20. yüzyildaki Islamî paradigmayi olusturan diger Müslüman aydinlar (Akif, Ikbal, Kutub, Seriati…)’a karsi Aliya, kendi düsüncesini görece olarak biraz daha geç ve biraz daha Bati’ya yakin kosullarda ve içerikte olusturacaktir. Belki bu “geç”lik ve bu “yakin”ligin etkisiyle o, Islam’i, kitabina da isim kildigi bir idrakle, Dogu ile Bati arasinda bir itidal noktasinda, merkezde; vasat, muktesit ve mutedil bir din ve anlayis, bir özgürlesme yolu olarak tanimlar.
Aliya, toplumsal egilimleri baslica üç kategoride izah eder. Tasnifi, Pitirim Sorokin’in toplumsal egilimleri dinî (maneviyatçi, sezgisel), duyumcu (maddeci) ve akilci (düsünsel) olarak tasnifini andirir. Ancak bu tasnifte Islam, görece olarak askinci bir inanca fakat maddeci bir yasama tarzina sahip olan ve bu haliyle “sol”da duran Yahudilerle, görece olarak maneviyatçi, ruhçu/kutsalci ve “sag”ci olan Hiristiyanliga göre “merkezde”dir ve bu egilimleri dengeler ve bütünler. Dolayisiyla da bu tasnifteki “düsünsel” egilime tekabül eder. Ona göre Islam, bireycilik (liberalizm) ile toplumculugun (sosyalizm), maddecilik ile ruhçulugun da ortasindadir. “Eskiler iki cevherden, ruh ve maddeden bahsederlerdi. Bu mefhumlarla iki muhtelif menseli, muhtelif mahiyetli, birbirinden neset etmeyen ve birbirine irca edilemeyen iki temel prensip, bambaska iki âlem, iki düzen ifade ediliyordu… Düalizm, insanin en köklü hissiyati olmakla beraber en yüksek felsefesi degildir. Gerçekten de bütün büyük felsefe ekolleri monistiktirler. Insanlarin yasayis, duyus ve dünyayi düalistik olarak idrak edislerine ragmen, her felsefe ve düsünüsün tabiatinda gerçekten de monizm (tevhid) yatmaktadir.”[1]
Kitabinin isminde yer alan Islam’in “Dogu” ve “Bati” arasindaki konumlanisi da, dönemin kapitalist ve sosyalist dünyalarini, yani Bati’nin ruhçu ve bireyci, Dogu’nun ise maddeci ve toplumcu olusunu da asan; hatta kadim Dogu’nun maneviyatçi ve metafizik, Bati’nin ise rasyonalist ve maddeci özelliklere sahip olduguna dair genel kutuplasmaci yaklasimlari da göz önünde tutarak, bunun disindaki bir seçenegi ara-stiri-r. Dolayisiyla onun kimileyin Islam’i “üçüncü yol” veya “üçüncü dünya” olarak tanimladigi yaklasimlarinin, döneminin siyasal konjonktürünün etkisi altinda yapilan ama gerçekte “merkez”de ve “orta yol”da olan bir tutumu ifade kastini güttügünü söyleyebiliriz.
“Islam, dünyanin bu esas özelligi olan düalizmi evvela anlama ve kabul etme, ondan sonra da onu asmanin yoludur.”[2] Düalizm ise temelde, yine büyük ölçüde Yunan kökenli olan ve daha sonra Aydinlanmaci kartezyanizm tarafindan da teyid edilen insanin ruh ve beden, kâinatin ise madde ve biçim veya fizik ve fizikötesi gibi iki ayri tözden olustuguna dair bir inanisa, bir yanlis anlamaya dayanir. Oysa Kur’an varliklar âlemini fizik ve metafizik âlem gibi düalist bir ayrima tâbi tutmadigi gibi, insandan da dogrudan “nefs”, yani bir bütünlük olarak söz eder. Gerçi daha sonra nefse dair sifatlar isimlestirilerek bu tekillik çogullastirilacaktir. Ama bu bile temel gerçekligi, yani insanin (ve kâinatin) “monist” (tevhidî) bütünlügünü örtbas edemeyecektir.
