Devrimin üzerinden 45 yıl geçti. Bu süre içerisinde birçok şey unutuldu veya değişti.
En önemlisi de umutlar, sadece İran halkının değil, dünyanın umutları, beklentileri veya tepkileriydi. Neler beklenmiş ve olaylar hangi yönlere doğru akmıştı.
Kuşkusuz artık farklı bir dünyada yaşamaktayız. O günlerdeki şaşkınlığın, coşkunun ve heyecanın yerini artık farklı dünya almış durumda.
20'nci yüzyılın başlarında, Baba Şah Rıza döneminde monarşiye bağlı ve cumhuriyet karşıtı olan mollalar, seçimlere, kadın erkek eşitliğine, kadınların oy vermesine, müziğe ve resme karşıydı.
Hatta felsefe ile iştigal bile hele de bir din adamı için asla kabul edilebilir bir şey değildi.
Bu yüzden gençliğinde sadece tasavvufla iştigal ederek şiir yazmakla yetinen Ruhullah Humeyni (1902-1989), medrese derslerinin dışında, İbn Arabi ve Molla Sadra gibi filozofları ve mutasavvıfları da okudu.
Ama bu kadarı bile eleştirilmesi ve hatta reddedilmesi için yeterliydi.
Öyle ki felsefe ile iştigal ettiği için bazı öğrencileri, onun su içtiği bardaktan su bile içmediler. Müzik, sinema ve yabancı dil öğrenimi de günah olarak görülmekteydi.
Devrimden sonra ise bu bakış açıları terk edildi ve Humeyni, Gorbaçov'a, sosyalizm sonrası Rusya'sı için İbn Arabi, İbn Sina ve Molla Sadra gibi düşünürleri tavsiye etti.
Aslında Humeyni, gençliğinde, etkisinde kaldığı Fazlullah Nuri (öl. 1909)'nin izinde ve anayasacı bir eğilimin de karşısındadır.
1906 Anayasa'sı kadınlara ve gayrimüslimlere eşitlik hakkı tanımaktaydı ve Fazlullah Nuri bunlara karşıydı. Bunun için de meşrutiyetçilerce idam edilecektir.
Kum (medrese havzası) ise ilkesel olarak siyasetten uzak durmaktadır.
Monarşi yanlısı olsalar da 1953 yılındaki Musaddık ile Şah arasındaki çekişmede taraf olmamışlardı.
Genç mollalar milliyetçi lider Musaddık'ı destekleseler de Humeyni, "laiklik yanlısı bu demokrata güvenmiyor", inisiyatifin ruhanilerin ellerinde olmasını istiyordu.
Havzanın ileri gelen hocalarından Ayetullah Kaşani ise "İslami siyaset yerine İslam'ın siyasallaştırılması"1 yönünde hareket etmekteydi.
Humeyni içinse İslam, "siyaseti ibadet, ibadeti siyaset" olan bir dindi.
Kaşani Musaddık'ı desteklerken, Humeyni çekincelerine rağmen yine de Kaşani'nin takipçisiydi ve onun "İslam'ın evrenselliği, siyasi aktivizm ve popülizm konusundaki fikirlerini"2 benimsemekteydi.
1953 yılında, başbakan Musaddık'a karşı düzenlenen İngiliz-ABD darbesi karşısında Havza monarşinin yanında yer alırken, Humeyni ara bir pozisyondaydı.
Daha doğrusu farklı bir arayış içerisindeydi. Sözgelimi Fedâiyan-ı İslam'a, onun İslamcılığına ve aktivizmine yakındı ama Havza'dan da kopmak istememekteydi.
Havza'da söz sahibi olan Ayetullah Burucerdi ise monarşiyi desteklemekte ve İslam devleti fikrine stratejik nedenlerle karşı çıkmaktaydı.
