Gazze'de dile gelen

Osmanlı İmparatorluğu, devraldığı İslami anlayış kadar konumlandığı Doğu ile Batı arasındaki jeopolitik şartlar gereği olarak çok dinli, çok dilli ve kozmopolit bir kültüre sahipti. Ancak yaşadığı travmatik çöküşü öngöremediği gibi bunun sonrasına dair de bir hazırlığı yoktu.
Gazze'de dile gelen
Ümit AKTAS
Ümit AKTAS
Eklenme Tarihi : 3.11.2023
Okunma Sayısı : 249

Gazze'de dile gelen

Osmanlı İmparatorluğu, devraldığı İslami anlayış kadar konumlandığı Doğu ile Batı arasındaki jeopolitik şartlar gereği olarak çok dinli, çok dilli ve kozmopolit bir kültüre sahipti.

Ancak yaşadığı travmatik çöküşü öngöremediği gibi bunun sonrasına dair de bir hazırlığı yoktu.

Dolayısıyla ortaya çıkan durum da Fransız Devrimi sonrası dünyasına özgü ve İttihatçı parti tarafından yönelinmiş olan Cumhuriyet'in biçimlendirdiği, Anadolu'ya daralmış bir ulus devlet modeliydi. Bu ulus, ırkla dinin sentezlendiği bir Müslüman ulustu.

Ne var ki imparatorluğun daraltıldığı bu ulusalcı model, Kürtlerin göz ardı edildiği ülkeyi hâlâ sürmekte olan bir krize uğratacaktır. 

Daha trajik olanı ise Afro-Avrasya kıstağında Osmanlının bıraktığı jeopolitik boşluktaki halkların, Avrupa'dan ihraç edilen ve soykırıma uğramış hınçlı Yahudiler (Siyonizm) tarafından kurulan İsrail'in saldırganlığıyla giderek çetrefilleşen istikrarsızlığıdır.

Lübnan'ın ve Irak'ın karmaşası bir yana İsrail, Filistin'i, BM tasarısını hiçe sayan bir biçimde işgale çalışmakta, Ürdün ve Suriye'yi de baskılayarak tüm bölgeyi tehdit eden ölçüsüz bir şiddeti varoluşsal bir strateji haline getirmektedir.

Doğrudan ve sürekli bir biçimde Filistin halkının muhatap olduğu bu vahşice şiddetin amacı, Filistin halkının yaşadığı toprakların boşaltılarak İsrail'e yurt kılınma çabasıdır.

Her ne kadar bunun bedelini doğrudan Filistin halkı ödese de dolaylı bir biçimde tüm bölge de istikrarsızlaştırılmaktadır.

Bu ise Yahudi halkının yurtlanmasına dair gerekçeleri aşan, İsrail'in bölgeye yerleştirilmesindeki küresel siyasal stratejinin bir sonucudur.

Dolayısıyla orada Filistin halkını tehdit eden doğrudan Yahudi halkı değil, Siyonizm'in emperyal güçlerin işbirlikçisi olarak sürdürdüğü bir stratejidir.

Bu stratejik işbirliği, Doğu ile Batı arasında bir denge, bir buluşma ve uzlaşma noktası olması gereken bölgeyi küresel bir çatışma alanı haline getirmekte ve İsrail bu çatışmanın manivelası olmaktadır.

Filistin halkının madunlaştırıldığı bu süreç, coğrafyanın aşırı bir biçimde silahlandırılmasına ve şiddete dayanan bu strateji yoluyla bölgesel krizin süreklileştirilmesine yol açmakta.

Yahudi halkına uygulanan soykırımın Filistin halkının benzeri bir muameleye tâbi tutularak ödünlenmesine matuf saldırıların Filistin halkını duçar kıldığı toplumsal patlamaların tarihi, Filistin halkının tepkilerine cevaben ortaya çıkan ölçüsüz şiddetin meşrulaştırıldığı bir süreç boyunca İsrail'in bölgeye daha da yayıldığı ve etkinleştiği bir siyasal stratejinin de tarihidir.

İslam dünyası ve Arap Birliğinin girişimlerinin etkisizliği sonucu Filistin halkı, giderek kendi içinde bir dinamik üretmeye ve dolayısıyla da kendi tikelliğine dayanan bir kurtuluş stratejisine yönelecektir.

Bir ölçüde küresel siyasetlerle de koşut olan bu evrilme, FKÖ'den HAMAS'a doğru giden ama Filistin'i sadece siyasal olarak değil, coğrafi olarak da bölen bir parçalanmaya yol açacaktır.

Osmanlı sonrası coğrafyasının istikrarsızlığı, geride buna dair bir boşluk ve belirsizlik bırakan Osmanlı Devleti'nin sorumluluğuna da işaret eder ki benzeri bir süreç Balkanlarda da yaşanmaktadır.

