Ahlaka/örfe dayanan sivil toplumla yasaya/iktidara dayanan devlet arasindaki siyasal boslugu dolduran dinî veya sosyopolitik cemaatleri zorlayan, olusmaktan ziyade kamusallasma süreçleridir. Adeta bir dogum gibi yaban(ci) bir dünya ile karsilasmak, dahasi bu dünyanin kosullarina uyum saglama mecburiyeti, oldukça travmatiktir. Baslangiçta biraz dikkatli ama giderek sertlesen çatismali bir seyir izlenir. Özellikle iktidarin ve iktidara tâbilesmis toplumsal kesimlerin türedi ve hatta düsman bir olusum olarak gördügü bu nevzuhur cemaat, baskilanarak yok edilmeye çalisilir. Ancak bu süreçleri asabilenler giderek toplumsala yerlesirler ve mevcut toplumu degistirdikleri gibi kendileri de ister istemez degisime ugrarlar.
Bu karsilasma, dil (anlasma) sorunundan tutun da dünyaya bakis, yasama tarzi, siyasal hedefler gibi birçok açidan sorunlara ve etkilesimlere yol açar. Yeni olusan cemaatin ortaya koydugu bir düsünme, inanma ve yasama tarzi mevcut durumla karsi-t-lasarak hesaplasir. Yeni olan dünyayi degistirmek istemektedir, iddialari ve idealleri vardir. Egemen(ler) ise huzursuzdur. Yabanci bir varligi bünyesinde barindirmak kadar, egemenligine de bir halel gelsin istememektedir. Giderek Hegel’in köle-efendi diyalektiginde anlattigi hikâyenin benzeri bir çatisma süreci yasanir. Dolayisiyla süreç nasil baslarsa baslasin, olayin akisi bir iktidar çatismasi ve egemenlik mücadelesine dönüsür. Temel sorun ise bu iliskinin bir egemenlik (raina, itaat, cumhuriyet) iliskisinden esitler (unzurna, istisare, demokrasi)[1] iliskisine dönüstürülebilmesidir.
Günümüzde kamusallasma olarak ifade edilen bu süreçler, bu tür nevzuhur cemaatlerin toplumsal bünyeye sirayetini ifade etmektedir. Bu karsi-t-lasma giderek dil ve anlasma (kavramlarin kullanimi) sorunundan baslamak üzere ahlak (yeni ve farkli bir yasama tarzi), ideoloji (yeni bir iman, yani dünyayi anlama biçimi) ve iktidar (siyasallasma) çatismalarina dek genisler. Kullanilan sözcükler kadar davranislar da pek farkli degildir aslinda. Ama bunlarin içerdikleri kavramsal, toplumsal ve siyasal kastedisler oldukça farklidir. Dolayisiyla da, ister istemez ideolojik ve hegemonik bir çatisma, kendine benzestirme ve tâbilestirme süreci baslar.
Türkiye’de de 1960’lardan itibaren, gerek iç göçlerle degisen sosyolojiyle, gerekse küresel etkilerle birlikte baslayan ideolojik hareketlerle, benzeri bir süreç yasandi. Türkiye Isçi Partisinde ifadesini bulan sosyalist hareket, Millî Görüs hareketinde ifadesini bulan Islamcilik hareketi ve Kürdî hareketler tarafindan oldukça farkli cemaatler (ideolojik örgütlenmeler) olusturuldu. Cumhuriyetin geleneksel dislamaci ve baskici siyasal denklemini degistirmek istemeyen egemen güçler, bu muhalif güçleri yildirmak, yoldan çikarmak veya terörize ederek yok etmek gibi stratejiler izlemekteydiler.
