar, kukuletalar altına gizlenmeliydiler.

Avrupa’da ise bu adamlar kirli işlerini herkesin gözü önünde yapabilmektedirler ve başlarına kukuleta falan da geçirmezler.

Welserler, Fuggerler, Mediciler gibi emsalsiz yağmacılar fiyakalı kahramanlar, zamanın önde gelen Avrupalıları olurlar…

Maharetli işkencecilerin, zehirleyicilerin ve cellatların başlarındaki kukuletaların çıkarılmasını sağlayan, hatta onları buna teşvik eden şey Avrupalı Burgherlerin ilkesidir.

Bu ilke gayet basittir, ama Hobbes’un varislerinden biri olup ne Âdem ne de Demirci olan Adam Smith adında biri tarafından telaffuz edilene dek söze dökülmeyecektir:

Kâr elde etmek için ne gerekiyorsa onu yapın.

Bu sözde Âdem, bu özdeyişin doğal sonuçlan hakkında sessiz kalacaktır ve onun ardılları da ta ki bizim çağdaşımız sayılabilecek Nietzsche açıklayana dek suskunluklarını koruyacaktır:

Övgü almak için insanlıktan çıkın. 

Bu sonuç yeniden Leviathanlaşan Avrupa’ya İslam’dan değil Münzeviler denilen çileci Hıristiyan azizlerinden kalmadır.

Arsız iktidar uşaklarının bu öncüleri, Optimus Maximus tarafından övülme uğruna tüm insani vasıflarını böbürlene böbürlene sakatlayıp kökünden sökerek kendi kendilerini yenmişlerdi ve tanrıları da iyi Hıristiyanlara her cemaat kilisesinin duvarlarına ve pencerelerine aziz Münzevilerin insani açıdan tiksinti veren marifetlerini çizmelerini ilham ederek onları ödüllendirmişti.

Rönesans’a dek, Avrupalılar tefeciliği canavarlık olarak görüyordu. Bu dalavereyle kadim yabancılar olan Etrüskler ve Kartacalılar da ya da kendileriyle aynı devrin yabancıları olan Yahudi ve Müslümanlar da karşılaşmışlardı ve bu işi yapanlara kan emici diyorlardı.

şimdiyse kendilerine banker ya da yatırımcı diyen Avrupalı Tefeciler övgü dolu resimlerde aziz Münzevilerin yerlerini almaktadır.

Kâr avcıları ve iktidar uşakları için insani ve doğal olan hiçbir şey kutsal değildir. İnsan topluluğu en uzak yıldız kadar yabancıdır ve doğa da yağmalanacak nesnelerle dolu bir hazine sandığıdır.

Burgherler, insanları da toprak gibi alınıp satılabilir metalara dönüştürür; bilim adamlarıysa her ikisini de iktidarın sanatçıları tarafından manipüle edilebilecek atomlara indirger. 3

Hikâye uzar gider tabi. Vahşi Burgherlerin Amerikan yerlilerini tıpkı toprağın yaban bitkileri gibi yerden kazımalarına ve bu toprağın bitekleştirilmesi için Afrika’dan sökülüp getirilen siyahilerin emeğiyle müreffeh şehirlerin inşa edilmesine değin.

Bu kez de barbar Doğuluların bu müreffeh şehirler karşısında apışıp kalmaları ve asimilasyonun ilerletilmesine, kültürel asimilasyona gelmiştir sıra.

Kendi çorak topraklarından taşınan, kaçan ya da gönüllü bir köleliğe düşen bu mülteciler (onların trajedisi ya da hikâyesi de ayrı bir mevzu tabi), o uzun geçmişin hikâyesini bilmedikleri ya da unuttukları için, onlara sunulan bu şaşaa, bu ışıltı ve görkem karşısında kelimenin tam anlamıyla apışıp kalırlar.

Çoklarının karşısında heyecanla sarsıldıkları Özgürlük Heykeli’nin elindeki meşaleyi ise Kafka, Amerika’sında, kılıçla resmeder.

Anarşist düşünür Kropotkin ise onu, Cinayet Tanrıçası heykeli olarak tanımlar. 4

1. Jack Goody, Tarih Hırsızlığı, TİB Kültür Y. s., s. 269.

2. Goody, age, s. 342.
3. Fredy Perlman, Er-Tarih’e Karşı, Leviathan’a Karşı, Kaos Y. s. 306, 307, 308.
4. Costas Despiniadis, İktidar Anatomicisi, Franz Kafka ve Otorite Eleştirisi, Sümer Y. s. 51.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakış açısını yansıtmayabilir.

 

 

 

 

 

 

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!