Tarih, bir bakıma, devrimci ahlakçıların açtıkları patikaların süreç içerisinde caddeleştirilmesi, yani çığırından çıkarılması ve sıradanlaştırılması değil midir?
Orada her şey öylesine tanınmazlaştırılır ki kahramanca cesaret, yerini boyun eğmenin övüncüne bırakır.
Hem bu yozlaşma çok da uzun bir zaman almaz. Daha devrimci kuşağın ölümüyle her şey tersine dönmeye başlar.
Muaviye'nin kılıcına boyun eğilir veya Stalin'in çizmeleri proletarya tarafından yağlanmaya başlanır.
Değerlerin altüst edildiği bu şartlarda yapılması gereken ilk şey ise "değerlerin yeniden değerlendirilmesi"dir.
Sorun sadece tüm değerleri altüst etmek için fırsat kollayan tepkin güçlerin biriktirdikleri hınçta değildir elbette.
Belki de asıl sorun devrimcilerin takipçilerindedir. Kendilerini kurtulmuşlardan sayıp bir köşeye çekilmeleri ve gözlerinin önünde olup bitenlere karşı umursuzca seyirci kalışlarıdır.
Ebuzer herkesin gözleri önünde sürgüne gönderilirken suskun kalmaları ya da Stalin'in cinayetlerini sessizce izlemeleridir.
Tarihin çarkları madunların kanlarıyla döndürülürken, kendilerini kurtulmuş sayanların çoğu o çarkların dişlilerini yağlamaktadır.
Kimse değerlerin değiştiğinin ve bir zaman ortaya konulmuş olan ölümsüz yargıların artık anlamını yitirdiğinin farkında değildir.
Başlangıçtaki coşkuya ve umuda sabitlenmiş bakışlar, sahnenin değiştiğini algılayamaz bile.
Gerçi flamalarda hâlâ özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganları dalgalanmaktadır ama bir süre sonra her şey tarihin çöplüğüne atılacaktır.
Belki de asıl sorun anlama biçimlerinde yaşanır. Kutsal metinlerdeki sözcükler altın yaldızlarla parlatılırken, içerikleri değişmekte ve kuşakları da değiştirmektedir.
Buna itiraz edenler ise itizalciler olarak nefretle anılmaktadır. Sözgelimi Kuran'da arâfta olanlar olarak tanımlanan "yüksek bakış" sahipleri giderek ne yapacağını bilemeyen ya da sözleri umursanmayan "arada kalmışlar"a dönüşür.
Onlar, kendilerini cennetlikler olarak gören veya cehennemlik olmakla lanetlenen güruhlara karşı hakikati ortaya koymaya çalışırken, kendi zeminlerini bile koruyamaz bir hale gelirler.
İyiliğin ve kötülüğün standartlaştırılıp sınıflaştırıldığı bir hakikat sonrası dünyasında, savunulmakta olan erdem değildir artık; onunla etiketlenen anılardır.
Bu anıları anlatısallaştıran bir güruhun kötülükleri erdem olarak yüceltilirken, muhalifler ise değerleri sadece onlara bakarak değerlendirmekle başka bir açmaza sürüklenmektedir.
Orada işte hakikati ortaya koyma çabası azın azı olan o devrimci ahlakçılara kalsa da onlar da bir yandan "erdemliler"in el koyduğu değerleri doğrultmaya çalışırken öte yandan bu değerlerin asliyetini savunmaya çalışan ama "ezilmişler" arasına sürüklenmiş olanlarla dayanışmanın gayreti içerisindedir. Nitekim insanlığın macerası buna dair misallerin tarihidir.
Günümüzün sosyalist veya İslamcı devrimcileri de karşılarında bu tip toplumsal karmaşaları bulurlar ve onlar için de asıl zorluk, bu kavramsal karmaşaları yerli yerine oturtabilmektir.
Bu açıdan Marx kadar Şeriati'nin ideolojik ve hatta Dostoyevski ile Nietzsche'nin yazınsal ve düşünsel zorlukları da benzerdir.
Zira öyle yozlaşmış bir toplumla karşı karşıya kalırlar ki, bu toplumun ezilmişleri hınçlı, dindarları duyarsız, seçkinleri ahlaksızdır.
Olumlu değerler, mesela iyilik ve arılık ruhbanların tasallutu altında iken, seçkinler kibirli, yoksullar ise çaresizdir.
Başlangıçta Dostoyevski kadar Nietzsche de seçkinlerin yanında tutunmaya ve onları yönlendirmeye çalışmaktadır.
Ancak yaşadıkları trajik deneyimler bu seçkinlerin kibri, riyakârlığı ve idealden yoksunluğu gerçekliğiyle karşılaşmalarına yol açacaktır.
Yollarını ayıracaklar ve mevcut "iyinin ve kötünün" ötesindeki bir "değerlerin yeniden değerlendirilmesi" çabasına girişeceklerdir.
Dostoyevski ezilenlerin dinine, daha doğrusu Pavlos öncesi Hıristiyanlığına, İsa'nın devrimci öğretisine yönelirken, Nietzsche ise Apolloncu biçimsellik ve uyumluluğun akliliğine karşı Dionysoscu bir esrik yaratıcılığa yönelecektir.
