Birinci Dünya Savaşı'nın hezimeti içerisinde kendimizi yurtlandırmanın telaşına düşerken, gönül isterdi ki yüzyıllarca beraber yaşadığımız halkları da yurtlandırabileceğimiz bir ülke ve toplum inşa edebilelim.
Oysa böyle olmadı ve gönlümüz daral(tıl)dıkça toprağımız, dilimiz ve ufkumuz da daraldı; veya tersi.
Yoldaşlarımızı ötekileştirirken ve madunlaştırırken kendimiz de ötekileştik ve madunlaştık. Adaleti, hakkaniyeti ve itidali yitirirken, kendiliğimizi de yitirdik.
Bu gibi meseleler, mecliste veya toplumda enine boyuna tartışılmadı ve barışçı bir çözüme kavuşturulamadı.
İstişare sorunların müzakere edilmesinden öte, birlikte çözümlenebilmesidir.
Farklılıklarla birlikte yürütülen siyasete şura sistemi ya da demokratik siyaset denilmekte.
Gelin görün ki insanlığın bu tecrübesinin, bilgeliğin bu birikiminin ne ülkemizde ne de İslam dünyasında pratik bir karşılığı bulunmakta.
Ara sıra bir umut gibi yükselen kuşaklar ise kıymetleri bilinmediğinden heba olup gitmekte.
Nitekim 20 yıl önce buna dair yeşeren umudumuz, daha önce de defalarca tekrarlandığı gibi, siyasi ikbal ve ihtirasların kurbanı edilerek, kuruyup gitti.
Âkif'in de söylediği gibi, yaşadıklarından ders alacak bir toplum olmadığı için tarih bir kere daha tekerrür etti.Platon'dan beri bilindiği gibi olağan siyasal süreçler, yaklaşık on yıl ya da günümüzün iktidar periyotlarıyla iki dönem sürer.
Daha sonra bir değişimin olması hem toplumu ferahlatarak muhaliflere de bir fırsat verir ve farklı eğilimleri de iktidara taşır, hem de mevcut iktidarın yozlaşmasını önler ve kendisini yenilemesine, değişimine bir imkân sağlar.
Ama öyle olmadı. Başlangıçta demokratik bir iddia ile iktidara gelen AK Parti de iki dönem sonra bu altın kurala riayet etmeyerek iktidarını kalıcılaştırmak isteyince oyun bozuldu.
Demokratik eğilim yerini otoriterliğe bıraktı. Elbette bunda kendi kabahati olduğu gibi, iktidar değişimini olağan yollarla sağlama niyetinde olmayan rakiplerinin de sorumluluğu bulunmakta.
Sözgelimi iktidarı AK Parti'nin temsil ettiği muhafazakâr dindarlara yakıştıramayan ama olağan yollarla da iktidara gelemeyen Kemalistler, sistemle demokratik yollarla barışmayı ve yarışmayı düşünmeyen, demokratik siyasetin içerisinde yer almak yerine bağımsız bir Kürdistan hevesi peşinde olan PKK, iktidarın gizli ortağı olduğu halde bununla yetinmek istemeyen, daha fazla pay ve güç isteyen Fetullahçılar…
AK Parti içinse ya demokratik siyaseti yürüterek sonuçlarına katlanmak ve iktidarı kaybetse bile daha sonra yine demokratik yollarla mücadelesini sürdürüp yeniden iktidara gelme ya da kaybederse bir daha iktidara gelememe ihtimalleri arasında yolun çatallandığı kertede o, siyasal varoluşunu büsbütün kaybetme ihtimali nedeniyle çatışmayı yeğledi.
Aslında bu noktaya gelişte daha iktidarının ilk döneminden itibaren demokratik siyasetten uzaklaşmaya başlamasının da etkileri vardı.
Bilindiği gibi 2003 Irak Savaşı tezkeresinde meclis, sonu savaşa dahil olmayı gerektiren tezkereyi reddederek aslında demokratik bir tavır göstermişti.
Birçok AK Partili milletvekili de ret oyu kullanmış ve bu yöndeki eylemlere de katılmıştı.
Anlaşılan o ki bu sonuç Erdoğan'ın hoşuna gitmediğinden, bu süreçten itibaren siyasetinin yönünü giderek demokratik siyasetten geleneksel patrimonyal/otokratik siyasete doğru bükmeye başlayacaktır.
