Insan bazen kendini kötü bir kâbustaymis gibi hissetmekte. Ne var ki bu kâbustan kurtulmanin rüyadan uyanmak gibi bir devasi da yok maalesef. Esasina bakilirsa daha Gezi olaylarinin çigirindan çikarilip, oldukça insani bir “agacima dokunma” eyleminden koskoca bir “beka” sorunu çikaran devletlû bakistaki degisimden beri sürmekte bu kâbus. Her olumlu girisimi (baris, çözüm, çevrecilik, ahlakilik, cehaletten kurtulus…) dile dolayarak çirkinlestirmek, terörize ederek kirletmek, her söylenen veya verilen sözü inkâr etmek, dahasi salt politik emeller için araçsallastirmak… Iktidari kaybetme korkusuyla kirli iliskileri onaylamak, hakkiyla ifa edilemeyen iktidari ise seytanî pazarliklarla elde tutma çabasinin geldigi noktalar…
Bir de öncesi var tabi bu sürecin; her türlü tezvirata boyun egmeye gerekçe olan. Kemalizm’in o kati ve kendisini modernlik sosuyla süslemis zorbaliklarinin asilmaya baslandigi ve neredeyse tüm kötülüklerin sonuna geldik cümlesini ne olur ne olmaz diye siki sikiya içimizde tuttugumuz o düssel günler. Tutmaktaydik, çünkü her an bozguncunun birinin ayaga kalkip oyun bitti demesi ihtimalini de çok uzak görmemekteydik. Osmanlinin ve ardindan gelen Cumhuriyetin bu tip oyunlarina asinaydik çünkü; tüm sesleri bastirarak haydi evlere diye bagiran o devletlû sese.
Yine de bir nebze de olsa olagan akildisiliklarin ve zorbaliklarin disina çikabilmek takdire sayandi tabi. Askeri vesayetin geriletilmesinden tutun, Kürtlerle baris görüsmelerine, cumhurbaskanini halkin seçmesinden basörtülülerin kamusal özgürlüklerine degin yayilan bir düs. Devletlûlarin yerine konusmakta olan âkil insanlardi. Halkin sesine kulak verilmekte; en mahrem sorunlar, yillarca muhatap alinmayip görmezlikten gelinen siradan insanlarla müzakere edilmekteydi. Ama tüm bunlar belli bir amatörlükle, en acemi yanlarimizla yapilmaktaydi. Öyle ki Siyonizm’in Gazze ablukasini kirmak üzere umuda dogru yelkenler açilmakta; simdilerde aramizda beton duvarlarin yükseldigi Suriye ile sinirin kaldirilmasindan söz edilmekteydi. Ibrahim Tatlises’le Sivan’in birlikte türkü söyledigi o inanilmaz sahne bir hayal simdi. Ve Sezen Aksu’nun teskil ettigi o rengârenk orkestra ile söylenen Türkiye sarkilari. Meger ne çok sesimiz, içimizde tuttugumuz ne çok nefesimiz varmis…
Ve birden çöken o derin sessizlik… Devrilen masalar, çarpilan kapilar, yerlerde sürüklenen insanlar, makinalilarin unutmaya basladigimiz çatirtilari, canhiras sesler, Cumartesi annelerine bile tahammül edemeyen bir gaddarlik, cezaevlerini dolduran bebek sesleri… O bildigimiz eski(meyen) Cumhuriyet. Anitkabir ve on Kasim törenleri, ikiyüzlü resmî bakislar ve teatral konusmalar.
Kisacasi artik her sey, sanki hiçbir sey olmamisçasina tepetaklak olmakta, duvarlar yeniden yükselmekte, herkes kendi mahallesine, diasporasina geri çekilmekteydi. Sadece devletin degil, muhafazakârligin da sinirlari buraya kadardi. Oyun bitmisti! Cumhuriyetin kodlari kadar kültürün muhafazakâr kodlarinin da sinirlarina gelinmisti. Demokratik, yani çogulcu, katilima dayanan, farkliliklara açik ve onlarin varligini da kabul ederek gözeten, barisa dair bir umuda elveda denmisti. Bu kadarina bile, yani sadece sözcüklere yigilmis bir umuda bile tahammül edememisti devletlûlar.