Nitekim daha çok sendikal faaliyetlere dayanan ve büyük ölçüde sehirli bir tabani olan TIP hareketi bölünerek zayiflatildi; buradan türeyen gençlik örgütlerinin büyük bir kesimi ise süreç içerisinde terörize edilerek tasfiye edildi. Millî Görüs hareketi ise kendisini siyasal zeminde tutmakta israr ederek ayni akibete ugramaktan kaçindi. Kürdî hareketlerin de süreç içerisinde dahil oldugu bu kamusalliga sirayet çabalari, Cumhuriyetçi gelenegin hâkim oldugu bir siyasal vasatta, fiilen demokratik bir mücadeleyi ortaya koymaktaydi. Ne var ki Millî Görüs hareketi, cemaatsel ön-olusumunun karakteristigi nedeniyle, kendi söylemini demokrasi karsitligi üzerinde kurmaktaydi. Oysaki salt içerisinde bulundugu parlamento yapisina dahli dahi, bu ezberi bozan bir cesaretti. Ancak o süreçten itibaren baslayarak, sadece ideolojik dil açisindan degil, ahlaki tutum, dünyaya bakis, siyasal idealler açisindan da ciddi ve zorlu bir kamusallasma sorunuyla yüzlesilecekti.
Baslangiçtaki o, J. Ranciere’in de tanimladigi gibi, “sessizlerin sesi ve öfkesi”ni temsil eden dislanmislari cari siyasete ve kamusalliga sokmanin fiili demokratikligine karsi, günümüzde bu sürecin devami niteligindeki Ak Parti, simdilerde resmî ideolojiye tâbi ve egemen güçlerin temsilcisi olarak, bu tür ayrik otlarini ve yabanillari temizlemekle istihdam edilmis durumda. Bir devamdan ziyade bakiye olan Saadet Partisi ise, bir türlü söylemiyle fiilî durumunun arasindaki açiyi kapatamamakta; yani fiilî olarak bulundugu yerle (muhalefetle) uyumlu bir söylemi tam olarak üretememekte. Adeta uzayin her iki noktasinda birden bulunabilen bir elektron gibi, bir ayagi ile daha çok egemenlere yarasan muhafazakâr bir söyleme, digeriyle ise muhaliflige basmakta. Bu egemenlige dair damar, Osmanlicilik (Osmanli aristokrasisine aidiyet) nedeniyle söyleme bulasmis olan irsî bir hususiyettir. Ama aslina bakilirsa bu temel sorun, bir türlü cemaatsel o ön-olusumu asamayan (asmak istemeyen) bir kamusallasma korkusuna da dayanmaktadir.
Cemaatsel sinirlarin ahlakilikle örülmüs duvarlari, sadece korunakli olmaktan öte, hükmedilmeye de daha uygundur. Hakikatin tecessümüne dair tartisilamazligin kendine özgü kapali toplumu, siyasal mücadeledense, tarikat tipi örgütlenmelere daha yatkindir ve bu çeliski, siyasal hesaplasmalara sokulmamis ahlaki bir mutabakatla bastirilir. Egemenlerin cumhuriyetçi birlikçiligi ise, vaz edilmis bir sosyopolitik mutabakatin dayatildigi toplumu bu çerçevede baskilayarak hakki hukukla, halki ise ulusallikla sinirlar. “Konsensus (mutabakat), halki nüfusa indirgemeye çalistigi ölçüde hakki da olguya indirgemeye çalisir. O hiç durmadan, hakla olgu arasindaki -hukukun ve halkin bölünmesini saglayan- tüm bu yariklari doldurmaya çalisir. Politik bir topluluk böylece etik bir topluluga, herkesin dahil edildigi varsayilan tek bir halki bir araya getiren bir topluluga dönüstürülme egilimindedir. Fakat bu hesaplasma süreci dislanmis adini verdigi bir”[2] hesapta olmayanla, politik bir özne ile karsilasir. Bu karsi-t-lasma ise tüm hesaplarin alt üst oldugu bir dalgalanmaya, ötekileri de dikkate almaya zorlayan ve yikicilikla suçlanan bir mutabakatsizliga, yani siyasetin demokratiklesmesine yol açar. Bu süreç boyunca, egemenler ile yurttaslarin hukuku, olabildigince insanlar arasi iliskiye; yani insan haklarini esas alan bir esitler iliskisine dönüsür.
