Heterotopik bir mücadele alanı olarak başörtüsü

Bu yazıya ilham veren Müfit Daknılı'ya şükranlarımla… 1990'lı yıllarda yükselen başörtüsü mücadelesi, Kemalizm'le birlikte başlatılan Batılılaşmacı bir dayatmaya karşı verilen mücadelenin ötesinde, Türkiye'nin, dahası Osmanlının çözmesi gereken daha temel bir sorunu dile getirme ve aşma çabasıydı.
Heterotopik bir mücadele alanı olarak başörtüsü
Ümit AKTAS
Ümit AKTAS
Eklenme Tarihi : 3.03.2024
Okunma Sayısı : 114

Heterotopik bir mücadele

alanı olarak başörtüsü

Bu yazıya ilham veren Müfit Daknılı'ya şükranlarımla…

1990'lı yıllarda yükselen başörtüsü mücadelesi, Kemalizm'le birlikte başlatılan Batılılaşmacı bir dayatmaya karşı verilen mücadelenin ötesinde, Türkiye'nin, dahası Osmanlının çözmesi gereken daha temel bir sorunu dile getirme ve aşma çabasıydı.

Osmanlı'dan beri gelen ve onlarca kuşak tarafından farklı biçimlerde yoklanan bir geleceği, medenileşmeyi ve özgürleşmeyi arayış çabası, biçimsel bir Batı karşıtlığındansa onu da anlamaya çalışarak, buradan doğru Doğu'nun makûs talihini de aşabileceği adımları atmalıydı.

Kemalizm'e karşı hıncını bir yana koyacak ve sesleri boğulan halkların çığlığı olacak bir sesleniş, Batı'nın aykırı sesleriyle de buluşabilmeliydi.

Ancak amacı doğrudan iktidarı ele geçirmek olanlarca bu çabaya el konunca veya bu çabanın amacı biçimselleştirilerek salt bir iktidar mücadelesine teksif olununca, başörtüsü sorunu çözüldü belki ama yerlilik ve milliliğe demir atan bu mücadele maalesef daha ötesine gidemedi. 

Başörtüsü mücadelesi, dahası İslami/İslamcı mücadele, başlangıcında oldukça farklı alanlarda ve biçimlerde zuhur eden heterotopik bir mücadeleydi.

Michel Foucault'nun kavramlaştırmasıyla heterotopya veya Henri Lefebvre'in deyişiyle heterotopi, özgürleşme veya kaçış mekânları ya da ayrıksı/aykırı mekânlardır.

Bunlar giderek kapitalizm tarafından işgal edilen, ele geçirilen modern şehirlerin nişlerinde, sığınılan veya kurtuluşa ya da farklı bir geleceğe doğru açılan potansiyel 

Başörtüsü mücadelesi, dahası İslami/İslamcı mücadele, başlangıcında oldukça farklı alanlarda ve biçimlerde zuhur eden heterotopik bir mücadeleydi.

Michel Foucault'nun kavramlaştırmasıyla heterotopya veya Henri Lefebvre'in deyişiyle heterotopi, özgürleşme veya kaçış mekânları ya da ayrıksı/aykırı mekânlardır.

Bunlar giderek kapitalizm tarafından işgal edilen, ele geçirilen modern şehirlerin nişlerinde, sığınılan veya kurtuluşa ya da farklı bir geleceğe doğru açılan potansiyel özgürleşme mekânlarıdır.

İktidarın türdeş mekânlar yaratma girişimine karşı bu aykırı mekânlar, farklılıkları korumaya yönelik bir tepki veya özgürleşme alanları olarak, sığınaklar ya da mütevazı direnme mekânlarıdır. 

Farklılıkları korumaya da dönük bu tip duyarlılıklar, kapitalizm tarafından istihdam edilen modernliğin AVM'ler veya SİTE'ler gibi şehrin bazı alanlarının mutenalaştırılma girişimine karşı, ÇARŞI veya GEZİ gibi direniş mekânlarında kendisini, ayartılmaya karşı tepkisini ifadeye çalışır.

Sözgelimi Edirnekapı'daki Roman yerleşkesinin yerinden edilerek mekânın mutenalaştırılma çabası ya da üniversitelere başörtülülerin alınmaması gibi, kamusal alanın farklı sosyal kesimlerden arındırılarak buraların sözüm ona modernize edilmesi (eşbiçimli/izotopik hale getirilmesi, türdeşleştirilmesi) girişimlerine karşı tepkileri de örgütler. 