On yillik bir rüya yasamistik ve periyodun sonuna gelinmisti. Mizanseni tamamlayan ise âdeti veçhile yeni bir darbe olacakti; tam da sürekli darbeler döneminin bittigi sözünün tekrar edilip duruldugu günlerde. Makine ayarlarina geri dönülmüs, kartlar yeniden karilmisti. Devletin bir beka sorunu oldugu hatirlanarak, topraga gömülen silahlar çikarilmis ve yerlerine umutlar gömülmüstü. Farkli seslerin çigliklara dönmesi, sarkilarin yerini yeniden silah seslerinin almasi, henüz baslamakta olan dostluklarin yerini düsmanliklara birakmasi;… o mahut maziyi hatirlatan ve hatta tekrarlayan yillar: Kâbus…
Hangi noktadayiz biliyor musunuz? Yezid’in Hüseyin’i sehit ettigi, Ali’ye devlet minberlerinde küfürler yagdirildigi, Ebu Hanife’nin Emevi-Abbasi zorbalarinca katledildigi ve ama Hanefiligin devlet mezhebi haline getirildigi, Gazali’nin filozoflari küfürle suçladigi, Endülüs’te kitaplarin yakilmaya baslandigi, kisacasi muhafazakârligin asilmasi imkânsiz o içsel duvarlarinin yükseldigi noktada. Iste o zaman ki devletin beka sorunu, muktedirlerin ise kelle ya da dil koparma istiyaki belirginlesir. Sinirlar kalinlasir ve duvarlar yükselir. Bunlar sadece misak-i millî sinirlari degildir üstelik. Ayni zamanda muhafazakârligimizin da içsel sinirlaridir.
Muhafazakârlar, iktidarlarinin ilk döneminde ve büyük ölçüde bünyesinden henüz ayiklayamadigi Islamcilarin, liberallerin ve Kürtlerin baskilariyla ABD askerlerine Irak’a geçis iznini vermeyecek ama on yil sonra, devletin kirmiziçizgilerini zorlayan eller kirilarak, meclis, cumhuriyetçi bir özenle yeniden sadelestirilecekti. Evet, artik Genelkurmay Baskaninin ismini duymuyorduk belki ama Bakanlarin ismini de bilmiyorduk. Bildigimiz sadece bir isim vardi: Devlet.
Yasadigimiz cografya, Asya ile Avrupa’nin sinir çizgisidir. Ama Anadolu Asya’da oldugu kadar Avrupa’da, Dogulu oldugu kadar da Batilidir. Daha dogrusu isin özü, Anadolu irfani denilen ama kimsenin derinlestiremedigi o bakis, burada, kadim kültürlerin merkezinde, o kültürlerin karistigi, çatistigi, uzlastigi ve baristigi yerdedir. Bunu dikkate almayan nice egemenlik arzusu olmustur asil solugu kesilen, elleri tutmaz ve de dilleri konusamaz hale gelen. Ve üstelik beka bir sahsin, iktidarin veya partinin bekasi degil, bir halkin, bir umudun ve barisin bekasidir. Dolayisiyla kimileri gelir ya da gider ama halkin direnisi sürdükçe, umut da ayakta kalir.
Ama toplumsal kutuplasma ve çatismalari asma ihtimalini akillarindan çikarmayanlarin korkusu, iste buna, o karsit kutuplara siginmis duran gafillerin konFormizmine aldanmayan arâftakilerin irfanina, mayalanmakta olan sözün patlama ihtimaline karsidir. O nedenle tüm tuzaklar ve birbirini tutmaz sözler bu irfani sasirtmak, ürkütmek ve çigirindan çikartmak içindir. Ama onlarin çigirtkanliklari bu irfanin yükselisini engelleyemeyecek, hevesleri kursaklarinda kalacak, saga ve sola kapilanmayan o ara yolda mayalanan sözler, ezgilenen sesler, yogrulmakta olan düs(ünce)ler karsiligini er geç bulacaktir.