Verili aristokratik değerlerin yadsınması aslında topluma ve verili değerlere karşı bir başkaldırı anlamına gelmektedir.
Suçlular kimlerdir: Kürek mahkûmları ya da yeraltında yaşayanlar mı? İyiliğe el koymuş kilise mensupları ya da topraksız köylüleri köleleştirmiş olan soylular mı?
"Güzel ve yüce"yi temsil ettiğine inanan "rahibin ebedi, nefret edilesi ve ikiyüzlü rolü" mü? 1
Yoksa hümanist düşünürlerce çerçevelenmiş bir insanlık biçimi mi?
Özenilmesi gereken burjuva yaşantısının mutluluk tabloları mıdır, yoksa ezilmişlerin yüzündeki o acıyla gölgelenmiş hareler mi?
Kimin aklıyla hareket etmeli ve kimin vicdanıyla yargılamalıydı?
Olumluluğunu, yaratıcılığını ve duyarlılığını yitiren akıl ve vicdan kime hizmet edebilirdi?
Belki de asıl yapılması gereken derin bir kazı (arkeoloji) faaliyetine, hakikat arayışına girişmek, kavramlar kadar karakterleri de biçimselliklerinden ve maskelerinden kurtararak sahicileştirmekti.
İnandırıcılığını çoktan yitirmiş kurgul karakterlerle kime ne anlatılabilirdi ki?
Edebiyat veya sanat neydi? Van Gogh neyi anlatmak istiyordu ya da Tolstoy neyin peşindeydi?
Birine kulağını kestirten ötekini ahir ömründe evinden kaçırtan hangi ıstıraptı?
Yeni kahramanlara ihtiyaç vardı kuşkusuz. Cari edebiyatın görmezlikten geldiği yeraltında yaşayanların dünyasına el atılmalı, sıradan insanların trajedileri, daha doğrusu hayatın trajikliği gün yüzüne çıkarılmalıydı.
Tarlalardan havalanan kargalar veya kağşamış botlar resmedilmeliydi belki. Heraklites'in de belirttiği gibi "yüce ve güzel" viraneliklerde de bulunabilirdi.
Musa'nın yoldaşı da hazineyi yıkık bir duvarın altına saklamış değil miydi?
Oysa meselleri okumayı unutmuş kalpler, bakışlarını viraneliklere indirmemekteydi?
Rahmeti salt göklerde arayanlar önlerine serilmiş hakikati ezip geçmekte, kötülükleri görememekteydi.
Hakikatin izleri, patikalarda mı yoksa caddelerde miydi?
Tüm devrimci ahlakçılar gibi çağdaşlarımız da yalnız ve anlaşılmazdır; üstelik sözlerinin acılığı ve aykırılığı nedeniyle de lanetlenmektedirler.
Ezilenler yeraltına çekilmiş, ezenler ise ruhbanların desteğiyle tüm yüce değerlere el koymuştur.
Aydınlar cesaretini, dindarlar ahlakını, siyasiler duyarlılığını, sanatçılar yaratıcılığını yitirmiştir.
İşte bu şartlarda biraz olsun sorumluluğunu duyan ve düşünen insan,"hayatında ilk kez en dehşet verici düşmanlarının karşısında öyle korkunç bir yalnızlık hisseder ki en sadık, en sevgi dolu bir kalp bile onu bu yalnızlıktan kurtaracak gücü kendinde bulamaz. İşte tam da burada başlar trajedinin felsefesi." 2
Tabii bu sadece bir felsefe meselesi de değildir. Her şeyden önce bir ahlak mesesidir.
Sıradanlığın ahlakına karşı trajik ahlak ya da uyuşumcu ahlaka karşı devrimci ahlak.
Bu felsefenin farkına vardığı ise yeraltında baskılanan insanlığın ruhunun artık kaçınılmaz bir biçimde isyan kıvamına geldiği ve bir yol göstericiliğe, ifade edilmeye ve tepkin yönlerinden arındırılarak olumlu bir geleceğe doğru çağrılmaya duyduğu ihtiyaçtı.
Ki çoğu zaman bu tanrısal bir seste veya işarette dile gelmişti ve şimdi de bunu aramaktaydı.
Onun üzerini kapayan sosyopolitik tahakküm ise kendi mezarını kazdığının bilincinde değildi.
Egemen güçlerin suçladığı ve aşağıladığı kesimler ise gerçekte tanrısal bir arılığa gönül indirmeyen seçkinler ve ruhbanların rağmına buna muhtaçlıklarını hisseden ama bu hissiyatı bir türlü olumlu bir biçimde ifade edemeyen madunlar, mustazaflar, ezilmişlerdi.
Orada kekeleyen bir sesleniş; kendisine yeryüzünde bir melce, bir parıltı, bir kurtuluş ümidi, diriltici bir ruh aramaktaydı.
Yaşının orijinali için bakınız:https://www.indyturk.com/node/657496
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.