Demagoji (laf cambazlığı) siyasetin en temel sorunu olduğu gibi temel bir ahlaki sorundur da.
Farkına varmasak ve bunu pek önemsemesek de, geçmiş dönemlerin aksine, günümüz ahlakının oluşumunda siyasiler en etkili aktörler.
Ne var ki siyasilerle halk arasındaki mesafe, siyasinin söylevlerinin bir uzmanlar grubu tarafından hazırlandığı şartlarda, bu söylemlerin sahiciliğini, samimiyetini ve inanılabilirliğini de şüpheli hale getirmekte.
Halkla arasına örgütlü bir uzmanlar bürokrasisinin girdiği şartlarda bir siyasetçiye, ondan sadır olan sözlerin sahiciliğine ne kadar güvenilebilir?
Sözleri ve hatta davranışları ne kadar ona aittir?
Dahası o bir tüzel kişiliği temsil ettiğinden artık kişisel bir muhatap olmayıp, siyasi, iktisadi ve ideolojik bir çıkar çevresinin temsilcisidir.
Sözlerinin ona ait olup olmadığı bir yana, yalan söyleyip söylemediğine de ne kadar emin olabiliriz?..
Birkaç kez aldanmamız makuldür belki ama sürekli aldatmak kadar aldanmak da makul ve ahlaki değildir.
Demagogların en kötü yanları ise yalan söylemelerinden ve hatta yalanlarını siyasetin kaçınılmaz bir gereği gibi göstererek meşrulaştırmalarından öte, doğruluğun beyhudeliğine dair sinsi bir anlayışı yaygınlaştırmaları, topluma bunu inandırmalarıdır.
Onlar için siyasal bir söylemin yegâne ilkesi inandırıcı, daha doğrusu kandırıcı olmasıdır.
sürdürüp sürdürememesidir önemli ya da etkili olan.
Siyasal söylemi salt perFormansa (etkililiğe) indirgeyen bu yaklaşım geçerli bir anlayışa dönüşünce, kötü para iyi parayı kovar sözü de doğrulanmış olur.
Ama bu, hakikaten de böyle midir?
Tabii ki hayır.
Kötü (sahte) paranın (sözün) geçerliliği sadece bizim tutumumuza yani kötülüğe karşı aldırışsızlığımız ya da bağışıklığımızla ilgilidir.
Aslında doğru olan, insani ilişkilerin iyiliğe ayarlı olması ve iyi paranın (doğruluğun) kötü parayı (yalanı, sahteyi) kovması; yani toplumun ahlaki eğiliminin iyilikten yana bükülmesidir.
Bu ise her neye yorulursa yorulsun, son tahlilde bizim tercihlerimizle ilgili.
Öyle veya böyle sonuçta seçimi yapan, iyiliğin ya da kötülüğün etkililiğine karar veren bizim tavrımız, ilgimiz ve eğilimimizden başka bir şey değil.
Yüzümüze karşı her Allah'ın günü yalan söyleyen birini dost ve arkadaş olarak kabul etmek, bunu onaylamak anlamına geldiği gibi, bunu yapan bir siyasetçiye tahammül etmek de aynı sonuca yol açacaktır.
Siyasal yalanları tahammül edilebilirlikten öte siyasetin bir gereği hale getirense rakiplere üst gelme çabası ve endişesi.
Gerçi bu da uzun vadede sürecin tersine dönmesine yol açacaktır ama sonucu belirleyen ahlakilik ile etkililik arasındaki o kritik seçimdir.
O zaman ise arkasında durulan kişinin yalanları neredeyse kutsal yalanlar, yani siyasal stratejinin bir hikmeti olarak benimsenir.
Oyunun sonu belli olsa da gündelik hayatın hazları o küçük zaferlerle yetinir.
Çoğu kez inan(dırıl)mak, kan(dırıl)mak isteyen kitlelerdir ve siyasi de işte bu arzuya bir cevap verir.
Ahmet Kaya'nın da şarkısında dillendirdiği gibi, yalan da olsa mutluyum, bu bana yetiyor… Gündelik riyakârlığın hazzı, arsız bir çaresizlikten beslenir.