Ahlaki cemaatten siyasal topluma geçis ise, özellikle ahlakçilar açisindan, bir düsüs olarak mülahaza edilir. Cemaatsel birligin ve dirligin sarsildigi bu süreç, birligi korumaya çalisan ahlakçilarla kendi disindakilerle hesaplasmaya girmek isteyenler arasinda bir gerilime/çatismaya dönüsür. Siyaset ise tam da bu çatismanin çiktigi noktada baslar ve bu içsel yarilma, disariyla sürdürdügü hesaplasmalar sürecinde baska kan kayiplariyla yoluna devam eder. Cemaatin ahlaki kurgusu, bu siyasallasma sürecinde baskalarinin da dahil oldugu bir iliskisellige açilir. Bu süreç, devletle toplum karsitligindaki bir tarafa aitlesme biçiminin baskisina karsi, taraflarin özgüllestirdigi yasa ile ahlak arasindaki iliskiselligi saglamaya dair bir çabada müsbetlesebilir. Sürecin gidisatinin olumlulugu ise, bir mutabakat üretmekten ziyade, mutabakat disi kalmis olan sesleri çogaltarak, etik, etnik veya ideolojik topluluklarin da dahil oldugu bir müzakere sürecini çogullastirarak etkinlestirmektir.
Tabi ki kendi geleneksel kodlarini ve konforlarini bozmak istemeyen egemen güçler açisindan bu bir bozgunculuk olarak anlasilacaktir. Ve hatta bu tepki, cemaatlerin henüz siyasallasmanin bu huzur bozucu yönüne alisamamis olan kendi tabaninda da, bir ahlaksizlasma/yozlasma anlamina gelebilecektir. Bu durumda ise verili dünyayla çatismali bir iliskiye girmektense cemaatsel dünyanin henüz sahici bir imtihandan geçirilmemis safligi ve sükûnetiyle yetinmeye dair sesler de yükselecektir.
Yani dis dünyanin korkusuyla kendi içine çekilip cemaatsel dilini korumak veya en fazla rahmetli Necmeddin Erbakan Hoca’nin deyimiyle söylemini bir tür kusdili ile ifade ederek sahici bir kamusal dil olusturmaktan kaçinmak; temel olarak bu kamusal dünyada yasamakla birlikte, kendi özgün söylemini, eylemini ve ahlakini olusturamamaya yol açan bir kamusallasma korkusu veya sikintisidir. Sistemin icbarina da dayanan bu cesaretsizlik veya ikicilik (sizofreni), sonuçta mürai bir karakteristige de yol açacaktir. Cihan Aktas’in “Bacidan Bayana” adli eserinde tahkiye ettigi bu koru(n)maci tavir, bir yandan mahcup ve cesaretsiz bir büyümenin acemilikleriyle malulken, öte yandan ise çocugunu kötülükten veya hastaliktan korumak için korunakli bir atmosferde büyüten ebeveynlerin, dis atmosfere ve mikroplara (kötülüklere) karsi dayaniksiz bir nesil yetistirmelerine benzemektedir. Ama temel olarak baskici rejimler veya egitimler, sonuçta kendisine güvensiz, cemaat ile kamusallik arasinda bölünmüs, ikilemler ve ahlaki zaaflar içerisinde olan bir toplumsalligin veya büyümenin asil müsebbibidir. Bu belki kendince bir halkin uslandirilmasi, islahi ya da terbiyesidir ama sonuçta arzulananin tam tersi, ahlaki ilkelerinden uzaklasmis, hinçli, tatminsiz, firsatçi, bencil… kusaklarin ortaya çikmasina da neden olabilir.
Nitekim Ak Parti’nin günümüzde içerisine düstügü çeliskiler ve sorunlar, diger eksiklikler bir yana, bu tür zaaflara da dayanmaktadir. Zira baslangiçta Türkiye sathinda daginik olarak tesekkül etmis olan cemaatleri birlestirerek siyasal bir harekete dönüstüren Millî Görüs hareketi, bu hareketi giderek fiili olarak yer aldigi demokratik mücadeleye uygun bir söyleme ve eyleme dönüstürmektense, bu cemaatsel yapilari koruma veya kendisine bagli tutma kaygisiyla, yani bir tür kamusallasma korkusuyla, oldugu haliyle korumayi yeglemisti. Tabi ki bunda cemaatsel yapilarin isteksizlikleri ve iç dirençleri de etkili olmustu. Dolayisiyla muhalif bir hareket için belki de daha yararli olan bu cemaatsel direnç, süreç iktidarlasmaya dogru evrilince, kamusal bir dil, ahlak ve siyaset olusturamamanin tüm sikintilariyla yüzlesmeye ve beklenilmedik bir yozlasmaya duçar olunacakti. Ve hatta cemaatsel yapilarin en dirençli noktalari bile hiç de beklenilmedik bir biçimde kirilacak ve muhalif olunan Cumhuriyetin en abes töreleri bile kutsanarak içsellestirilecekti.
