Paylasma ve Körlük

Mehmet Âkif ömrünün son dönemlerinde, belki de kendi kusaginin hatalarindan hareket ederek "Kissadan Hisse" çikarir:...
Paylasma ve Körlük
Ümit AKTAS
Ümit AKTAS
Eklenme Tarihi : 7.08.2022
Okunma Sayısı : 418

Mehmet Âkif ömrünün son dönemlerinde, belki de kendi kusaginin hatalarindan hareket ederek "Kissadan Hisse" çikarir:

Geçmisten adam hisse kaparmis... Ne masal sey!
Bes bin senelik kissa yarim hisse mi verdi?
'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alinsaydi, tekerrür mü ederdi?


Âkif'e bu dizeleri yazdiran, kendi kusaginin padisaha isyandaki paydasligina karsi iktidari paylasmadaki körlükleridir.

Abdülhamid'den ve hatta çok daha öncelerinden beri gelen ve özünde iktidari paylasmamayi esas alan bir siyasal akilsizlik, sadece imparatorlugun degil, umutlarin da sonunu getirir.

Ittihatçilarin sorumsuz romantizmi Mustafa Kemal'in siyasal gerçekçiligiyle dengelense de, geride kalan koca bir düs kirikligidir.

Yasananlardan ders çikarmak, iyi kötü bir bilgeligi gerektirir. Hayalciliklerle gerçekçilikler arasindaki gelgitler içerisinde itidali yakalamak ise elestirel bir durus ve bunu mümkün kilan nesnel bir bakisla mümkün olur.

Olaylar ve olgularla oldugu kadar dost ya da düsmanla aramizda belli bir (elestirel) mesafe olmazsa, bizi körlestiren o bakis hatalarindan kurtulmamiz da güçlesir ve ister istemez aldanislara düseriz.

Geleneksel bakis açilarinin asiri korumaci tutuculugu, onlari elestirellik ve cesaretten yoksun kilsa ve gelenegin baskisi altinda tutsa da, bunlari asma iddiasinda olan Batici modernlesmeciler de kendi izlekleri karsisinda yaklasik ayni psikoloji içerisindedirler.

Dolayisiyla birincilerin gelenegin mirasina karsi körlükleri, bunlari elestiren ikincilerin "aydinlanmalari"ni dogal bir biçimde güvence altina almamakta, onlari sadece bir olumsuzlama asamasinda birakmaktadir. 

Kaldi ki mesele orada da sona ermemekte. Taraflarin husumetleri, bu kez de karsi tarafi suçlamak ya da töhmet altinda tutmak için farkli körlesmelere yol açmaktadir.

Aklin psikolojinin baskisi altinda tutuldugu bu körlesme biçimi ise, hata bilindigi halde tarafgirligin etkisiyle sürdürülen bir tür hizipçilik ya da tekebbüre dayanmaktadir.


Sözgelimi Kemal Kiliçdaroglu'nun, CHP'yi helallesme basligi altinda geleneksel katiligindan çikarma gayretlerine karsi, taraftari olduklari Aydinlanmaciligin kendilerine pesinen sagladigi düsünülen elestirel nesnelligin zanni içerisinde olan su modernlesmeci kibrin körlügünden çik(a)mayanlar, bu bakisa özgü olmamasi gereken taklitçi ve vesayetçi tutumlara saplanan bakislarindaki körlesmelerden de dogal olarak kurtulamamaktadirlar.

Bu ise, seçimli sistem süresince sagci partilerin ve simdilerde ise Ak Parti'nin sürekli iktidarda kalmasina ragmen; Aydinlanmaci, modern ve sosyal demokrat iddialar içerisinde olan CHP'nin, onca yoksulluk ve krize ragmen neden hâlâ ayni (çekirdek) oy oraninin üstüne çikamadigini açiklayan bir aymazligi ele vermektedir.

Zira Ak Parti'nin de oy tabaninda, tipki CHP gibi, uzun ugraslar sonucu elde edilmis bir sert çekirdek ve bunun olusturdugu bir omurga vardir.

Millî Görüs olarak tanimlanabilecek olan bu omurga, özellikle 1980 sonrasi farkli açilimlarla degisik toplumsal kesimlere ulasarak bunlari da bu omurganin etrafinda toparlamistir.