Her açidan yoksunlasmanin acisini yasayanlar, her seye ragmen umutlarini diri tutmayi, konusmayi, söylemeyi ve çigirmayi da sürdüreceklerdir. Ki bunlar, cahillerin anlamadigi, anlamazliktan geldigi sözler olsa da. Insanlasmanin temelde cehaletten kurtulma ve özgürlesme ve özgürlügün de sorumlu olma anlamina geldigi, bunu yapamayanlarin ise cahil nâdânlar olarak kaldigi bilinmese, bilinmezlikten gelinse de. Bugün için teknolojiyi, savas aygitlarini ve riyakâr isbirlikçilerini satin alanlarin, zorbaca güçleriyle çaresiz insanlarin seslerini susturanlarin, kültürü ya da ahlaki satin alamayacaklarini bilemeyenlerin hoyratliklarindan sizan o zalimce sözcüklerin dagladigi yüreklerin acisini paylasmak için yaralarimiza tuz basmaktan baska çare kalmasa da, zorbaligin arsizlastigi yerde, çare de yükselecektir. Mütekebbir ve nobran egemenler, cehaletten kurtulusun o sancili çizgisinde, unutma ve yanilmalarla, düsme ve kalkmalarla, düsünselligin ugraklarindaki yorulmalar ve yormalarla süregiden ugraslarin ne denli zorlu ve uzun süreçler oldugundan bihaber olsalar da, ezilenlerin çigliklarindan yükselen hakkin ve adaletin seslerini susturamayacaklardir.
Onlar için her sey sorumsuzca sarf edilen sözcük oyunlarindan ve politik kazanimlarin o heveskâr çirkinliginden ibaret olsa da, gelecege kalan bu sarsak hevesler degil, hakka ve adalete dair umutlardir. O yüzden degil mi ki cahildim dünyanin rengine kandim diye çigiran ozanin kastini tam olarak anlamadiklari gibi, cehaletin basit bir bilmezlikten öte bir tür ergenlesme, ondan kurtulusun ise beseriyetten insaniyete dogru bir yolculuk oldugunu bilemezler. Bu yolculuk içerisinde kimileri kirk yil kaynatilsalar da çig kalir ve bu yüzden de âriflerin sözlerini egri bügrü anlayarak, bu sesleri linçe kalkismaktan baska bir yol ve yordam bulamazlar. Belki de en dogrusu, kelami egri bügrü anlayanlara inan sana degil kastim, cahille sohbeti kestim demek ve bu nâdânlarla yollari ayirmaktir. Zira cahilligin emarelerinden birisi de, ozanin deyisiyle nâdâni terk etmeden yârâni arzulamaktir.
Cahilce arzularla dile dolanan ozanlarin sözleri nelere vesile olmakta yine de; isitmeyen kulaklari isitir, duymayan kalpleri duyar, görmeyen gözleri görür kilmakta. Iste bu yüzden, yeterince derinlestiremedigimiz, kazara da olsa üzerinden atladigimiz sözlerin tahkikine açtiklari çigir sebebiyle cahillere sitem etmemeli belki de. Hele her cahile istedigini vererek iktidarlarini sürdürmeye çalisanlarin agzindan çikan her yalan yanlis söze bin bir hikmet atfedenlereyse sasirmamali, acimali sadece. Çünkü bunlar, seytanin igvasina ugrayan Âdem ve Havva gibi hatalarindan rücu ederek, arinarak ve yeniden dirilerek yolculuklarini sürdürmek yerine, elestirinin o zahmetli süzgecinden geçirmedikleri, dolayisiyla da dogrultmadiklari ve direttikleri o yanlisliklar içerisinde her lahza ölmekte olduklarinin farkinda bile degiller.
Not: Bu yazi 28.01.2022 tarihinde farkli bakis sitesinden alintilanmistir, yazinin orijinali için asagidaki linki tiklayiniz.
https://farklibakis.net/yazarlar/umit-aktas-yazdi-cahillik/
Bu yazida yer alan fikirler yazara aittir. Hikmet Akademisi’nin bakis açisini yansitmayabilir.