Sözgelimi Anitkabir ziyareti paylasimlari, laiklik savunulari, Atatürkçülük hevesleri; beri yandan Kürtleri bir etnisite olarak görmezlikten gelme yaklasimlari, Alevilerin haklari konusundaki geleneksel direnci sürdürme gayretleri, Hrant Dink ve Tahir Elçi cinayetlerinde temsil edilen apaçik suikastlari bile neredeyse faili meçhule dönüstürme tavirlari; hakkin yerine yasanin savunusu, kamu kaynaklarinin esitsiz kullanimi… Kisacasi, imtiyazli bir yeni sinif olusturma çabasi gibi kendi asli söyleminden uzak bir devletlû anlayisa ulanma halleri. Tabi ki bu tam olarak devletin ideolojisini benimsemekten de ziyade, kamusallasma sorununu var olan iktidar mekanigine yerleserek asma kolayciligidir. Hatta içerisine yerlesilmis olan kamusalliga ait ol(a)mamanin ve verili durumu dönüstürememenin endisesiyle, devleti (kamusal alani) cemaatçi bir yaklasimla yönetmeye çalisma, dolayisiyla buradaki verili isleyislerden nemalanma, yani bir iç sömürü yaratma güdüsüne kapilma ki benzeri bir hoyratlik, daha da örgütlü ve rafine bir biçimde Fetullahçilar tarafindan da sürdürülmekteydi.
Sonuçta ise, varligini ahlaki, siyasi ve düsünsel derinlestirmelerden uzak tutarak daha ziyade varolusuna yatirim yapan ve bu esitsiz gelismenin tezahürüyle bir türlü sahicilesemeyen, kamusal alani dönüstürmek yerine sasaali bir biçimde buraya yerlesmeye çalisan, dolayisiyla vadettigi üzere demokratik (esitlikçi ve çogulcu) bir siyaset üretemeyen bir iktidar, yalanlara tutunan bir söylem ve kiblesini yitirmis bir ahlaki yozlasma karsisinda yasanilan paradoksal bir saskinlik ve çaresizlik…
Ak Partinin kamusallasma sorunsalini asabilmek için tüm ilke ve degerlerinden sarfinazar eden bu tutumuna karsi Saadet Partisi ise, bu kamusallasmaya karsi bir tür cemaatsel tepki ve eksiltilme korkusu ile direnmekten ve degerlerini yitirmemek için kapali toplum durumunu ve bu durumun yol açtigi parti cemaat ikilemine dair sizofrenik tutumu sürdürmekten baska bir çare üretememektedir. Laiklik ve Kemalizm’e karsi akli basinda elestiriler üretmenin zahmetli ve riskli yollarina girmek yerine, kendisini korumanin tepkiselligine dayanan retorik söylemler ile bu sizofreni hali örtbas edilmeye çalisilmaktadir. Tabi bu kaçinmanin asli nedeni ise içerisinde bulunulan durumla Cumhuriyetçiligin daha da uyusumlu oldugu Iran modeline dair bir örneklige yönelistir.
Oysa Kemalizm’le simgelenen egemen güçlere ve Baticilik stratejisine karsi sürdürülmesi gereken elestirellik, sayet böyle bir sey mümkün ve kabilse, Türkiye demokrasisinin ilerletilmesinin de temel kosuludur. Beri yandan Kemalist ilkelere dayanan Cumhuriyet’in, yani sistemin kirmiziçizgileri, Islamî, sosyalist ve Kürdî kesimleri siyasa disi tutmanin, yani demokratik bir siyaseti önlemenin de kosullaridir. Çünkü demokratik siyaset, birörnek partilerden olusmus bir ideolojik bütünlük gösterisinin terennümüne izin vermekte degildir. Tam aksine bu bir örneklige karsi bastirilmis sesleri açiga çikarmanin ve onlarin sürdürecekleri müzakerelere karsi tarafsiz ve hatta destekleyici olmanin kosulsuzlugudur.