Bu düalizmin pratik belirtisi maddeci ve idealist, hazci ve çileci, dinci ve bilimci, laik (dünyevi, profan) ve clerical (uhrevi, kutsalci) egilimler arasinda ayrimsanabilir. Bu ikiciligin belirtisi olarak, tarih boyunca iki ana akim yan yana ve zaman zaman birbirine karisarak akmislardir: ilim ve din, maddecilik veya maneviyatçilik (ruhçuluk). “Ne var ki din (religion) insanligi ilerlemeye, ilim ise hümanizme götürmez. Bunlar olsa olsa onlarin yan ürünleri olabilir. Çünkü gerçek hayatta ne saf din ne de saf ilim vardir.”[3] Elbette buradaki “din” terimi, tam olarak “Islam” karsiliginda kullanilmaz. Bu, daha çok kurumsallasmis olan “kutsal”ci din (religion)’dir. Zira Islam, ruhçu ve maneviyatçi din ile maddeciligin disindaki bir seçenektir. Bu ise, ruh ve madde tanimlari gibi tözsel bir ayrimin disinda, kâinatin yaratici birliginden olusan, bunlari birbirine karsit ve birbirinden soyut olgular olarak telakki etmeyen bir anlayistir.
Düalizme karsi bu durusuna ragmen Aliya, siyasetle dini ayri olgular haline getiren laikligi, gerek Bosna’nin sartlari, gerekse tarihsel tecrübenin icbari ve daha uygun bir pratik olmadigi için yürürlüge soksa da, temel de bu siyaseti çok da uygun bulmakta degildir. Gerçi “Islam Deklarasyonu” daha erken bir metindir ama orada, Islam’da “laiklik prensibinin olmadigi” belirtilmektedir. Dinin ahlaki içerigi devlete yansimali ve devlet de dine destek vermelidir.[4] Tabi ki burada önemli olan uygun ve dengeli bir modelin gelistirilmesidir. Ancak bu model Islam dünyasinda yoktur. Orada ise, din de dahil olmak üzere hemen tüm toplumsal etkinlikler, giderek otoriter bir devlete tâbi hale getirilmistir.
Kuruluslari 20. yüzyilda gerçeklestirilen iddiali modeller olan Suudi Arabistan, Pakistan veya Iran Islam Cumhuriyeti, farkli dinler, mezhepler ve hatta irklar konusunda önemli güvenceler olusturamadiklari gibi; dinle devlet iliskisi, siyaset kurumunun yapisi ve toplumla iliskisi, hukuk ve adalet iliskisi gibi temel meselelerde de uygun çözümler gerçeklestirememislerdir. Tüm bunlarin maliyeti ve Islam dünyasini getirdigi nokta ise ortadadir. Ama buna karsi çare, tepkisel bir model olan Kemalizm, yani Batici bir otoriterlik de degildir.
Her ne kadar düsüncesi laisizm tarafindan güdümlenmemis olsa da, uygulama sorumlulugu ile karsi karsiya geldiginde, gerek tecrübi yetersizlik, gerekse Bosna’nin siyasal yapisinin karmasikligi nedeniyle laik ve demokratik bir model yeglenmistir. Aliya’ya göre icma (ortak akil) ilkesi ve belli bir seçkinligin (aristokrasi veya ruhbanlik) olmayisi, Islam’i demokrasiye yakin kilmaktadir. Demokrasiyi tarihsel bir pratige dönüstürülememis olan “sura sistemi” yerine ikame ederken, laiklik ise büyük ölçüde farkliliklarin güvencesidir.
