Aykırı bir muhafazakâr: Heidegger

Kimileri onu oldukça gerici ve hatta faşist bulacakken, muhafazakâr demenin bile yakışık almayacağı aykırılıkta biri. Öyle ki, hadi biraz onun diliyle konuşalım, Nietzsche'den Foucault'ya değin tüm modernite sonrası Batı düşüncesini etkilemiş ve bu düşünceye hayatiyet kazandırmış birinden söz ediyoruz.
Aykırı bir muhafazakâr: Heidegger
Ümit AKTAS
Ümit AKTAS
Eklenme Tarihi : 1.10.2023
Okunma Sayısı : 212

Aykırı bir muhafazakâr: Heidegger

Kimileri onu oldukça gerici ve hatta faşist bulacakken, muhafazakâr demenin bile yakışık almayacağı aykırılıkta biri.

Öyle ki, hadi biraz onun diliyle konuşalım, Nietzsche'den Foucault'ya değin tüm modernite sonrası Batı düşüncesini etkilemiş ve bu düşünceye hayatiyet kazandırmış birinden söz ediyoruz.

Elbette ki Nietzsche'den etkilenen odur ama onun yorumu akabinde farklı bir Nietzsche portresiyle karşı karşıya olduğumuzu da kimse inkâr edemez.

Bu ise sadece kendisini temellendirmek değildir. Nietzsche'nin aslında ne demek istediğini de açımlamak ve düşünsel patikaları(nı) oradan itibaren açabilmektir.

Ve o muhafazakâr, kunt, köylü duruşun ardındaki düşünsel cesaret:

Biri ne yapıyorsa odur. 1


Tilmizi Sartre, ustasını rahatsız etse de biraz daha biçimselleştirir bunu; insanın bir tasarı, varoluşun ise özden (varlığın mahiyetten) önce olduğunu söyleyerek; varoluşçu bir felsefe ihdas ederek.

Bu ne demektir: neliğimiz önceden belirlenmiş değildir ve bunu belirleyecek olan kendi edimlerimiz, seçimlerimizdir.

Evet, elimizde bir malzeme vardır ama onu yoğuracak, oradan kendiliğimize dair bir suret yontacak olan biz, kendimiziz.

Dolayısıyla kimseyi suçlamaya, kötümserliğe ve kusurlarımızda mazeret aramaya hakkımız yoktur.

Hemen işe girişmeli ve tuvaldeki bu beğenmediğimiz tasarının üzerine yeni bir portre yapmaya başlamalıyız.

Aslında düşünce tarihini tepetaklak eden bir yaklaşımdır bu. Gerçi bu oldukça devrimci düşüncenin kökleri Şiraz'a, Molla Sadra (öl. 1631)'ya değin dayanır.

Ben önceleri vücudun itibarî ve mahiyetlerin asıl olduğunu savunuyordum. Nihayet Rabbim beni hidayete erdirip ve bunun aksinin doğru olduğunu apaçık bir inkişafla açığa çıkardı. Buna göre varlıklar (vücudat), dış dünyada vaki olan asıl hakikatlerdir. Mahiyetler ise vücudun kokusunu dahi almamışlardır. 2


Yani mahiyetler zihnin ürettiği anlamlardır, asıl olan varlıktır. Heidegger'in Batı metafiziğinin unutturmaya çalıştığını iddia ettiği varlık.

Varlığın olmadığı bir yerde mahiyetin sözü bile edilemez. Ama ne var ki Molla Sadra sadece dalgalandırır suları, bir akım oluşturamaz.

Onun açtığı izlek ise ancak günümüzdeki Avrupa felsefesinde yankılanır.

Nedir varlık peki? 

Öncelikle edimsel ve etkin, bütünsel ve dirimsel olandır. Yankılarını ve ışığını tüm varoluş biçimlerinde sürdürendir.