Oysa Anayasa degisikligi sonucunda gelinen durumda bile Ak Parti iktidarinin igretiligi sorunu hâlâ asilabilmis olmayip, egemen konumuna ragmen endiseleri giderilebilmis degildir. Öyle ki meclisin ürettigi kamusal dil (sayin, bay, bayan gibi hitap biçimleri, giyimden baslayarak oturma düzenleri ve saygi belirtisi olarak ayaga kalkma gibi protokol davranislari, yeminden tutun da müzakere biçimlerine dek yansiyan söylem usulleri…) bile içsellestirildigi halde, hâlâ söylemsel tedirginlik, hiçbir elestiriye tahammül edemeyen cemaatsel otoriterlik, demokrasi ile cumhuriyet arasindaki kararsizlik sürdürülmektedir.
Temelinde kamusallasma korkusuna veya isteksizligine dayanan bu sorunlarin olusturdugu siyasal açmazlarin asilmasi, bunu asmis ya da en azindan buna niyetli bir dikkatin ve hatta bilgeligin özenini gerektirmekte. Itidalli bir tutuma düsen ise içe kapanma ile verili duruma teslimiyet biçimindeki bu iki zit sapmaya karsi bir orta yolun olusturulmasidir. Cumhuriyetçi bariyerleri ve kamusallasma sorununu asmaya çalisan bir siyasetin imkâni ve çareleri üzerindeki düsünümsellik ise, cemaatsel bir dil, ahlak ve siyasetten, yozlasmaya düsmeksizin, ilkelerini ve degerlerini yitirmeksizin nasil bir kamusal dil, ahlak, siyaset ve iktisat üretilebilecegi mevzulari üzerindeki tefekkürü de sürdürerek, eksik birakilmis bir cesareti yenilemelidir.
Aslina bakilirsa bu ihtiyaç daha 1990’li yillarda ortaya çikmis ve buna dair tartismalar da Yeni Zemin, Degisim, Bilgi ve Düsünce, Dogu Bati, Tezkire gibi dergilerde tartisilmaya baslanmisti. Ama bu zemini provoke eden derin güçlerin 28 Subat operasyonuyla iktidar, buna hazirliksiz, endiseli olmakla birlikte firsatçi bir ekibe birakilinca ve ortaya da bir itidal üretmekten ziyade, iktidar(in)i koruma çabasi çikinca, o da kamusal bir iktidar olmaktan ziyade cemaatsellikten sahsilige dönüsen bir sapma ve yozlasma biçimine daraltilinca, bu her seyin önünde tutulan iktidarini koruma saiki, süreç içerisinde yeniden ayni derin güçlerin inisiyatifine girilmesiyle neticelenecektir.
Kuskusuz bu belli bir kadro açisindan yolun sonu olsa da, Türkiye siyasetinin sorunlarini ve kapaliliklarini asma açisindan yolun sonu degildir. Bu nedenle sözün tükendigi yerde yapilacak olan susmak degil, söylemin tikanikliklarini asarak yeniden konusmaya baslamaktir. Tabi ki bu noktadaki sorun salt büyük ölçüde Cumhuriyetçi gelenek tarafindan olusturulmus cari kamusal dille hesaplasma ve bir itidali üretme sorunuyla sinirli degildir. Bunun da ötesinde ayni sorunlardan mustarip olan Kürtlük, Alevilik, sosyalistlik gibi farkli dillerin de kamusallasacagi bir çoksesliligi ve iliskiselligi üretebilmektir. Zira bu dillerin (kavramlar, jestler, kültürler, jargonlar…) dolasimda oldugu farkli cemaatlerin sosyolojik mekânlarinin varligi bir gerçeklik iken, bunu görmezlikten gelmek ancak bir devletlû olusun körlügü veya ceberutluguyla mümkündür. Bir açidan zorlu ama diger açidansa bu tür sosyopolitik cemaatleri ve dolayisiyla da genel olarak toplumu rahatlatacak olan girisimler yerine isin en kolayini yeglemek, yani verili bir iktidar dilinin üsttenciligine yerlesmek, kendini bilmez bir firsatçiliktir ve bu firsatçiliga asla göz yumulmamalidir.