Daha önceki kuşakların emperyalizme/kapitalizme karşı verdikleri silahlı mücadele yerine, iktidarlara veya zorbalıklara karşı Asef Bayat'ın deyişiyle Arap Baharı gibi direniş biçimleriyle, gayri hareketler oluşturulur.

Dışlamaya ve ötekileştirmeye karşı protestoların yerleşkeleri, şehirlerde farklı nişler açarak buraları direnişin mekânları haline getirir.

Toplumsal mekânın küresel karakterli her ele geçirilme biçimi, karşısında örgütlü olmasa da kendiliğinden gelişen bir direniş biçimini bulur.

İşgalin ve zorbalığın dili/stratejisi değiştikçe buna direnişin ve özgürlüğünü korumanın dili/stratejisi de değişir.

Tekbiçimliliğe ve sermayenin tahakkümüne karşı bu itirazın öte mekânları, şehirlerdeki iktidarın ceberut akışını yerinden ederek oldukça asude, göze çarpmayan ve egemenler dışında kimseyi ürkütmeyen ve rahatsız etmeyen anaforlar, sığınaklar, başkalıklar yaratır.

İktidarın hayatı ve kenti çıkar amaçlı bir biçimde üretimine karşı bu heterotopik direniş mekânları, yaratıcı çığırlar ve izleklerle ilk bakışta göze çarpmayan farklı bir şehir dokusu, aurası yüksek olsa da mütevazı örüntüler oluşturur. 

Muarız birileri açısından ise heterotopyalar, iktidarın (egemen güçlerin) muhalifleri marjinalleştirerek kötü örnekler haline getirme çabası olarak da görülebilir.

Kimi zamanlar ve yerlerde olmamış da değildir belki ama bu da dağınıklığına verilebilir.

Egemenlerin birleşik ve mütehakkim, devlet aklının verileriyle donatılmış stratejisine karşı heterotopik alanlar dağınık, bölük pörçük ve örgütsüzdür ama bu yönü ona kendiliğinden oluşan farklı bir stratejik averaj da sağlayabilir.

Kuşkusuz buralardan ütopyalara doğru evrilebilecek izlekler de vardır ve bu minvalde bazı deneyimler de zuhur edebilir.

Ama bunun oluşabilmesi için öncelikle bu mekânlarda yurtlananların bu mekânların anlamını sahih/doğru bir biçimde kavramaları gerekir.

İçlerindeki o bastırılmış öfkeyi olumluya doğru bükebilecek bir cesaret ve kararlılık, yalımlarını yakmaya değil de yaratmaya yöneltilebilmelidir. 

O zaman işte kendilerini arada kalmış birileri olarak değil de arâftaki o ârifler, yani yüksek bakışa sahip özgürlük savaşçıları olarak görebilirler.

O zaman işte yerlilik ve millilik söylemleri gibi yapay aforizmalar aşılarak otantik bir buraya aitliğin, beri gel barışalım, yad isen bilişelim dizelerinin izleğindeki bir yabancıya kapısı açıklığın ve ötekini baş tacı eden bir uzlaşının yolları da bulunur. 

Bu hissiyatın veya bilincin doğuşundan itibaren yerleşilecek bir topia/mekân, egemenlerin tanımladığı ve onayladığı bir yer olamaz elbette.

Kaldı ki bu irfan ehli, ne bir yıkım çabası içerisinde olabilir, ne de ellerine bir put tutuşturmak için yanıp yakılan çevrelerin arzularına tâbi kılınabilir.

Dahası bu, tepkisel bir münzevilik veya kaçış olmayacağı gibi, tipik bir "arada/kararsız kalış" da değildir.

Farklı bir sosyopolitik ve düşünsel mekânın inşasına doğru bu gidişat, kapitalizmin zoruna ve toplumsal mekânı mülkleştirme girişimine karşı, geleceği açmaya ve oraya doğru gidişatın yollarını onarmaya yönelik olumlu bir çabadır. 

Geleceğe dair bu kaygı, salt verili hayatın savunulması ya da ütopik bir gelecek tahayyülü için değil, hakikatle bağlarını koruyan bir sahicilik/otantiklik arayışıdır.

Bir anlamda bu, mevcut toplumsal mekânın nişlerinde geleceğe dönük çıkmalar oluşturmak gibi bir işleve de işaret edebilir.

Yani bir yandan farklı ve özerk, öte yandan ise kadim olanla bağlarını koruyan sahici bir yenilik ki gelmekte olan orada kendisine yurtlanmaya uygun bir iklim bulabilsin.