Bu gelismeyi uzaktan saskinlikla ve küçümsemeyle izleyen ama gerçekligini anlamaya çalismayan kimi Aydinlanmacilar ise bunu çikar baglari ya da kültürel azgelismislik gibi belli bir anlamazligin göstergesi olan etkenlerle izaha çalismislardir.

Dis güçlerin etkisi, köylülük, dinsel bagnazlik, çikar iliskileri, ataerki ya da erkek egemenligi ve hatta ferasetten yoksunluk… gibi basliklarla irdelenen bu çocukça yaklasimlar, neredeyse "bilimsel" bir ciddiyetle savunulagelmistir.

Oysa bu sürecin içerisinde yasayan biri olarak, bu sürecin nasil bir emegin, çabanin, mücadelenin ürünü oldugunu gayet iyi bilmekteyim.

Islamî bir gayretin içerisinde ama bu gayretin dogrudan siyasal bir partiye hasredilmedigi bir yaklasimla, siyasetçilerin ugramadigi yoksul mahallelerde, gecekondu semtlerinde yapilan çalismalara bizzat katilmistim.

Oralarda, (asla abartmiyorum bunu), verilen bir selamla bile onlarca insanin nasil degisebildigine bizzat tanik olmustum.

Kendimiz de yoksul ve yardima muhtaç oldugumuz halde, elimizde avucumuzda ne varsa bu yoksanmis insanlarla paylasma çabasi içerisindeydik.

Sadece elimizdekileri degil tabi, kalbimizdekileri de paylasmakta ve bu insanlarla birlikte bizler de arinmakta, gönenmekte ve yetismekteydik.

Bu yetersiz ama samimi halimizle giristigimiz seferberlikte, yardim ve dayanisma aginin o yoksul ve yoksun parmaklarimizla nasil genislediginin, bu imkânsizligin da tanigi olmustuk.

Kelimenin tam anlamiyla "mucize" de bu degil midir?

Imkânsiz olanin bu yoksul ve yoksun ama girisken ve cesur ellerde belirmesi, basilan yerlerin "suyu arayan adam"larin adimlariyla yesermesi anlamina gelmekte degil midir?

Sosyalistlerin etkinliklerini giderek yitirdikleri bu mahallelere uzanan eller, orada sosyalistlerin bile tam anlamiyla akledemedikleri bir yordamla insanin kalbine degen, maddi oldugu kadar maneviyatçi etkiler yaratmaktaydi.

Aklin duyarlilikla bütünlestigi bu minvalin üretimine kosulanlarin içtenliklerinden baska bir sermayeleri de yoktu.

Kuskusuz ki Terzi Fikri gibi bunu dikkate alan ve basaran sosyalist örneklikler de bulunmaktaydi ama bu mücadelenin gidisati onu susturan derin güçler tarafindan fark edilerek bastirildigi gibi, ulusalci ve Aydinlanmaci komplekslerinden kurtulamayan solcular da buna gereken degeri verememislerdi.

Iste bu süreçte, onlarin bir tür kibirle hafife aldiklari ve basit bir erkek egemenligin etkisiyle izaha kalkistiklari basörtülü kadinlarin faaliyetlerinin inanilmazligini, kadinlarin bu süreç içerisinde nasil da birer siyasal fail haline geldiklerini, kapi kapi dolasarak kurduklari temasi, kurtarici bir eda ile giristikleri gayretleri, gecekondu semtlerine tasinarak oradaki kadinlarla kurulan birebir iliskilerin (sohbet halkalarinin) etkisini de dogrudan gözlemlemistik.

Kisacasi Haci Bayram Velî'nin de kendisini içerisinde buldugu bir "ulu sar"in insa sürecine dahil olmus ve biz dahi o süreçte, "tasla toprak arasinda" yapilanmistik.


Öyle ki o güne kadar o mahrum insanlara uzanan ve kendilerini onlarla esitleyen yegâne bakis ve siyasal anlayis, Milli Görüs ve bununla ittifak halindeki Islamcilarin gayretlerine dayanmaktaydi.