Bu belirsizliğin yarattığı stratejik boşluklarda, bir bakıma Osmanlının varisi olan Türkiye, bölgenin istikrarsızlaştırılmasına karşı çıkacağına, bu istikrarsızlıktan pay kapma çabasına heveskâr bir biçimde Suriye ve Irak içerisinde sürmekte olan savaşlara dahil olmakta ve dolayısıyla da Filistin halkını daha da yalnızlaştıran bir kaosa katkıda bulunmaktadır.

Sadece Türkiye değil, bölgenin bir başka etkin gücü olan İran da benzeri bir biçimde kadim Pers egemenliğini ihya etme çabası içerisinde sürdürdüğü vekâlet savaşlarıyla bu kaosun bir parçası haline gelmekte. 

Oysa daha on yıl önce, 2010'lu yılların başında, bölgedeki ülkeler neredeyse sınırların bile kaldırılacağı bir yakınlaşma çabası içerisindeydiler.

Karşılıklı ilişkiler yumuşamış, bölgesel bir birliğe ve barışa dair umutlar çoğalmıştı.

Bölgenin paylaşılamayan şehri Kudüs, Yahudilik kadar Hıristiyanlık ve Müslümanlığın da hatıralarını taşıyan evrensel bir kutsal şehir olarak, böylesi bir barışçıl girişimin Darusselam'ı, yani barışın yurdu olabilecekken, şimdilerde, tıpkı 2500 yıl önce Hezeikel peygamberin duası gibi, "Rabbim, bu belde nasıl dirilecek" deme noktasına gelmiş bulunmaktayız. Kudüs o yıllarda dirildi ve yeniden ihya oldu.

Müslümanların egemenliği döneminde de uzun bir barış evresini yaşadı. Şimdilerde ise sürekli çatışmaların alanı haline gelen Kudüs bir yana, trajik saldırıların altında olan asıl belde Gazze halkı ve yıkıma uğrayan ise Gazze şehri.

Bu saldırılar karşısında çaresizleşen Gazze'de açığa çıkan ise gerçekte dünyanın çaresizliği ve gelmiş olduğu tıkanma noktasıdır.

Küresel bir tıkanma ve bunun yol açtığı duyarsızlık, sorunları teşhis etme ve çözme yeteneksizliği yanında trajediler karşısında kıyametsi olayları ihbar eden bir hissiyatsızlığın da belirtisidir.

Bir umudun ortaya konulamaması, gerçekte buna dair bir aklın ve cesaretin de yokluğuna işaret etmekte. İnsanlığın yitimine de işaret eden bir aldırışsızlığı ve umursuzluğu ele veren ise tam da bu olayların ortaya çıktığı noktada Gazze'nin yanı başında ve yine bu trajik cinayetlerin işlendiği süreçte Suudi Arabistan'da düzenlenen festivallerin hoyratlığıdır.

Yeni bir barış umudunun gerçekleşmesi ise sorumluluğu sadece Gazze halkının omuzlarına bırakılabilecek bir yükümlülük değil.

Bu umudun gerçekleşmesi ancak Müslüman ülkelerin elbirliğiyle sağlanabilir ama ne yazık ki onlar daha kendi bağımsızlık süreçlerini bile tam olarak ikmal edebilmiş değiller. Kendileri bile çeşitli biçimlerde sömürgeci güçlerin işgali altında olan, bu güçlerin üslerinin bulunduğu bu ülkelerden Gazze'nin desteklenmesini beklemek oldukça güç.

Daha da vahim olanı ise onların bu trajik olaylar sırasında bile sürdürdükleri sessizlikleri ve umursuzlukları.

Kaldı ki bu ülkelerin çoğu olumsuzluklar açısından İsrail'den hiç de farklı değiller. İşte bu çaresizlik halidir ki HAMAS'ı 7 Ekim gibi kıyametsi ve intiharvari eylemlere zorlamakta. 

Oysa dünyayı uyarmak, maruz kalınan trajediyi ihbar etmek için atılan işaret fişeklerinin yarattığı bu kıyametsi girişim bile İslam ülkelerinin, dahası dünyanın kılını kıpırdatabilmiş değil. Bir ortak duyarlılıkları var mıdır o da belirsiz.

Daha da üzücü olanı Müslüman halkların İsrail'in ölçüsüz ve vahşi şiddeti karşısında, birçok Batılı ülke halkları kadar sokağa çıkarak tepkilerini ortaya koyabilmiş olmaması.

Yani asıl kahredici olan düşmanların sevinci ve hıncı değil, dost bildiklerin umursuzluğu ve sessizliğidir.

HAMAS'ın sivillere yönelik saldırısının elbette ki eleştirilebilir yönleri var. Ama İsrail'in Filistin halkı üzerinde uyguladığı apartheid göz önünde tutulduğunda buna yol açan çaresizliği de anlamak mümkün.

Ellerinde bulunan esirlerin serbest bırakılma şartlarına bir göz atıldığında bile Filistin halkına dayatılan bu hayatın insanlık dışılığı açıkça görülmekte.

O ise Filistin topraklarındaki insanların bir tür toplama kampı şartlarında yaşamakta oluşları.