Buradaki en temel mesele ise Cumhuriyetçi esit yurttaslik kavraminin içi bos esitleyici söylemi yerine cemaatsel farkliliklarin kozmopolitizmine dönük bir kamusallasma stratejisine, yani demokrasiye dönüstür. Parlamenter gösteri alaninin Kemalist ritüellerini asan bu timsal, aslinda 1920 meclisinde gerçeklestirilebilmisti. Bu gelenegin sürdürülememesi, karsisinda tek tip kiyafet, dil, itaat ve düzlestirilmis bir ulusal temsil görmek isteyen bir askerî (otoriter) modernlestiriciligin kolayciligiyla ilgilidir. Ama süreç bize bunun bir kolaylik olmak yerine, toplumsal aidiyetleri hesaba katmamaya ve kaosa sürükleyen bir zorbalik oldugunu gösterdi.
Oysa “modernlesme ve sekülerlesme sürecinde despotizm, liberal degerlerin önünü açabilecek bir kolaylastiricidan ibaret degildir.” Kaldi ki “Liberallerin ekonomik esitsizlikle etkili sekilde basa çikma konusundaki beceriksizligi (ya da isteksizligi), siyasal yolsuzluklara hosgörüsü, bütün dünyada tikel bir yasama biçimini misyon edinme konusundaki içkin arzusu ve giderek genisleyen bir anlamda ulusal güvenligi ve dolayisiyla düsmanlari saptama zorunluluguna bagliligi dikkate alindiginda, liberalizm de giderek otoriterlige kayabilir.”[3] Anlasilacagi üzere bu tip bir otoriterligi mesrulastiran en önemli amil, modernlesme arzusunun kestirmeciligidir. Oysaki sözgelimi Ingilizler, krallik, kilise, lordlar kamarasi, sosyalistler, Iskoçlar ve Galler’in de dahil oldugu bir kamusalligi, belki zahmetli bir süreçte de olsa üretebilmistir.[4]
Buradaki asli mesele, Talal Asad’in da degindigi gibi, özgün dilleri iskalayan bir ortak dilin ceberutlugundan kaçinabilmektir. Bu kayitsizlik ya da zorbalik, çoksesliligin gücünü ve güzelligini görmemizi önlememelidir. Bir istisna kabilinden meclise sokulan basörtüsü ise, bir çokseslilik yaratmaktan öte, buna dair ihtiyaci daha da belirginlestiren bir göstergedir. Kürtçenin “bilinmeyen bir dil” olarak tanimlandigi, mecliste bulunmanin ancak üniForma benzeri kiyafetlerle, dahasi özünde Atatürk milliyetçiligine ayarli bir durusla mümkün oldugu, farkli hukuklarin (aidiyetlerin) dikkate alinmadigi, kisacasi farkliliklarin temsil kabiliyetinden yoksunluguna dair ikiyüzlülüklerden kurtulunamadigi sürece ise, sahici bir kamusallasma ve demokratiklesme yerine, ancak Prokrustes’in yatagina yat(iril)mak gibi bir kamusallastirma zorbaligindan söz edilebilecektir.
[1] Bkz. Hak Dini Kur’an Dili, Bakara Suresi, 104. ayet tefsiri.
[2] J. Ranciere, Dissensus, Politika ve Estetik Üzerine, Ayrinti Y. s. 195
[3] Talal Asad, Seküler Çeviriler: Ulus-Devlet, Modern Benlik ve Hesapçi Akil, VB. Y. s. 55, 56
[4] Kuskusuz ki Irlanda sorunu da bu gidisatin ciddi bir arizasidir.
Not Bu yazi 05.02.2021 tarihinde farkli bakis sitesinden alintilanmistir, yazinin orijinali için asagidaki linki tiklayiniz.
https://farklibakis.net/yazarlar/umit-aktas-kamusallasma-sikintisi/