Öyle ki "başlangıç hâlâ var. Çoktan geçmiş bir şey olarak arkamızda değil, önümüzde duruyor." 3

Bu, geçmişi öne almak değildir; aksine yaratıcılığını sürdüren bir faaliyetin patikasında yol almaktır.

Ve öbür yandan şayet Nietzsche "Tanrı öldü" demekteyse aslında şunu demek istiyor:

Dilinizde bir Tanrı var. Evet, ama o Tanrı diri değil, etkili değil, umursadığınız bir şey değil.

Dolayısıyla ölü bir Tanrı'dan söz etmektesiniz. Bu ise bir iman değil, nihilizmdir…

Nitekim Heidegger de katılır bu yargıya. Ona göre de nihilist olan "Batı yaşamının ve düşüncesinin temeli olan prodüksiyonist metafizik'tir" 4; ki bu, temelinde yıkıcı, baştan çıkarıcı ve kıyametsi bir eğilimdir.

Nasıl ki Sokrates sonrasından itibaren oluşturulmaya çalışılan idealar âlemi, mevcut dünyayı hiçe sayıyorsa, gündelik dünyayı mutlaklaştıran bir yaklaşım da, Varlık'ı unutturarak başka bir tür nihilizme düşmektedir. 

Kuşkusuz ki "Tanrı'nın yaşayıp yaşamaması insanların dindarlığıyla karara bağlanamaz; felsefe ile doğabilimin tanrıbilimsel erekleriyle ise hiç belirlenemez. Tanrı'nın Tanrı olması, varlığın burcu bakımından ve bu burç içinde olup biter." 5

Ki insana ve özellikle de bir mümine yaraşan, Tanrı'yı, onu araçsallaştıracak (teolojik, mistik, büyüsel, batınî, ideolojik) yaklaşımlardan beri kılmaktır.

Onu nedenler içinde bir nedene dönüştürmek yerine yaratılış ve yaratıcılığı üzerinde incelikle ve hürmetle tefekkür etmektir.

İnsan hakkında henüz bir karara varamayışımıza ne demeli peki?

İnsanoğlunun binlerce yıl süren avcıllığı ve öldürmeye yatkınlığının olumsuz muhtemel etkilerine Kuran da işaret etmekte değil midir? 

Melekler, "kanlar döken ve fesat çıkaran" birine itiraz etmemiş midir?

Ama bilme, daha doğrusu düşünme yetisi onu doğrultacak ve iyiliğe yöneltecektir ki Allah, uyarılarını bir kenara koymasa da bu konudaki güvenini izhar eder.

Ama meseleye Adorno'nun karamsarlığıyla bakacak olursak, "sapandan atom bombasına giden insan, vahşetten medeniliğe doğru bir adım atamamıştır."

Heidegger'se başka bir bağlamda sürdürür eleştirilerini:

Modern teknolojinin bu gezegenin her köşesindeki sınırsız egemenliği, dünyanın çok eski bir teknik yorumunun, genellikle metafizik olarak adlandırılan yorumun yalnızca geç bir sonucudur. 6


Yunan'dan beri gelen bu metafizik düşünce, hayvanlar da dahil her şeyi yeniden biçimlendirmiştir (ahlaklandırmıştır) ki buna olumlu bir bağlamda Hacı Bayram Velî de işaret etmekte:

Ben bir ulu şara vardım, ol şarı yapılır buldum, ben dahi anda yapıldım, taşla toprak arasında.


Bizi yapılandıran bu koşullar, bir taraftan da bizim ellerimizin, eğilimlerimizin, bakışımızın, yorumumuzun, amaçlarımızın bir ürünü değil midir? 

Yaparken yapılır, yapılırken yapmaz mıyız? 

Öte yandan, Heraklites'in deyişiyle her şey akıp dururken ve sürekli değişirken biz yine de bir değişmezlik tahayyül edip tüm oluşları bu sabitliğe raptetmez miyiz? 