Tabi ki bu dogrudan bir "siyasal" faaliyet olmayip, örgütsel bir siddete de tâbi degildi. Bu kesimlerle bir gönül bagi kurmak, farkli bir izlek için de olsa elindekileri ve kalbindekileri onlarla paylasmak, gençlere destek olmak, kadinlarin sorunlarini anlamaya ve çözmeye çalismak gibi faaliyetlerdi ve dolayisiyla da bunun siyasal sonuçlari da olacakti.

Beri yandan Refah Partisi'nin ilk belediye baskanlari da bu kesimleri gözeterek, dezavantajlilara ellerini uzatmis, yoksullar kadar kimsesizlerle de hemhal olarak belediyecilik anlayisini altyapi hizmetlerinden sosyal hizmetlere degin genisletmisti. 

Hatta o dönemlerde, simdilerde gökdelenlerle kusatilan E5 karayolunun kenarlarinda bedenlerini satarak yasamaya çalisan kadinlarin ellerinden tutulmus; öte yandan ise dünyanin önemli birçok fikir insaninin katildigi kültürel etkinlikler de bir belediyecilik faaliyeti olarak ilk kez yine ayni dönemlerde düzenlenmisti.

Dolayisiyla bu süreç hem sehrin ahalisinin hemserilesmesi, sehir hayatina katilmasi (sözgelimi Istanbul'da yasadiklari halde henüz denizi görmemis olan birçok kadinin denizle tanistirilmasi; Edirne, Çanakkale veya Bursa ziyaretleri gibi etkinliklerin icrai), hem de düsünsel açidan bir evrensellesme oldugu kadar, kültürel açidan da kozmopolitlesmelere (farkliliklara açiklasmaya) de yol açmisti. 


Ak Parti de bu sürece dayandigi için, dolayli olarak bu politikalari sürdürmeye çalismis ve verimlerinden de yararlanmistir.

Gerçi birçok meselede ana mecradan sapilsa da, bu olumlu kazanimlarin, temelde Millî Görüs belediyeciliginin ve Islamci düsüncenin ürettigi bakis açisi farkliliginin siyasetteki etkisi oldugunu söylemek mümkün.

Tabi mesele sadece "maddi" dokunuslarla sinirli degil; bu dokunuslari da kapsayan bir insan insana temas, her seyden önce insan yerine konulabilmek, J. Ranciere'in belirttigi gibi, sessiz ve yoksun olanlarin bir "sese/söze" kavusabilmesi, dolayisiyla sayilara gelmeyen "halk"in siyasete katilmasi, maddi sorunlari çözülürken manevi temaslarla bu tanisikligin daha da etkili kilinmasi da söz konusu.

Siyasal katilimin ve maddi yardimlarin da ötesinde, belki de en önemli sagaltim ve dayanisma, bu manevi dokunuslardadir.


Saint-Exupery'nin de söyledigi gibi, "Insanlarin yüreklerini besleyen, onlara bugdaydan gelen sey degildir. Bugdaya verdikleridir." 1 

Yani ekmek, açligi giderirken kalpleri de birlestirdigince, sadece ekmek degildir. Belki de asil ekmek budur. O yüzden degil mi ki anamizin pisirdigi ekmegin tadini bir türlü unutamayiz.

Onu paylasirken, bölüsürken, yaninda sevginizi de verebilirseniz, yapilanlari yüreginizle de destekler ya da besleyebilirseniz (ki dilimize namaz olarak çevrilen ve Kur'an'da zekâtla birlikte sikça atifta bulunulan "salat" kavraminin temel anlami da budur: kalpten gelen edimler, paylasma, bölüsme ve dayanismalar…), o zaman iliskiler kalplerin de beslendigi bir muhabbete ve dostluga dönüserek taraflari derinden etkiler ve yüceltir.

Tersi de olabilir tabi; dayanisma edimlerinin kalbî desteklerden yoksunlugu, hükümranlik gayretleri, basa kakmalar, içtenlik kaybi ve bunun yol açtigi kaygilar gibi.  

O zaman da aldiklariniz/verdikleriniz zehir zikkima dönüserek madunlari muhataplarina karsi hinçlandirmaktan baska bir ise yaramaz. 