Dış dünyayla ilişkiler tamamen İsrail'in denetimine tâbi olan, baskılanmış ve kapatılmış bu toplumdan tepkisiz bir teslimiyeti beklemek, onların insanlığını hiçe saymak, onursuzlaştırmak ve aşağılamaktır.

Hâl böyleyken, ortaya konan bu tepki bahane edilerek kalkışılan misilleme oldukça aşırı, insanlık dışı ve soykırıma varacak ölçüde vahşice.

Katliama varan bir öldürme tutkusu ve insani değerlerini bütünüyle yitirmiş bu vahşet, ancak akıl sağlığını yitiren bir psikopatiyle mümkün.

O nedenle İsrail'i yöneten ve kafalarındaki ütopik bir tasarıyı yani Filistinsiz bir coğrafyayı her neye mal olursa olsun hayata geçirmeye çalışan bir grup faşistin yeri meclis değil, akıl hastanesi. 

Filistin halkına düşen ise elbette ki İsrail'in barbarlığına teslim olmak veya direnişini kendisini de tüketen ve yalnızlaştıran bir biçimdeki bu intiharvari eylemlerle, İsrail'e özentili silahlı şiddet yollarıyla sürdürmesi değil.

Nitekim geçmişte farklı yollar da denenmişti. Sözgelimi direnişin taş atan çocukların girişimiyle başlayan, intifadanın doğrudan halkın direncine, yaratıcı ve şaşırtıcı buluşlarına, sivil itaatsizliğe dayanan yollarla yürütülmesi gibi.

Bu tip mücadeleler ise şaşaalı değildir belki; kestirmeden sonuçlara ulaşmak yerine uzun soluklu, onarıcı ve umutlandırıcıdır.

Asıl önemli olan da bu değil midir: Halkın umudu kadar mücadelenin ahlakiliğini de korumak.

Zira Aliya'nın da belirttiği gibi, "savaşı öldüğümüz (mağlup olduğumuz) zaman değil, düşmanlarımıza benzediğimizde kaybederiz." 

Düşmana benzemeyişe dair bu duyarlılık ise mücadelenin esas olarak insanlığın temel değerlerinin hiç unutulmaksızın sürdürülmesini, insanlıktan umudun kesilemeyeceğinin barbarlığın suratına hiç usanmaksızın çarpılmasını gerektirir. 

Şurası da unutulmamalı ki hiçbir özgürleşme çabası karşısındakini büsbütün yok etmeyi ya da köleleştirmeyi amaçlayan bir yolla verilemez.

Amaç maduniyetten kurtuluştur, maduniyetin dönüşümü değil. Ve yine unutulmamalıdır ki bu savaş Yahudilere karşı değil, Siyonizm'e karşı verilmektedir.

İsrail halkının pek çoğu da Siyonist aşırılıklardan hoşnutsuzdur ama her iki toplum arasındaki karşılıklı çatışma stratejisi, bu muhaliflerin de suskunlaştırılmasına yol açmakta.

Dolayısıyla incelikli bir strateji bu gerçekliği de kavrayan, Siyonist aşırılıkçılığın tuzağına düşmeyen bir mücadele anlayışından kopmamalıdır.

Ve şayet bu coğrafyada kalıcı bir barışa ulaşılmak isteniyorsa, burada yaşayan Yahudi ve Hıristiyanların haklarının inkâr edilmemesi gerektiği de unutulmamalı.

Kapitalizme ve Siyonizm'e karşı verilen bir bağımsızlaşma mücadelesi ise başka bir ırkçılık, başka bir aşırılıkçılık adına değil, insanlığın ve İslamlığın temel değerleri adına verilmeli.

Bu coğrafyanın kadim kozmopolit kültürü ve farklılıkları kucaklayan niteliğini inkâra çalışan hiçbir bakışa da fırsat verilmemeli.

Bu sürecin asıl kaybedeni ise ABD ve AB gibi Batılı devletler. Zira bugüne kadar bir biçimde savunageldikleri insan hakları, demokrasi, adalet, barış gibi değerlerin tümünü bir kenara koyarak, kör bir itkiyle İsrail'i savunmaktalar.

Öyle ki ne ateşkesin ne yardımların Gazze'ye ulaşmasının ne de hastanelerin vurulmasının üstünde durmaktalar.

Bu tutumun en küçük bir biçimde eleştirisi bir yana dursun, uçak gemileri yığınağıyla buna destek bile sağlamaktalar.

Buna karşı İslam dünyasından da yüreklendirici hiçbir destek gelmedi. Ne yaptırım ne boykot ne de işbirliği.

Günler sonra devletin örgütlediği bir miting yapan Cumhur İttifakı ise vakti zamanında bu ülkede ABD üslerinin kapatıldığını bile hatırlamakta değil.  

Yazının orijinali için bakınız:https://www.indyturk.com/node/671626/türki̇yeden-sesler/gazzede-dile-gelen

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
YENİ YORUM YAP
güvenlik Kodu
EDİTÖRDEN
Bizimle sosyal ağlarda bağlantı kurun!