Metafizik aslında özdeki değişimi görmeden, dikkate almadan bu sabiteye bağlanmak değil midir?

Öyle ki, hareket ve değişimi varlığın özüne nispet eden, oradan itibaren başlatan Molla Sadra bile, bu metafizik bakışı tersine çevirmek istese de kendi düşüncelerini Allah'a nispet eden ve kendilerini bu kendi varsaydıkları tasarıma dayandıran meşşailerin kelami tanrısallığını (ilahiyatı), yani karşısına çıktığı bir değişmezlik metafiziğini sarsabilmiş değildir.

Platon'un yücelttiği idealar âlemi, yani muhayyel bir hakikat tasarımı, içinde yaşadığımız dünyayı küçülten yaklaşımıyla,  bu tip bir düşüncenin dayanağıdır.

Tanrısallık derken, varlığı ve oluşu anlama çabamızın kendini bir yere (metafiziğe) sabitlemeye dair zannının bir tanrı olarak varsayımı, sonuçta tapınışlarımızı da bu zanlara bağlamaz mı ve bir açıdan mücessem putlar yerine zanni putlara eğilmez mi bakışlarımız?

Hâlbuki mümin odur ki İbrahim (as) gibi putları reddederek çıkar yoluna ve her Allah'ın günü gönlüne çöreklenen putları kırarak sürdürür yolculuğunu.

O nedenle anarız her namazda onu ve Muhammed (as)'i; putlara ram olmaya karşı uyarsınlar diye kalbimizi.Heidegger de uyarır Batı'yı, putlara karşı çekiçle felsefe yapan Nietzsche'nin izleğinde. Ki onların düşünsel çabaları Yunan'dan başlayarak Roma'ya ve onun imperium'una, yani işgal ve tahakkümüne evrilen Avrupa'nın tarihini, kavramların anlamını bile değiştirir.

Benzeri bir süreç Afro-Avrasya kıstağında, nübüvvet havzasında da yaşanmıştır. Hıristiyanlık ise bu tarihe köklerinden uzaklaştrılmış bir teolojik meşruiyet katar ve hükümranlık adına işlenen cinayetleri takdis eder.

Tanrı, yapılanları temellendiren ve gerekçelendiren bir neden'dir artık, nihai neden. Son noktayı koyan ise modern metafiziktir; hesapçı aklın kutsal insan'ı, hümanist insan tapıncıdır.

Oysa insan sadece bir tasarıdır ve ne olduğuna, bir animal rationale (beşer) mi yoksa Allah'a yoldaş olmanın eminliği mi, henüz karar kılınmış değildir.

Bu kararı verecek olan ise bizzat kendisidir. Yoksa imtihan dünyasının anlamı başka ne ola ki? 

Kendisini peşinen kurtulmuş sayan hükümran bir mantık ise zulmü ve cehli nedeniyle emanete ihanet ve istismar ederek, geride sadece kanlı izler ve ölü bir tabiat bırakır.

Hesaplayan ve kendisini nedenlere bağlayan rasyonel süreçler ise yapıp ettiklerinin meşruiyetini doğrudan bu hükümranlığa bağlar.

"Yapıyorum o halde yapabilirim"in gerekçesi, doğrudan Aristo mantığıdır. Yıkıcı silahlar yapabilmek, çevresine dehşet saçmak ve milyonlarca yılda zuhur etmiş bir tabiatı ise salt bir hammadde olarak görerek ifsat etmek ise en büyük övüncü olur.  

Hatta Yahudisi ve Müslümanı da katılır bu nihilist/yıkıcı yarışmaya. Barış, adalet ve diğer olumlu değerler konusunda insanlığa örnek olması gereken nübüvvet havzası, dünyanın en çok silah tüketen ve en fazla şiddet üreten coğrafyasına dönüşür.

Yeraltındaki altın, toprak ve su kaynakları siyanürle zehirlenme pahasına, kirli savaşların bir malzemesi haline getirilir.