Bunda etkili olan ya da olamayan temel araç ise kullandiginiz dil, gönül dilidir. Sesiniz, sözünüz, davranislarinizin içtenligi ya da nobranligidir.

Yunus Emre de sözün etkisinden bahsederken ayni mevzuya temas eder:

Söz ola kese savasi söz ola bitire basi
Söz ola agulu asi bal ile yag ede bir söz.


Siyaset de temelde insani iliskilere, insani dinlemeye, anlamaya, dahasi ise onu etkileyecek, yaralarina merhem, dertlerine derman olacak isler yapmaya, sözler etmeye, çareler üretmeye dayanir.

Öyle ki hiçbir maddi güç hosça edilmis sözler, içten gelen davranislar kadar etkileyici olamaz. 

Ama birileri ise bunca olan bitene ragmen Milli Görüs'ün siyasal omurgasinin bir türlü etkisizlestirilememesine karsi, bu durumu anlamak için zahmetli ve nesnel çabalara girismek yerine, siyasal durumu hâlâ sosyal yardimlarla göbeginden Ak Parti'ye baglanan kitlelerin aymazligina vermekte ve bu konudaki körlüklerini sürdürmekteler.

Bunun ardinda yatan emegi görmezlikten gelerek, sadece günümüzde artik çigirindan (yoldan) çikmis bir gidisata bakip, farkli bir körlesme (reaktivite)'ye düsmekteler.

Bu yardimlari alanlarin birer insan olduklarini, iyi kötü akil yürütebildiklerini, bu yardimlardaki maddi etki kadar bir yigin farkli etkilerden de yola çikarak bir karar olusturduklarini dikkate almamaktalar.

Siyasal kararin sadece basat bir aklilik ya da çikar etkisinde olustugundan ötesini kavrayamayanlar, kavramak için meseleye gönül indir(e)meyenler, bu hayat karsisinda acze düs(ürül)müs insanlari, onlarin akli kadar kalplerini küçümseyerek, bunlari salt kullanilmaya açik tipler olarak görürler.

Onlarin etkiye asil açik olan yönlerinin insanca bir söz ve davranis oldugunun ise farkina bile varamazlar.

Kendilerine kadar uzanan ellerin, onlarin dertleriyle dertlenenlerin, acilarini paylasanlarin olusturdugu insan insana iliskinin kiymetini anlayamazlar.

Bu insanlari dogrudan aritmetik niceliklere indirgeyen bu bakisin izansizligi, meseleyi hemen maddi iliskilere indirgeyerek, bu insanlarin kendilerine verilen üç kurusla kandirilabildiklerini vehmeder. 


Bu tür bir bakis ise insani küçümsemek, hor görmek, kiymetsizlestirmek, dahasi anlayamamak degil midir?

Iste bunun içindir ki, kendilerine yapilan yardimlarin körlestirdigini düsündükleri bu insanlari onlardan uzaklastiran asil etkinin ve onca tumturakli çözümlemelerine ragmen bu etkinin bosa çikarilamamasinin da temelde "Aydinlanmaci" zihnin kibrinden kaynaklandigini da bir türlü anlayamazlar.  

Dolayisiyla da Gramsci sonrasinda siyasal zihne eklenen onarici bakistan, Foucaultcu riza iliskilerinden ve bunun üretimine dair anlayislardan da uzak durarak, bunlari Aydinlanmaciliga aykiri birer sapma olarak görerek, siyasal vaziyetin degisimi için olumlu bir etki üretimini beceremediklerinden, rakiplerinin hata yapmalarini ve gevsemelerini beklemekten baska bir sey yapamazlar.

Yine de biraz ferahlayabilirler elbette. Zira o gecekondularin yerini gökdelenler aldigi gibi, o sohbet halkalarinin yerini de giderek cafe muhabbetleri ve çikar iliskileri almakta.  

1.  Antoine de Saint-Exupery, Kale, Zeplin Kitap, s. 52

Not: Bu yazi 03.08.2022 tarihinde indyturk.com sitesinden alintilanmistir, yazinin orijinali için asagidaki linki tiklayiniz.

https://www.indyturk.com/node/538176/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/payla%C5%9Fma-ve-k%C3%B6rl%C3%BCk

Bu yazida yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakis açisini yansitmayabilir.

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!