Ancak yeni ve genç kuşağın dünyaya bakışı giderek değişmektedir: Mutahhari, Talekani, Rafsancani, Beheşti, Muntazıri, Bazergan…
Humeyni'nin stratejisi Havza ile Şah arasındaki gerilimi tırmandırmaya dayanmaktaydı. Kopma noktası ise 1962 yılındaki, oğul Şah Rıza'nın Beyaz Devrim atağıydı.
Paradoksal bir biçimde Şah görece devrimci bir roldeyken, Humeyni, rollerin giderek tersine döneceği bir tepkisellik içerisindeydi.
Şah kamuoyu tepkilerini yumuşatmak ve zamanın ruhuna icabet etmek için biçimsel de olsa demokratikleşmeye doğru adımlar atarken, Humeyni ise bu sahteliğe ve biçimselliğe tepkili ama otoriterliğe de karşıt bir duruş geliştiriyordu.
İki rakip adeta bıçak sırtındaki bir karşılaşmada İran'ın geleceğini belirlemeye çalışıyorlardı.
Her ne kadar aykırı olsa da çizgisini daha tam olarak belirginleştirememiş olan Humeyni, duruşunu biraz da Şah'a göre belirlemekteydi.
İleri sürülen reForm paketinin göstermelik bir aldatmaca olduğunu kestirdiğinden, kadınların oy hakkına, sistemin demokratikleştirilmesine, din adamlarının askere alınmasına, toprak reFormuna karşı bir duruş içerisindeydi.
Duruşunun temel stratejisiyle çelişkileri olsa da taşlar zamanla yerine oturacaktı.
Havza'nın inisiyatifini almak için adımlarını ilerleten Humeyni, 1963 yılının başında, Şah'ın reFormunu protesto etti ve çevresine toparladığı âlimlerle birlikte ortak bir bildiri yayımladı.
Şah'ın işbirlikçisi olan ABD ve İsrail'i de hedef alarak eleştirilerini suçlamaya götürdü ve suskun kalan din adamlarını zalimle işbirliği yapmakla itham etti.
Baba Şah'tan beri Kemalizm'e öykünen Şahlığın ise önemli bir handikabı vardı. Osmanlı'da (Sünni geleneğinde) din adamları devlete bağımlı iken Şia'da ulema özerkti.
Mollalar desteklerini halktan aldıkları gibi halkla ilişkileri de daha sıkı ve organikti; dolayısıyla da çoğu kez halkın nabzını tutmakta Şah'tan daha etkili ve becerikliydiler.
Bu süreçte Humeyni ve birçok din adamı gözaltına alındı ve onlara destek çıkan birçok gösterici katledildi.
Humeyni'nin gözaltına alınması üzerine başlayan ve Devrime doğru giden gösterilerin başlangıcı olan 15 Hordad, daha sonra Devrimin başlangıcı olarak anılacaktır. Humeyni tutuklansa da Şeriatmedari'nin inisiyatifiyle 4 büyük Ayetullah 3 Humeyni'yi merci-i taklit (Ayetullah) ilan ederek, ev hapsine çıkarılmasını sağladı.
Serbest kaldığında ise Havza'da kendisine bağlı genç mollalar artık din adamlarının siyasette etkinleşeceği bir stratejide kararlıydılar.
Bunu önlemeye çalışan Şah, Humeyni'yi önce Türkiye (1964) ve ardından ise Irak (1965)'a, siyasal kuramını, özellikle de velayet-i fakih'lik meselesini belirginleştireceği bir başka Şii havza olan Necef'e sürgüne gönderecektir.
Devrimci mücadelenin ve din adamlarının önderliğinin meşruiyetini sağlayacak olan Velayet kavramı, Humeyni tarafından On İki İmam'dan fakihlere aktarılacak bir biçimde yeniden yorumlanmakta, yani "Masum İmam'ın gaybetinde herhangi bir hükûmet kurmanın hükümsüzlüğü"4 kaidesi iptal edilmekteydi.
İran toplumu değişmeli, ABD (Batı) ve onun bendesi olan Şah karşısındaki maduniyetinden (sömürgecilikten ve tahakkümden) kurtulmalı ama bunu yaparken Doğu (Sovyet) sistemine karşı da özerkliğini sürdürmeli, dahası ise İslam dünyası için de bir örnek oluşturulmalıydı.