Öyle ki bu süreçler bile "düzgün işleyen mekanizmalar", yani bir etik, bir güç metafiziği etiği çerçevesinde ahlakileştirilir.

Bu koşullar altında Heidegger'in son sözlerine katılmamak mümkün mü:

Bizi sadece bir tanrı kurtarabilir.


Gelinen bu noktaya bakınca da, "felsefedeki Tanrı'yı, yani causa sui 7 olan Tanrı'yı terk etmesi gereken tanrı-sız düşünme, belki de ilahî Tanrı'ya daha yakındır. Bunun anlamı burada yalnızca şudur: tanrı-sız düşünme, varlık-tanrı (onto-teoloji) mantığının kabul etmek isteyeceğinden daha açıktır Tanrı'ya. (Zira) İnsanın bu Tanrı'ya tapınması ya da adakta bulunması diye bir şey asla söz konusu olamaz. Causa sui karşısında insan ne diz çökebilir ne de bu Tanrı'nın önünde ilahiler söyleyip raksedebilir." 8

Dolayısıyla da Heidegger, koptuğu ve hatta karşısına geçtiği Batı metafiziğine karşı olan duruşunu temellendirecek düşünsel yolculuklara çıkar, farklı patikalar arar; Parmenides, Heraklites, Nietzsche, Hölderlin, Van Gogh gibi yoldaşlar.

Bu güç metafiziğinin tanrısı ise sadece bir nedendir, rasyonel bir neden; sonsuz nedensellikler zincirini kesintiye uğratan, kısa devre eden ya da kendisine dayandırarak iptal eden bir neden.

Dolayısıyla bu anlamda Tanrı, filozofların salt sonsuzca nedenler dizisinden (teselsül) kurtulmak için icat ettikleri bir kurtulmalığa (düşünsel ya da meta-fiziksel nedene) dönüşür.

Bunu icat ederek temel sorunundan (kâinatın veya düşüncenin nedeni) kurtulan teist-tense, a-teist, yani Tanrı sorununu bu tip vazgeçişlerle veya zihnî susturuşlarla bastırmayan, yatıştırmayan biri, aslında daha yakındır Allah'a.

Çünkü en azından böylesi bir meselesi, bir derdi vardır ve bunun üzerinde düşünmesini ve arayışını durdurmamaktadır.

Öteki ise kendisine bir "altın" neden icat ederek susturmuştur kalbini ve bunu bir sorun olmaktan çıkarmıştır.

O nedenle ateist, tanrısız olmaktan çok, Tanrı ile derdi olan, bir Tanrı sorunu olan manasında da anlaşılmalıdır.

Teistin, daha da çok deistin ise bir "Tanrı" sorunu bulunmamaktadır; çünkü o, kâinatın nedenini, nedenlerin nedenini bulmuş, aklının sesini susturmuş ve kalbini sükuna erdirmiştir.

Dolayısıyla ilk yapılması gereken Allah'a olan imanı bu teolojik/kelami Tanrı tasarımlarının elinden kurtarabilmektir.

Nübüvvet geleneği, kendisini böylesi bir teolojiye raptetmiş olan bu "teknikçi, prodüksiyonist düşünce"den kurtarılamadığı sürece, yeryüzünün ifsadı giderek hızlanacaktır.

Zira "Tanrı'nın yaratılmış ürünü olarak doğa, yaratıcı olarak Tanrı ve hatta neden ve sonuç kavramlarının tümü" 9 bu mantık zincirinin mekanik özelliklerini taşır.

Aristocu mantığın ve Platoncu ilahiyatın laf aralarına sıkıştırılmış tanrı sözcükleri, bu düşünceleri ilahî kılmamaktadır çünkü.

Yazının ORJİNALİ için bakınız:https://www.indyturk.com/node/664036/türki̇yeden-sesler/aykırı-bir-muhafazakâr-heidegger

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!