Adalet salt bir bölüşüm, paylaşım ve yerli yerindelik ilişkisi olmaktan öte, bir hak, hukuk ve hakkaniyet arayışıdır.
Bir kez elde edilerek bir yana bırakılamayacak bu arayış, sürekli yenilenmesi gereken bir çabayı, kritiği ve teyakkuzda olmayı gerektirir.
Özellikle de kriz şartlarında ortaya çıkan her toplumsal durum, akil ve adil insanlarca tefekkür ve teşhis edilerek, adalet ve hakkaniyete dair doğru karar ve davranışlar ortaya konulmalı, bakış açılarımız kadar çabalarımız da yenilenmelidir.
Günümüzde de insanlığın birçok temel sorunu yeniden tartışmaya açılmış durumda.
Söz gelimi yıllardır tartışılan kadınların kamusal hayata katılımı ve bu bağlamda ortaya çıkan siyaset, öğrenim ve çalışma hakları çevresindeki sorunlar.
Sanayileşme ile birlikte bir sorun haline gelen çevre kirliliği ve buna yol açan kapitalizmin yarattığı haksızlık, adaletsizlik ve sömürüler.
İmparatorluklar sonrası dünyasında oluşan ulus devletlerin azınlıklara baskıları sonucu kaybolmaya yüz tutan dillerin ve kültürlerinin korunması, bu dillerin eğitim dili ve hatta resmi dil olarak tanınması ve azınlıkların siyasete katılımı meseleleri.
Sözgelimi ABD’de siyahların, Filistin’de Arapların, Türkiye ve İran’da Kürtlerin her açıdan eşit yurttaş olma sorunları.
Bu konularda aşılamayan asıl mesele ise yasal mevzuattan da öte, kasıtlı ya da kasıtsız bir biçimde süregiden ötekileştirici toplumsal pratikler ve kültürel dışlayıcılıklar gibi fiili tavırlardır.
Bir de mültecilik meselesi var ki, büyük ölçüde sömürgecilerin sebep oldukları ve arkalarında bıraktıkları sorunlarla baş edemeyen sömürge halkları, bu kez çareyi yaşadıkları coğrafyaları terk ederek, bu gibi sorunları bir ölçüde de olsa aşmış olan sömürgeci ülkelere ilticada bulmakta ve bu da küresel bir krize yol açmakta.
Doğrudan nüfus hareketlerine dayanan bu tepki, Batılı ülkelerin konforunu bozduğu gibi, bu ülkelerin ırkçılık açısından sorgulandığı yüzleşmelere de neden olmakta.
Öyle ki sınırlar kapatılmakta, mültecilerin denizlerde boğulmalarına göz yumulmakta ve hatta İngilizlerin yapmaya çalıştığı gibi, mültecilerin henüz 1961 yılında sömürge olmaktan kurtulan ve akabinde bir soykırım süreci yaşayan Ruanda’ya gönderilmeye çalışılması gibi abes kararlar alınmakta.
Bunlar, sömürgeciliğin meflûç bir halde ve baş edilemez sorunlarla geride bıraktığı sömürge halklarının içerisine düştükleri çaresizlikler.
Çünkü sömürgecilik bu toplumları kargaşaya düşürerek çekildiği gibi geride de adeta bir toplumsal çöplük bıraktı.
Bu katmanlı sorunların en ağırı da bir türlü içinden çıkılamayan maduniyet sorunu; sömürgeciler yanında yerel kültürlerin de en alttakileri sürüklediği insanlık dışı durumlardır.
Gayatri Spivak’ın “madun konuşabilir mi?” sorusuyla dillendirdiği bu can yakıcı sorun, paryalaştırılan halkın etrafında ortaya çıkan adalet ve hakkaniyet tartışmalarıyla daha da sorunsallaşır.
Doğal olarak madunun bir dili vardır ama konuşma, konuşabilme, kendi fikrini ifade etme, siyasal temsil ve eşit yurttaşlık hakkı ya da becerisi var mıdır?