İslam'ın devrimci rolü ve din adamlığının bu açıdan yeniden biçimlendirilmesi hususunda Humeyni, devrimci düşünür Ali Şeriati'yle hemfikirdi ve dolayısıyla da Şeriati'ye dair şikâyetleri de umursamamakta ve her türlü baskıya rağmen onu savunmaktaydı.
Ama ona göre olası bir devrimi yapabilecek yegâne merci fakihlerdi. Ne var ki onlar da geleneksel bakışların sığlığından kurtularak siyasetin İslam'ın terk edilemez esaslarından birisi olduğu anlayışına ulaşmalıydılar.
Seçimler (toplumsal sözleşme) kadar yasama, hatta çağın gerçekliğini (vaktin vacibini) hayata geçirmek de bu sorumluluğun bir gereğidir.
Dolayısıyla da fakihlerin olası önderliği de toplumun rızasına dayanmalı, kendisini zoraki bir biçimde topluma dayatmamalıdır ki zaten merci-i taklit'in de yetkisini kazanması ancak halkın onayıyla mümkündür.
Öyle ki Humeyni, Devrimden sonra bu yetkiyi fıkhın da üzerine çıkaracak, "zaruret anlayışının sorumluluğunu, üçte iki çoğunluğun sağlanması kaydıyla meclise;" 5 yani siyaset kurumuna devredecektir.
Başlangıçta siyasetin dışında durmaya çalışan bakışlar da, siyasetin belirleyiciliği bir zaruret haline gelince, ister istemez değişecektir.
Kadınlar siyasete müdahale etme hakkına sahiptir… İslam politik bir dindir. İslam'da her şey hatta ibadetler bile politiktir. 6 Devrimler toplumsal bir arzuya, ihtiyaca ve devrimci bir kuşağın gayretine dayanır ama onu korumak ve sürdürmek gibi çelişkili süreçlerle yoluna devam eder.
Devrimi korumaya çalışanlarla yenilikçiler ise süreç içerisinde ister istemez karşıtlaşırlar birbirleriyle; dolayısıyla da aralarındaki çelişkiler çoğu kez devrimci sürecin muhafazakârlar ya da fırsatçı çıkarcılar elinde yozlaşmasına ve araçsallaştırılmasına yol açar.
O zaman ise devrimcilerin oldukça duyarlılıklı ve duruma müdahil olması gerekir. Humeyni'nin aşırı duyarlılığı ise devrimci sürecin kritik noktalarında siyasete müdahalesine ve kendi çizgisinin bile defalarca değişmesine yol açacaktır.
Öyle ki devrimden sonra Kum'a dönmeye karar vermesine ve hatta dönmesine rağmen siyasal kriz nedeniyle tekrar Tahran'a dönmüş ve hayatının sonuna değin siyasal mücadelesini sürdürmüştür.
Onu duraksatan kritik kararlardan belki de en önemlisi, sistemin demokratik (çoğulcu ve katılımcı) mi yoksa cumhuri (ulusal ve otoriter) mi olacağıdır ki bu konudaki karar, belki benzeri birçok meselede de olduğu gibi olayların akışı sürecinde belirginleşecektir.
Laik tepkiler veya ABD'nin baskıları, Irak savaşı, Halkın Mücahitleri gibi örgütlerin eylemleri, birlikte yola çıktıkları yoldaşlarının ikircimleri, Kürtlerin isyanı, toplumun arzuları veya tepkileri gidişatın yönünü ve çizgisini ister istemez etkileyecektir.
Yine de aksi mümkün değil miydi?
Daha farklı bir örneklik ortaya konulamaz mıydı?..
Bu sorular da tartışılmış ve hâlâ da tartışılmaktadır. Nitekim geçen yıl ortaya çıkan başörtüsüne dair eylemler, bir biçimde bu tartışmaların bir parçasıdır.