Aliya, aslinda tüm kitabini gelecegin paradigmasina ve Islamî bir nesnellige adadigi halde, zaman zaman kuskulu ve etki altinda oldugunu belli eden bir gönülsüzlükle, hümanizme olumlu bir deger/anlam atfeder. Elbette Aydinlanmaci ve insani tanrilastiran bir hümanizme karsi, dinsel (“Hiristiyan”) ama son tahlilde insani (“Isa”) tanrilastiran bir hümanizm de vardir. Aydinlanmaci gelenek ise, elestirerek ve sekülerlestirerek de olsa dinî gelenegin insana atfettigi o tanrisallik (kutsallik) anlayisini sürdürmektedir. Heidegger tarafindan elestirilen bu tutum, tabiatta gizil olan teknolojik bir potansiyelin açiga çikarilarak ve kullanilarak insani tanrisallastirma çabasidir. Bu tutum, “metafizik düsüncenin insani merkeze alan ve her seyi onun kullanimina sunmak için nesnelestiren hümanist karakterinin bir sonucudur.”[5] Ama bu süreç içerisinde insan da nesnelesir veya G. Lukacs’in deyimiyle “seylesir” veya proleterlesir.
Aliya ise hümanizmi ancak su kosulda mümkün görür: “Din ve onun ‘semadaki prolog’u olmaksizin, insanin en büyük deger olduguna otantik inanç da olamaz. Din olmadan insanin gerçekten mümkün olabilecegine, gerçekten var olacagina da inanmak zordur. Ateist hümanizm bir tezat teskil ediyor. Çünkü ‘eger Tanri yoksa insan da yoktur’. (Nikolai Berdiaev) Insan yoksa o zaman da hümanizm bos laftir. Insanin yaratilisini, ilk muammanin ortaya atilisini tanimayan kimse, hümanizmin asil manasini da kavrayamaz…. Insan hiçbir seye hizmet edemez (alet olamaz –araçsallastirilamaz, seylestirilemez-[6]) Tersine, her sey insana, insan ise ancak ve ancak Allah’a hizmet etmelidir. Hümanizmin ilk ve son manasi iste bu olmalidir.”[7]
Medeniyetçi ve ütopik düsüncelerin nasil birbiriyle sarmallanmis ve düsünceyi oldugu kadar eylemleri de çigirindan çikaran aldanislar oldugunu o derin bilgeligiyle açiklayan Aliya, sadece hümanizm meselesi üzerinde duraksar. Kralligin onurlandirilmasi ve aklanmasi için “bilge”likle taçlandirilma çabasi gibi, hümanizm de, insanligin onurunun defalarca ayaklar altinda çignendigi yirminci yüzyilin savaslari ve soykirimlari akabinde, özellikle de Auschwitz’in günahini omuzlarinda hisseden ve yakilan onca insanin küllerinin arasinda bir masumiyet siginagi insaya çalisan aydinlar tarafindan, insanligi hakkinda derin kuskular ortaya çikan ve kendisine olan güvenini kaybeden Batili insani onurlandirmak ve ayaga kaldirmak için girisilen bir insani yüceltme ve hatta tanrisallastirma çabasidir.
Nitekim benzer çabalari, ayni dönemin Müslüman aydinlari da ve yine büyük ölçüde Batili aydinlarin etkisi altinda kalarak ve bir bakima gerek bu tip söylemleri karsilamak, gerekse Müslüman dünyanin insanlarini ayaga kaldirarak yüceltmek için girisilen bir gayretle; öte yandan ise geleneksel “insanin Allah’in halifesi oldugu”na dair bir yanlis okumaya da yaslanarak sürdüreceklerdir. Genelde bu tür yanlis okumalardan ve anlamalardan etkilenmeyen Izzetbegoviç’in buradaki etkilenmisligindeki ikircimi ve iskilliligi görmemek mümkün degil. Öyle ki adeta elestirelligini askiya alan bir etkiyi tasimaktadir üzerinde ve bu ödünç ve arizî kullanimdaki özrü hissettirmektedir. Ama yine de hümanizme atfedilen olumlu deger ve anlam paylasilmaktadir.