Zira o, toplumsal örfün ve hatta yasaların kabulleri nedeniyle eğitim, çalışma ve temsil haklarından mahrum bırakılmakta ve kendisini eşit bir insan olarak hissedememektedir.
Bun meseleleri aşılamaz kılan ise madunların maruz bırakıldığı veya içselleştirdikleri bu tip eşitsizliklerin doğal ve kaçınılamaz bir olgu olarak kabullenilmesidir:
Azınlıkların dili ilkel ve yetersizdir, proletaryanın sendikalaşması çalışma hayatını zora sokabilir, dezavantajlılara tanınacak pozitif ayrımcılıklar toplumsal barışı tehdit edebilir, madun kıt akıllı ve hatta akılsızdır, siyahiler veya Filistinliler insan değil, insansıdır…
Bu tür eşitsizlikleri meşrulaştırmak için sözüm ona bilimsel çalışmalar dahi yapılmış, meclislerden yasalar da çıkarılmış olabilir.
Daha da vahimi ise bunlara dair cari toplumsal duyarsızlıklar ve kabullerdir. Yani sorun salt haksızca çıkarılmış veya dayatılmış yasalardan öte toplum tarafından benimsenmiş ve içselleştirilmiş örflere de dayanmakta.
Bu gibi kabullerin ve sorunların görmezlikten gelinmesi, düşmanlıklara ve çatışmalara yol açarken, bu durum zamanla toplumsal krizlere de dönüşmekte.
Sonuçta ise tüm bu eşitsiz ve adaletsiz tutumlar yasalara, bilimsel kabullere ve cari örfe uyarlı olsa ve bu durum toplum tarafından benimsense de kamu vicdanında bunların ahlaki, adil ve hakkaniyete uyarlı olup olmadığı tartışması sürüp gidecek, açılan yaraların üstü örtülemeyecektir.
Bir asır öncesine gidelim. Sömürgecinin sömürge halklarından, beyazların siyahlardan daha üstün olduğunun varsayıldığı, dünyanın çoğunun “beyaz ve üstün” ırk mensuplarınca işgal edilmiş olduğu şartlara.
Fransızcanın ve İngilizcenin dünyanın pek çok ülkesinde resmi dil, eğitim dili ve üstün dil olarak kabul edildiği ve anadillerin unutturulmaya çalışıldığı şartlara.
İşte o şartlarda adalete ve hakkaniyete dair sorunlar çok boyutlu bir biçimde tartışmaya açılacaktır.
O eşitsiz şartlarda sömürgeciyle yerel halkın hukuku, dolayısıyla da hakları bir değildir.
Egemenin hukuku adil olmadığı gibi, bölüşüm de hakkaniyetten yoksundur.
Günümüzde bile birçok Afrika veya Ortadoğu ülkesinin finansal muslukları ABD, İngiltere, Fransa gibi sömürgeci ülkelerin inisiyatifindedir
Bu ülke halklarının refahı, sömürge halklarının sofrasındaki ekmeğin çalınmasıyla sağlanır.
Bu gibi sorunları çözmek için kurulan Birleşmiş Milletler Cemiyeti’nin yapısı bile bu eşitsizliği destekleyecek bir biçimde kurgulanmıştır.
Madunlaştırılmış halklar ise en temel haklarından yoksundur ve hatta adalet talep etme gücüne ve hakkına dahi sahip değildir.
Dolayısıyla sömürgeci/egemen için adil olan, onun için adaletsizdir, zalimcedir ve ısrarla bu konu tartışmaya açılmak istense de sömürgeci ve ardında bıraktığı işbirlikçiler bu tartışmaları her türlü zorbalığı kullanarak, bilim ve düşün insanlarını, hukukçuları ve siyasileri, askerleri ve paramiliter güçleri de seferber ederek susturmakta ya da bastırmaktadır.
İslamcılık tartışmaları da tam da bu süreçte, bir sömürgecilik karşıtlığı olma yanında, adalet ve hakkaniyet arayışı ve mücadelesi olarak da ortaya çıkmıştır.