Her hâlükârda bu yer, karşıt ya da arada bir yer değil, farklı ve öte bir yerdir. Kavramsal, kurucu, kurtarıcı bir sosyolojik imkân.

Yerleşikliğe bir arzudan ziyade, gelmekte olana bir sesleniş. İnsanları hakikate çağıran, yerel veya tarihsel yerleşkelerin zindanından çıkaracak çağrılış duyulduğu veya ona doğru yüründüğü ve yakınlaşıldığı bir yer ve hatta yolculuk.

Öyle olduğu içindir ki kapitalizmin ya da iktidarın mekânı gibi cesametli, şaşaalı, mütehakkim ve devasa değildir.

Sabit olamayacak kadar akışkan, gösterişli olamayacak kadar sade, mukimleşemeyecek denli hareketli ve yolda.

Bu ise ne onun ne de bulunduğu hâlin hakikatin tecessüm yeri olduğu anlamına gelir.

Hakikat hiçbir zaman ve tam olarak birilerinin eyleminde, Hegelci bir yaklaşımla "olan"da zuhur etmez.

Belki çekip götürür insanları oraya doğru; yakınlaşılır, yakın durulur ona; aradaki o asimptotik mesafeye, bu mesafenin geleceğe taşıyan bir fark oluşuna özen gösterilerek. 

Sözgelimi 1910'larda neredeyse hiçbir siyahın yaşamadığı Harlem, 1940'larda, bir "Harlem Rönesansı" olarak tanımlanacak kadar siyahilerin özellikle edebiyat, dans, caz müziği, tiyatro gibi sanatları geliştirdikleri bir kültürel dirilişin mekânı haline gelecektir.

Foucault'nun deyimiyle bir heterotopya; yani ötekinin/ötekilik mekânı, ayrıksı veya öte mekân.

Bu noktada kalınmayacaktır elbette. Harlem, giderek dinî hareketlerin (mesela Malcolm X'in), insan hakları mücadelesinin, siyah işçi hareketinin (mesela Troçkistlerin) ve kadın hareketlerinin de merkezi haline gelecektir. 

İstanbul'un bir zamanlar mutenalaştırılmış olan kimi semtleri de 1990'lardan itibaren farklı yerleşkeler tarafından değişime zorlanacaktır.

Ne var ki bu aykırı mekânların daha yeterince dillendirilmemiş ve kendi bilincine, farklılığının ve öte/aykırı sesinin bilincine varamamış tahayyülü, iktidar peşinde top koşturan yanal alanlardaki muhterislerin mücadelesi tarafından istihdam edilince, buralardaki fikir ve enerji (sloganlar, aforizmalar, tahayyüller, umutlar ve hatta acemilikler), siyasallığın aculluğu tarafından soğurularak araçsallaştırılacak, bir reklam malzemesi veya afiş haline gelecektir. 

Başörtüsü etrafında kümelenen mücadele, işte böylesi nişlerde, öte mekânlarda, direnişin kuytu köşelerinde, bölük pörçük ve kendiliğinden kotarılmıştır.

Kendi geleceğini bütünsel ve doğru bir biçimde kavrayamayan bu mücadele, kendi anlamını genişleterek ve bir öğrenim mücadelesini de aşarak, bir milletin, dahası İslam dünyasının kurtuluşuna dair umudu besleyerek, bunun için ne yapması gerektiğinin bilincine vararak, nicedir zorlanan o kritik eşiği aşmanın yollarını bulabilirdi ama farklı etkenlere dayanan bir anlam kayması ya da daralmasıyla, taraftarları kadar karşıtlarınca de siyasal bir simgeye indirgenerek bu anlamın çok uzağına savrulacaktır. 

Kuşkusuz öncelikle sahih bir dile kavuşulmalıydı. İşte o zaman düşünce ve eylem arasında belirecek bu dil, kendisini ifade edebilecek bir erginlikle, salt yaşadığı tikel amaçlarla yetinmeyerek, tikelliğinin kendisini amade kıldığı o zaman-mekân darlığını aşan bir bakışla, evrensel bir kurtuluşa dair çıkarımlarda bulunabilirdi.

Farkına varılması gereken ilk şey, selefi olan Cumhuriyetçilerin de farkına varamadığı o temel sorundu: Kelimenin tam anlamıyla bir kurtuluş, yarattığı bir ötekilik üzerinden ufkunu daraltmayan, aksine onu da bu ufka dahil etmeyi becerebilen bir stratejiyi/hikmeti gerektirmekteydi. 