Oysa insan ne arza mutlak bir biçimde egemen (Allah’in halifeligi anlaminda) olacak denli olumlu bir yetkinliktedir (nitekim her iki dünya savasi kadar, kalkinmaci ve ilerlemeci anlayislarin dünyayi içerisine attigi riskler/felaketler de ortadadir)[8], ne de insanin “Allah’a hizmet etmesi” (“arzdan çekilen” Tanri’nin islerini ifasi) gibi bir rolü ve islevi bulunmaktadir. Allah’in bu anlamda bir hizmete ihtiyaci olmadigi gibi, insanin yaratilis amaci da bu degildir. Hümanizm ise insanin neligi konusunda zihinsel bir bocalamanin belirtilerinden biridir. Kuskusuz ki insan bir risktir ve henüz tam olarak ne olduguna da bir karar ver-il-ebilmis degildir. Bu karari verecek olan insanin kendisidir süphesiz. Ama bu onu bir Tanri kilmayacak; sadece neden Tanri olamayacagina dair bir kesinlige ulastiracaktir. Ama bir yandan da ve baska bir güzergâh(lar) içerisinde, ütopyacilik ve hümanizm gibi düsüncelerle çerçevelenmis bir paradigmalar silsilesi, Tanri’nin ölümü düsüncesi ve insanin onun yerine ikamesi hususundaki seytani israrlarini ve arayislarini da sürdürmeye devam edecektir.
Insan, evet, paradoksal bir varliktir; netameli, sorunlu, çeliskilerle dolu, asagi oldugu kadar yüce, iyimserligi kadar kötümser, yaratici oldugu kadar da yikici; kisacasi varolusçularin söyledigi gibi ne oldugu verili olmayip, bizzat kendi çabalari ve tercihleri sonucu ortaya çikan/çikabilecek olan ya da olmayan, Yaratici ile yaratilmislar arasinda bir yerde olan ve hatta “olmakta” olan, arada, özgür ve sorumlu olmaya yazgili (olmak üzere varkilinmis) bir varliktir. Dolayisiyla bu, henüz kemaline ulasamamis yönlerine, özgürlügünü ve sorumlulugunu her daim idrak ederek üstlenemedigine de isaret eder. Zira Ahzab Suresi 72. ayette de deginildigi gibi, cehle düserek ya da zalimleserek kaçabilir bu sorumluluk ve yükümlülüklerinden.[9] Dolayisiyla pesin bir hükümle insani ne yüceltmeye ne de asagilamaya bir gerek bulunmaktadir. Onun hakkinda bir karar vermek yerine, sadece onu “olmaya birakmak” gerekmekte. Bakalim ne yapacak, nasil bir özgürlesme yolu izleyecek: olumlu mu, olumsuz mu? Hem bakalim buna, yani olumlu ya da olumsuz da olsa, özgürlesmeye cesaret gösterebilecek mi? Kendisini o sessiz ve köle ruhlu yiginlarin arasindan çekip çikarabilecek ve sorumluluklarini üstlenebilecek, dahasi özgürlesebilecek mi?
[1] Aliya Izzetbegoviç, Dogu ve Bati Arasinda Islam, Nehir Y. s. 12, 13
[2] Age. s. 20
[3] Age. s.15
[4] Islam Deklarasyonu, Fide Y. s. 48
[5] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlügü, Paradigma Y. Teknoloji Felsefesi md.
[6] Italikler bana ait.
[7] Dogu ve Bati Arasinda Islam, s. 88, 89
[8] Çünkü o “hâkimiyeti eline alir almaz yeryüzünde fesat çikarmaya, ürünü (harsi) ve nesli yok etmeye çalisir.” (Bakara, 205)
[9] Kuskusuz ki insan fitri olarak “zalim ve cahil” degildir. Ama seçimleri ve edimleriyle zalimlesebilir veya cahillesebilir. Bunlar ise insanin sorumluluklarini üstlenememesine ve yetkinlesememesine sebep olur.
Not Bu yazi 12.03.2021 tarihinde farkli bakis sitesinden alintilanmistir, yazinin orijinali için asagidaki linki tiklayiniz.
https://farklibakis.net/yazarlar/umit-aktas-yazdi-20-yuzyilin-paradigmasi-ve-aliya/
Yaziya iliskin görsel https://abidatsanat.com/ sitesinden alinmistir.