Popülist siyaseti teşvik eden ve pembe yalanlara ihtiyaç duyan çoğu kez toplumdur.
Ve bu arzuyu çıkarlar, tarafgirlikler, sempatiler, alışkanlıklar, üst gelme çabaları da destekler.
Sonuçta siyasal bir sürünün mensubu olarak etrafında sığınılacak kimi gölgeler olsun ister.
Bu, akıllı bir insana yaraşmasa da uzaktakinin (rakibinin) doğrularındansa yakın olanın (yandaşının) yalanları yeğlenir.
Yalan söylemenin bir ahlaksızlık olduğu ve buna göz yumulmaması gerektiği halde, bu sanki siyasiler için geçersiz, onlar bundan müstesnaymış gibi, siyasilerin söylediklerine karşı tuhaf bir modern duyarsızlık hissedilir.
Oysa bunun kötülüğün anası olduğu bilinir. Ve üstelik bir kötülükle karşılaşıldığında buna karşı koymanın, hiç değilse bir tepki duymanın gerektiği de bilinir.
Ama tuhaf bir aldırışsızlık veya müsamaha, dahası tarafgirlik duygusu, siyasal yalanlara karşı bir bağışıklık hissiyatı yaratmakta ve bırakın bunlara karşı tepkiyi farkında olmaksızın bunlar desteklenmeye ve benimsenmeye, rakiple olan mücadelenin kaçınılmaz bir şartı olarak görülmeye başlanır.
Rakip bir kez düşman olarak algılanmaya başlanınca, düşmanın her türlü silahıyla silahlanmak da, bu silah ahlakiliğin en temel ilkelerine aykırı da olsa, adeta bir vecibe olarak benimsenir.
Böylece temel ilke rakibi zayıflatmak, onun sözlerini çürütmek olunca, bu konudaki yalanlar da demagojinin temel ilkesi olan kutsal yalanlar olarak meşrulaştırılır.
Modern siyasetin Makyavelist ve Carl Schmittçi hezeyanlarıyla da beslenen bir yorumsal cambazlıkla, siyaset bir savaş olarak görülerek ve savaşta da hile yapmanın mubahlığına sığınılarak, rakibin yalanları karşısında ahlakiliğe riayet, yani herkesin yalan söylediği şartlarda doğruculuk yapmanın bönlüğüne düşmek bir tür ahmaklık gibi telakki edilir.
Demagoji çoğu kez demokrasinin bir kusuru olarak görülse de asıl yalancıların diktatörler ve ona dair geliş(tiril)en kitle tapıncı olduğu da unutulmamalı.
Halka hitabın bir iletişimden öte propaganda mekanizması haline geldiği modern siyaset açısından ilkesellik, etkililiğin bir parametresinden ibarettir.
Bunu siyasetin kaçınılmaz bir şartı (ve hatta bilimi) haline getiren ise Hitler'in halkı aydınlatma ve propaganda bakanı olan Joseph Goebbels.
Ona göre sıkça tekrarlanan yalanlar giderek hakikat gibi algılanır. Ve hatta yalana karşı mücadele adı altında daha büyük ve arsızca yalanlar söylenir.
Önemli olan bu yalanların inandırıcılığından öte, ona inanmaya teşne bir kitlenin yaratılmasıdır.
Bu kitleyi oluşturan ise sempatilerden öte korkular, dahası düşmanlardır.
Sözgelimi günümüzde de sıkça tekrarlanan beka söyleminde olduğu gibi muhayyel bir düşman ve güvenlik endişesi yaratılarak bu duygunun beslenmesidir.
Siyaset üzerine yazan ilk önemli düşünür olan Platon'a göre insan yeri geldiğinde siyasal gerekçelerle aldatılmalı, büyülenmeli ve hatta buna zorlanmalıdır.
Fenike masallarından söz eden Platon, işte böyle "Güzel bir yalan bulup, hem önderleri hem de yurttaşları buna inandırmalı" 1 der.
Mısır firavunlarının yöntemi de buna benzerdir.