Bu gibi akımların yapmaya çalıştığı ilk şey ise sömürgeleş(tiril)miş halkların içerisine düştükleri durumun açıklığa kavuşturulması ve bu durumdan çıkışı sağlayacak bir adalet ve hakkaniyet arayışı ile buna dair bir bilinç oluşturma çabalarıdır.
Bu ise öncelikle özgür bir insan ve özerk bir toplum olmanın anlamının kavranmasını gerektirir. Temel mesele, öncelikle içselleştirilmiş olan toplumsal zafiyetin, yani sömürgeleş(tiril)menin ve mustazaflaş(tırıl)manın (maduniyetin) bir sorun olarak açığa çıkarılması, sömürgecinin dayattığı şartlara karşı tezlerin tartışmaya açılması, topluma kabul ettirilmesi ve bu durumdan kurtuluşun yollarının gösterilerek mücadele pratiklerinin ortaya konulmasıdır.
Bu döneme dair çözümlemelerde bulunan Malik bin Nebi’nin ifadesiyle sömürge halini kabullenmemiş, bu durumu içselleştirmemiş ve bu kölelik şartlarını sindirmemiş bir halkın sömürgeleşmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla da öncelikle bu madunlaşmış, kendisini ifade etme, savunma ve sömürgeciye karşı koyma yeteneğini kaybetmiş toplumun bu durumunu görmesi, anlaması ve bundan kurtulması için bir bilince ve isteğe kavuşturulması gerekmektedir.
Toplumun içerisine düştüğü bu zaaf açığa çıkarılmalı ve tartışmaya açılarak topluma yitirdiği özgüven ve bilinç yeniden kazandırılmalıdır.
Sorunun asıl yönü budur: Bir toplumun kendisini, bilincini ve edimlerini değiştirebilmesi; zira “bir toplum kendisini değiştirmedikçe Allah onu değiştirecek değildir.”
Bunu yapacak olanlar ise öncelikle sorumlu ve özverili âlimler, aydınlar ve düşünürlerdir. Söz gelimi Mahatma Gandi, Abdulgaffar Han, Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh, Mehmed Âkif, Musa Carullah, Frantz Fanon, Ali Şeriati, İmam Humeyni, Aliya İzzetbegoviç gibi öncüler.
Ve hatta İran İslam Devrimi’nin kökleri de, sömürgeciliğin reddine dair mücadelelerin başladığı bu sürece, 1890’lardaki Tütün Kıyamı esnasında Mirza Şirazi’nin İngilizlere verilen imtiyazı berhava eden tütünün ekilmesi, satışı ve içilmesini yasaklayan fetvasından itibaren başlayan bir krizle ortaya çıkan tartışmalara ve çatışmalara kadar dayanır.
Bu süreçte tartışılan ve açığa çıkarılan özünde sömürgecilik olgusu ile birlikte, işbirlikçi bir rejimin aymazlığı, sömürgecinin zalimliği ve buna karşı özellikle sorumlu âlimler ve aydınların ortaya koyduğu hakkaniyet ve adalet arayışlarıdır.
Öyle ki aynı dönemde Osmanlı maliyesinin girdiği borçlanma krizi (Düyun-u Umumiye meselesi) de, Osmanlının yıkımına yol açacaktır.
Benzeri bir mücadele, bir hak ve adalet arayışı ve buna dair tartışmalar, ABD’de, beyazların tahakkümünü bertaraf etmek isteyen siyahlar tarafından verilir.
Siyahlar da bir yandan eşit bir insan kabul edilmek için hak ve hukuk mücadelesine, öte yandan ise toplum içerisinde maruz kaldıkları madunlaştırılmaları aşmak için bir hakkaniyet arayışına girişirler.
Nitekim gerek Malcolm X gerekse Martin Luther King, bu süreçte katledilerek siyahların mücadelesi durdurulmaya ve adalet talepleri susturulmaya çalışılacaktır.