Görülen o ki muhafazakâr güdüler devrimi bir noktada duraksatmış ve var olanı koruma çabası içerisine girmiştir. Humeyni'nin pratiği ise doğal olarak Şii ve bölgesel bir kültür içerisinde oluşmuştu ve onun söyleminin gereçleri (velayet, içtihat, imamet…) bu kültürden tedarik edilmişti.
Sünnilikte ise din adamları devlete tâbiydi. Oysa o, din adamlarının siyasal failler haline gelmesini istemekteydi ve devrimci mücadelesi süreci içerisinde bu ve benzeri birçok geleneği değiştirmişti.
Mesela başlangıçta kendisinin de karşı durduğu kadınların siyasal alana katılımı da bunlardan birisiydi.
Ancak özellikle Devrimin hemen öncesinde gitmek mecburiyetinde bırakıldığı Paris'te tartışılan cumhuriyet ve demokrasi ikileminde tercihi giderek demokratik eşitlikçiliğe karşı liyakatçiliği ağır basan cumhuriyetçiliğe yönelecektir.
Bu ise aynı zamanda daha ulusalcı ve daha mezhepçi bir eğilime de yönelmek anlamına gelmektedir.
Şiiliğin anayasal bir ilke haline getirilmesi gibi ki bu, devrimci söylemin sapmasına ve daralmasına, devrimci sürecin ümmetçi bakışının terkine, milliyetçi ve mezhepçi bir anlayışa, yani modernleşen Müslüman kuşağın cumhuriyetçiliğine (Türkiye, Pakistan, Mısır, Tunus, Cezayir…) götürecekti.
Devrimci anlayış, Şii geleneği olduğu kadar yerel gerçekliği de tam olarak aşabilmeye güç yetiremeyecek; sözgelimi çoğulcu ve hatta federatif bir yönelimi düşünemeyecek, dolayısıyla da devrimciler kadar Kürtlerin talepleri de kan dökülmesi pahasına bastırılacaktı.
Sonuçta ise Humeyni, bir Şeriatmedari olmasa da, Ali Şeriati de olamayacaktı.
Cumhuriyetçilikten demokratikliğe yönelememek ise federatif, çoğulcu, özgürlükçü bir bakışın da kısıtlanmasıydı; dolayısıyla İslam dünyasının içerisinde bulunduğu postkolonyal siyasal gerçekliğin önünde o da boynunu eğecekti.
Oysa bu süreç ister istemez aşılacaktı ve İran bu konuda öncü bir rol oynayabilir, yepyeni bir çığır açabilir, kendi öncesinin cumhuriyetçiliklerinden daha ileriye doğru bir adım atabilirdi.
Gelinen ve rıza gösterilen en uygun nokta ise çağın ve bölgenin siyasal gerçekliğiyle eşitlenen bir noktaydı.
Bu ise Batı'nın pençelerinden kurtulunan kanlı bir sürecin akabinde ulusal ve yerel bir katılığa, bir tür müdafaa hattına kapanmak, tarihsel ve bölgesel mevzilerini savunmakla yetinmek anlamına gelmekteydi.
Devam edecek…
Kaynaklar:
1. Baqer Moin, Son Devrimci Ayetullah Humeyni, Elips Y. s. 72.
2. Katajun Amirpur, Humeyni, Bir İslam Devrimcisi, İletişim Y. s. 65.
3. Ayetullah unvanı ilk kez 1906 anayasasını destekleyen mollaları onurlandırmak için kullanılacaktı.
4. Ayetullah Humeyni, Politik ve Entelektüel Biyografi; Editör: Arshin Adib-Moghaddam, Vadi Y. s. 149, 347.
5. Arshin Adib-Moghaddam, age, s. 377.
6. Arshin Adib-Moghaddam, age, s. 298, 358.Yazının orijinali için bakınız:https://www.indyturk.com/node/695651/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/humeyni-devrim-ve-velayet-i-fakihlik-meselesi-1
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.