Bu tür bir basiretten yoksunluk, kurtuluş mücadelesini bir hizbin iktidar mücadelesine dönüştürürken, muhtaç olunan o özgürleştirici dilin kaybına da yol açacaktır.

Nitekim bu tür bir hevese savrulan Cumhuriyetçiler uzanımlarından budanmış bir dilin yoksulluğuyla, kurtarmayı düşündükleri halkla bile anlaşamaz bir hale düştüler.

Başörtüsü mücadelesinde kendilerine makul bir mücadele mekânı bulanlar ise ileri sürdükleri tepkisel bir dille ki bu Osmanlıcadan mülhem bir dildi, daha ileri doğru atmaları gereken bir adımı daha da geriye çektiler.

Başörtüsünde simgelenen mücadele böylece yerelleşirken, dil de düşünce ve eylemi daha ileri doğru taşıması gereken yetkinlikten uzaklaşacaktır. 

Bu tıpkı Yunus'un "buğday mı, himmet mi?" sorusu karşısındaki buğdaya rıza gösteren tutumunu andırmakta.

Gerçi Yunus hatasının geç de olsa farkına varacak ve bunu telafi edecektir ama görünen o ki başörtüsü mücadelesi verenler hâlâ bunun, himmete karşı buğday olma anlamını yeğlemekteler.

Gerçi bu, günü kurtarmaya yetmektedir ama sadece bir kuşağın gününü ve sadece o dar vakti.

Oysa geçmeye yeltendikleri kapı, özgürleşmeye hasret kuşakların önünde o uzun asır boyunca ancak bir kere açılacaktır.

Buğdayı yeğleyenlerin karınları doysa da tahayyülleriyle bağları kopacak ve sadece o şaşaalı sıradanlıkla yetineceklerdir.   

Onları bu yanlışa sürükleyen rakiplerine karşı duydukları hınçtı belki, belki de vaat edilen elmanın parıltısının ayartıcılığı.

Rakiplerine üst gelmenin hazzıyla ve iktidar mekânının gönenciyle yetinirlerken, ellerinden kaçırdıklarının ise farkına varamayacaklardır.

Bu belki daha bir tevazuu, bununla birlikte daha bir bilgeliği gerektirmektedir. Ne var ki ikisinden de yoksundular.

Bu yoksunluk ise salt dillerini yoksullaştıran bir sosyolojiye, vasat bir sosyolojik mekânın arzularına tâbi olmanın ötesinde, karşı karşıya oldukları sorunun üzerinde derinlemesine bir düşünme ve eyleme kapasitesinden de yoksun olmalarıyla ilgilidir. 

Azın azı olan düşünenlerini bir kenara iterken veya propaganda elemanlarına dönüştürürken, eyleyenleri ise en önlerde ölüme göndereceklerdi.

Geriye ise sadece iktidar heveslileri ve rövanşistler kalacaktır.

Böylece kapitalizm ve emperyalizm eleştirisiyle insan hakları mücadelesi ve ezilenlerin savunusundan yola çıkan, sosyolojinin birbirinden oldukça farklı nişlerine (dergiler, kitabevleri, kahveler, camiler, tekkeler, vakıflar, dernekler, spor kulüpleri, lokaller, çay bahçeleri…) eşzamanlı ve kendiliğinden yerleşen heterotopik aykırılıkların el ele verdiği bir hissiyatın siyasal ifadesi, tahkim edil(e)memiş hassalarından doğru ele geçirilecek ve giderek daha rafine bir ulusalcılık ve daha inceltilmiş bir kapitalizm tarafından istihdam edilecektir. 

Öyle ki başörtüleri nedeniyle özgürlükleri kısıtlanmış ve hakları ellerinden alınmış birileri gün gelecek ırkçı ve sömürücü bir anlayışın savunucuları haline bile gelecektir.

Kapısından bile girilemeyen akademiler, yeni ve ufuk açıcı bir anlayışın özgürleşmesinin değil, iktidarın tahakkümünün araçlarına dönüşecektir.

Ve bu hikâye, neredeyse İslam dünyasının çoğu ülkesinde de tekrarlanacaktır. Bu vasatlığı aşmaya en yakın olan ülkelerde, İran ve Mısır'da da.

Bir başka hınçlı toplum olan İsrail'i pervasızlaştıran belki de karşısında bulunduğu işte bu vasatlığın manzarasıdır.

Ve ne yazık ki bu manzara salt birkaç cesaret örneğiyle alt edilebilecek gibi de değil.  

Yazının orijinali için bakınız:https://www.indyturk.com/node/703711

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!