Bunu meşrulaştıran sofistlerin yaydığı kuşkuların yanıtlanması olsa da, belki de asıl mesele egemeni sorgulanamaz bir tanrısallığa yükseltme gayretidir.
Bu soylu yalanlar, günümüz siyasal bilimcilerince muhteşem mitler olarak da telakki edilmekte.
Şehir ve İnsan'da Leo Strauss, Platon'un Devlet'inde özetlenen ve tüm hükümetler için gerekli olan mitleri tartışır. Bunlar, muhtemelen gayrimeşru olarak elde edilmiş olsa bile, devletin topraklarının kendisine ait olduğu ve vatandaşlığın doğum kazalarından daha fazla bir şeye dayandığı inancını içerir. Seymour Hersh ise Strauss'un da asil yalanları desteklediğini iddia ediyor: uyumlu bir toplumu sürdürmek isteyen siyasi liderler tarafından kullanılan mitler. Belgesel film yapımcısı Adam Curtis, The Power of Nightmares'da şu görüştedir: ‘Strauss, politikacıların herkesin inanabileceği güçlü ve ilham verici mitler ileri sürmesinin gerektiğine inanıyordu. Doğru olmayabilirler ama gerekli yanılsamalardı. Bunlardan biri dindi; diğeri ise ulusun efsanesiydi. 2
Yalanların trajik felaketlere yol açtığı hadiseler bir yana, kimi felaketleri önlediği veya yatıştırdığı bir olumluluğundan da yola çıkarak bu gibi yalanları meşru gören bir tutumdan da söz edebiliriz.
Bunlar elbette her şeye rağmen yalanın ciddiye alındığı durumlar için söz konusudur.
Ama günümüzün popülist siyasetçisi veya profesyonel demagogu yalanı o denli olağanlaştırır ki, asıl şaşırtıcı olan kimi kez söylediği doğrulardır.
Her Allah'ın günü tekrarlanan bu yalanlar karşısında ahlaki endişesini koruyabilenlerin, bunları söyleyenin buna nasıl tahammül ettiğine, eline tutuşturulan yalanları her gün tekrarlamaktan bıkmadığına şaşmaması da mümkün değil.
Karşımızda konuşan bu siyasal figür bir gerçeklik midir yoksa bu rolü oynayan dijital bir oyuncu mudur diye kuşkulanmaktan da alamayız kendimizi.
Zira bu kadar rahat yalan söylemek bir tür hezeyandır ve böylesi birinin olması gereken yer ya akıl hastanesi ya da halkı aldatmaktan yargılanmaktır.
Oysa günümüzün siyasal ahlakı bu yargılamanın yerinin seçim meydanı olduğunu, kararı ise halkın verdiğini, şayet halk bunu onaylıyorsa halkın kararına rıza göstermek gerektiği anlayışındadır.
Halk ise çoğu kez küçük gündelik hesaplar, çıkarlar ve korkular ya da üretilen efsaneler karşısındaki büyülenmelerle bu yalanlara inanır veya inanır gibi yaparak tercihini bir kerteye kadar statükonun korunmasından yana kullanır.
Tam da bu nokta aslında siyasetin de sıfır noktasıdır.
Her şeyin dibe vurduğu ve yalan(cı)ların sıradanlaştığı bu durumdan kurtulmak için tek çare, bu yalanlara göz yumanları değiştiremeyeceğimize göre, hiç değilse siyasilerin bu denli pervasızca yalan söyleyemeyecekleri bir kertenin hesaplanarak, siyaset hayatlarının bu kertenin altında kalacağı bir süreyle sınırlandırılmasıdır.
Kim bilir, Platon'un bilge kral için öngördüğü 10 yıllık süre kısıtlaması, belki de bu ihtimal göz önünde tutularak hesaplanmıştır.
Kaynaklar:
1. Platon, Devlet, Remzi K. s. 104.
2. https://tr.wikipedia.org/wiki/Kutsal_yalan.
Yazının orijinali için bakınız:https://www.indyturk.com/node/730436/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/siyasal-ahlak
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.