Türkiye’de başörtülü kadınlar da kamusal alanda uğradıkları ayrımcılıklara karşı bir adalet ve hakkaniyet mücadelesi verirken; Kürtler de uğradıkları eşitsizliklere, özellikle de dillerini kullanma konusundaki baskılara karşı mücadelelerini sürdürmekte ve anadilde eğitim hakkı talep etmektedir.
Bunlar bir açıdan da aşağılanan ve zayıf düşürülen toplumsal kesimlerin (mustazafların) imtiyazlı sınıflar (egemenler) karşısında verdikleri bir eşitlenme mücadelesidir ki bu mücadelelerin bir yönü hukuk, diğer yönü ise hakkaniyet arayışına dayanır.
Günümüzün en can yakıcı hak ve adalet mücadelesi ise Filistin halkının İsrail karşında verdiği varoluş mücadelesi ve bunun yarattığı küresel krizdir.
İşte bu kriz sürecinde de kritiğe tâbi tutulan, adalet ve hakkaniyet meselesidir.
Çünkü Batı ülkelerinin yönetimleri meseleyi İsrail’in egemenlik ve kendini savunma hakkı olarak görürken, sair ülkelerin pek çoğu ve özellikle de halklar ve hatta BM kararları, temel sorunun yıllardır hakları yok sayılan, işgal altında tutulan ve hatta soykırıma uğratılan Filistin halkının özgürlük ve bağımsızlık hakkının gasp edilmesi olduğunu savunmakta.
Sonuçta ise 1948 yılından beri süregelen bir çatışma sürecinde Filistin halkı işgal edilen topraklarını ve gasp edilen haklarını kazanma mücadelesi verirken, bu süreçte milyonlarca Filistinli yersiz yurtsuzlaştırılmış, binlercesi de katledilmiştir.
İsrail’in ve ardındaki küresel güçlerin ahlaka, adalete ve BM kararlarına aykırı tutumları birçok alanda tartışmaya ve eleştirilere yol açsa da, “eleştirinin silahı silahların eleştirisinin” yerini tutmuyor olacak ki, apartheid koşullarına tâbi tutulan Gazze halkının 7 Ekim’de kendisini dış dünyaya kapatan duvarları yıkmasıyla birlikte başlayan savaş, küresel çapta yeni bir krize yol açarken egemen söylemin ezberlerini de bozmuş; bir adalet ve hakkaniyet tartışması ve mücadelesi başlatmış bulunmaktadır.
Bu süreçte kavramları da tersine çeviren ve istismar eden Siyonist egemenler ve yandaşları, bir yandan Filistin halkını yok etmeye çalışırken, öte yandan antisemitizm kavramının aslında Arapları da kapsayan Semitik halklara düşmanlık anlamını Yahudi düşmanlığı’na indirgeyerek, 100 yıl önce Yahudilere karşı sürdürülen küresel bir aşağılama ve nefretin dilini şimdilerde Filistin halkına karşı yürüttükleri bir aşağılama ve nefret söylemi haline getirdikleri halde, antisemitizm kavramını salt kendilerine özgüleştirme arsızlığını da ısrarla ve haksızca sürdürmekteler.
Öyle ki İsrail devletinin Filistin halkına karşı uyguladığı zulme ve şiddete yönelik her haklı tepki ve eleştiri bile antisemitizm suçu olarak telakki edilmektedir.
Oysa içerisinde bulunduğumuz güncel durum, kavramın yeniden tartışılmasını, kastının ve unsurlarının ne olduğunun açığa çıkarılmasını, dolayısıyla da adalet ve hakkaniyetin bu güncel durum çerçevesinde kritiğini ve yeniden belirlenilmesini gerektirmekte.
Çünkü İsrail doğrudan Yahudi halkının bir temsilcisi olmaktan öte, sömürgeci ülkelerin bölgedeki aparatı ve hatta kriz üretme merkezi konumundadır.
Yok edilmeye çalışılan Semitik halk ise artık Yahudiler değil, Filistinlilerdir.
Yazının orijinali için bakınız:https://farklibakis.net/alinti/umit-aktas-adalet-ve-hakkaniyete-dair/
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.