Kemalist askerlerin 2007 muhtırasını ve 2010 referandumunu da atlattıktan ve eli bir ölçüde rahatladıktan sonra kendi kitlesini ve kişisel iktidarını tahkim edecek adımları atacaktır.
Bunlardan ilki, şehirleri bir rant alanı haline getirerek yaşanılamazlaştıran uygulamalara karşı koyan çevreci bir tepkinin şiddet yoluyla bastırılmasıdır.
İşin ilginci bu süreci kışkırtan ve yürütenlerin, bir süre sonra kendileri de saf dışı bırakılacak FETÖ'cü polisler olmasıdır.
İkinci adım ise aslında kendisinin başlattığı ama PKK'nın ayak sürüdüğü çözüm sürecinin yine bir polis komplosuyla sona erdirilmesidir.
AK Partinin buradaki samimiyeti tartışılır olsa da, sorumluluğun asıl sahibi PKK'nın ve siyasal muhatap olan HDP'nin süreci sahiplenmek yerine sabote edecek yöndeki tutarsızlıklarıdır.
Oysa süreci zorlaması ve bir sonuca doğru götürmesi gereken daha çok onlar olması gerekirken, bu konuda Abdullah Öcalan'ın baskıları bile bir işe yaramamış, gerilla silah bırakmamış ve dağdan inmemiştir.
Son adım ise yıllardır iktidarın gizli ortağı olan FETÖ'cülerin tasfiyesidir. İşin ilginç tarafı, bu kafa kafaya gelmenin Kemalist statükoya karşı mücadele eden muhafazakârlığın iki ana akımı, Milli Görüş ve Nurculuğun modernleşmiş olan yeni kuşakları arasında yaşanmasıdır.
Milli Görüş'ün kalkınmacı, otoriter ve siyasetin içerisinde kalarak sürdürdüğü tutumuna karşı, Fetullahçılar kamusal alan kadar devlet kurumlarında da gizli örgütlenmeyle hareket etmiş, ABD ile işbirliğiyle de bu tutumlarını güçlendirmişlerdir.
Ancak dinî vakıflar, cemaatler, tarikatlar ve İslamcıların büyük kısmının kitlesel desteğini alan AK Parti, Gezi olayları ve çözüm süreci içerisinde tahkim ettiği kitlesi kadar ardına aldığı devletin de desteğiyle, iktidarı elinde tutmayı bilmiştir.
Nihai süreçte ise siyasal stratejisini yerli ve milli bir anlayışa bükerek, otoriter, milliyetçi ve muhafazakâr bir ittifakı oluşturmuştur.
Gelinen noktadaki hedef ise fiilî durumun Anayasal bir tasdikle de sağlama alınmasıdır.
Bu hedef, istişare ve uzlaşıya dayanan bir sürecin rizikolarına ve iktidar kaybı ihtimaline karşı, iktidarda uzun süre kalmayı bir biçimde güvenceleyen, otoriter, giderek totaliterleşen, içerideki tahkimatı dış cephelerdeki desteklerle de güvenceleyebilmektir.
Bu stratejinin kırılgan yönü ise sürdürülen koalisyonun daha önce de yaşandığı gibi çatlaması halidir.
Zira her ne kadar tahkim edilmiş olsa da muhafazakâr tabanın bir iktidar savaşımına girecek niteliği olmadığı gibi, ideolojik bileşenlerinin savaşçı kanatları da büyük ölçüde burjuvalaşarak konFormist bir hayatın refahına gömülmüştür.
Tüm bunlardan sonra şöyle denebilir: Tamam, iyi de ne olmuş yani? AK Parti neticede iktidarını korumayı bilmiş. Daha ne olsaydı?
Doğrudur, fakat tam da işte bu iktidarını koruma görüntüsü, temel gerçekliği görmemizi de önlemekte.
O da şu ki İslam dünyasının hemen tümünde kişisel ya da otoriter iktidarlar egemen ve onlar da demokratik ya da istişari yönetimleri tam da bu tür bahanelerle önlemekteler.
Bu ise katılımcı ve müzakereci siyaseti, dahası bütün toplumsal alanlardaki birlikte düşünme, eyleme ve gücü paylaşma zihniyetini, ortak aklı ve farklılıkların bir arada yaşayabilme imkânlarını ortadan kaldırmakta.
Tüm bunlara rağmen, otoriterliğin bahanesi olan krizler ve çatışmalar yine de önlenemediği gibi, toplumsal uzlaşmalar da imkânsızlaştırılmakta.
Toplumsal enerji ve birikimler ise bu akla ziyan iktidar hevesinin tatmini ve sürdürülebilmesi için berhava edilmekte.
Dolayısıyla da çatışan toplumsal kesimler ortaklaşalık zemininden uzaklaşarak demokratik ilişkiler kurabilme becerisinden yoksunlaşmakta.
Bunlar ise hep sözüm ona yaklaşan bir kötülüğü önleme, mevhum bir beka sorunu adına yapılmakta.
Peki, soruyorum o zaman, bir toplum için daha kötüsü ne olabilir ki?
Bir toplumun en büyük kaybı istişare ve şûra süreçlerinin yok edilmesi değil midir?
Ki bunun sonu hayatın her alanındaki birlikte iş yapabilme inisiyatifinin kaybı, toplumsal sorunların müzakerelerle çözümlenememesi, şirketleşme ve kooperatifleşme gibi ortak akıl yürütmeye dayanan süreçlerin ve hayatın hiçbir alanında takım oyunlarının sürdürülememesidir.
Siyasetin demokratikleştirilememesi ve hep otokrasiye sapan bir eğilimin sözüm ona kolaycılığı da istişare beceriksizliği ve korkusuna dayanmaz mı?
Bu, bir türlü farkına varmadığımız ya da varmak istemediğimiz temel sorunu çözmek içinse doğal olarak hiçbir aklı başında girişimimiz yok.
Aliya'nın "Doğudaki mekteplere eleştirel düşünce dersleri koyma" önerisinin yanı sıra, demokratik/istişari düşünme ve davranma derslerini de ilave etmek gerekiyor.
Hem de sadece mekteplere değil, işyerlerine, kışlalara, ailelere ve hayatın her alanına da yaygınlaştırılmalı.
Aksi halde meclislerimiz birkaç otokrat liderin oyun alanı olmaktan kurtulamadığı gibi, hayatın her alanı da benzeri bir kaderi sürdürecektir.
Şehirlerimizin bu keşmekeşliği, işyerlerimizin verimsizliği ve okullarımızın üretkensizliği de cabası.
En üretken olmayan yönümüz ise doğal olarak düşünce üretimindeki zaafımızdır. Zira hep bizim adımıza başkaları, yönetenler düşünmekte!
Düşünmekteler mi? Orası da ayrı bir soru(n). Hadi şuna işleri el yordamıyla, iş kazalarıyla, rastlantılarla götürmekteler diyelim.
O zaman ise toplum büyük bir emek, zaman ve sermaye israfına gömülmekte.
Kötü inşa edilen şehirler ancak depremlerle yıkılmakta, rastgele çoğaltılan evcil hayvanlar sonunda itlaf edilmeyi beklemekte, çözülemeyen ya da göz yumulan yolsuzluklar ve yozlaşmalar (fuhuş, uyuşturucu, rüşvet, kumar…) ancak kendi pisliklerinde boğulmakta, çevre kirlilikleri bu kez baş edemediğimiz doğa felaketlerine yol açmakta, bir türlü işletilemeyen demokratik sistem ise ancak darbelerle yenilenebilmekte.
Bütün bunların aklı başında süreçlerle, yol kazalarına uğramaksızın çözümlenebildiği bir ortak aklın mekanizmaları ise küçümsenerek, hor görülerek, dahası atıllaştırılarak işe yaramaz hale getirilmekte.
Müzakereci bir siyasete, istişarelere dayanan sorun çözme yollarına ve katılımcı bir demokrasiye geçebilmek için bir yüzyıl yetmediğinden, bir ikincisine de ve ama maalesef yine otoriter bir hevesle girilmekte.
İşlevsizleştirilen bir meclisin olumsuz örnekliği tüm topluma da yayılarak her kesimde otokrat hevesler ortak aklın, birlikte düşünme ve eyleme çabalarının önüne geçmekte ve tarih hep yeniden tekerrür etmekte.
Bu süreçlerin gerekçesi olan hızlandırılmış karar alma mekanizmaları ise sadece yozlaşmaları ve çöküşümüzü hızlandırmakta.
Hem bu sadece bizimle de sınırlı kalmamakta: İran'a, Mısır'a, Sudan'a, Pakistan'a… yayılan bu toplumu istişari süreçlerden dışlama mekanizmaları ise ardında, her kuşakta köreltilen ve kirletilen heyecanların yılgınlığını bırakmakta.
Yazının orjinali için bakınız:https://www.indyturk.com/node/683631/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/siyasal-ihtiras
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.