Aristo adaleti, dağıtıcı ve düzeltici adalet olarak ayırırken, birincisinden servetin, sosyal statünün, egemenliğin adil bir biçimde dağıtımını, ikincisinden ise yapılan haksızlıkların ve hataların telafisini kast eder.
Bunları söylerken mevcut toplumu doğal bir veri olarak alır ve düşüncelerini bunun üzerine bina eder.
Toplumun (kamusallığın) dışında tutulan kölelerin ve kadınların durumlarını sorunsallaştırmazken, toplumsal gerçekliği bu haliyle onaylar.
Zira ancak bunun sayesindedir ki özgür yurttaşlar siyaset ve felsefeyle meşgul olabilmektedir.
Ahlak kadar adaletin de söz konusu olmadığı ya da sadece agora ile sınırlı olduğu bu dışlama, onun açısından doğanın ve ona dayanan aklın tartışılamaz bir düsturudur.
Bu açıdan devrimci değil, muhafazakâr ya da çağının gerçekliği içerisinde hareket eden bir düşün/bilim insanıdır.
Kozmolojisi ve sosyolojisi kendi döneminin şartlarıyla sınırlı, günümüzdeki anlamıyla bir özgürlük ve irade kavramları kadar Tanrı'ya hesap vermek gibi polis'i aşkın bir sorumluluk duygusundan da yoksundur.
Belli bir toplumsal gerçeklik içerisinde ortaya çıkan ve daha çok politik olan bu bakış, hakikatin aşkınlığını dikkate almadığı gibi -ki o, yaratılışsal (halk-oluşsal) bir başlangıcı da dikkate almamak anlamına gelmektedir-, bu sınırlı siyasal uzamdaki ethos'un (etik) ötesine dair bir ahlak tartışmasına, Sokratik bir sorgulamaya dahi girmez.
Öyle ki, çok fazla ötelere gitmeye gerek yok, hemen yanı başındaki köleleri, kadınları ve barbarlar (yabancılar)'ı da şehrin ahlaki ve siyasi uzamına dahil etmez.
Hatta demos'un, yani yoksul(/n) halkın siyasete katılımını da hoş görmez. Onun olumladığı yönetim demokratik eşitlikçilik değil, cumhuriyetçi seçkinciliktir.
Bu koşullar altında ahlak, henüz belirginleşmemiş olan irade kavramının ve dolayısıyla içsel bir özgürlüğün de farkında olunmayan, kültürel bir erdemler kümesine riayete ve mutlulukçu bir ereğe dayanan törel bir davranış biçimidir.
Hz. Muhammed (as) ise mevcut durumu dikkate alsa da bunun doğal bir hakikat oluşunu reddederek çıkar yola ve yeni bir toplumun inşasına girişir.
Tanrı'nın birlenmesi, tabiatın ve toplumun da bu birlikçi eksende akılcılaştırılması gibi bir amaç taşır.
Yaratıcı Tanrı, yaratılışsal/oluşsal sürece müdahildir ama bu müdahilliğin belki tam olarak kavranılamayan bir mantığı bulunmaktadır.
Tabiat kadar toplumun da tâbi olduğu yasaların farkındalığı, hurafeler kadar büyüsel anlayışları ve hatta mucizeleri de söyleminden dışlar.
Mucize (insanı aciz bırakan olaylar) varsa bu, doğal ve toplumsal süreçlerin içerisinde ortaya çıkan ve anlamları giderek daha da belirginleştirilecek olan şaşırtıcı hakikatlerdir.
Nitekim o, bunu kendi hayatıyla da ortaya koyar ve olmaz denileni gerçek kılar.
Sözgelimi "bir toplum kendisini değiştirmedikçe Allah onu değiştirecek değildir"; ve ama Allah, "mustazaflara lütfetmek ve onları yeryüzünde önderler kılmak ister."
Ama bunun için her şeyden önce mustazaflar/ezilenler buna yönelik bir arzu ve çaba içerisine girmelidir. Tıpkı ağaçların yağmuru arzulaması gibi.
Bu bakış, doğal olarak Aristocu ahlaki gerçekçiliğe aykırı, devrimci ve hatta yaratıcı bir ahlakı, iradi bir tarih ve toplum anlayışını, dahası toplumsal bir sorumluluk duygusunu getirir.
Toplum elbette ki adalete ve ahlaka tâbi olmalıdır ama ahlak verili durumu dikkate alsa da yeni ve adil bir toplum (insan, cemaat, ümmet) oluşturmaya (halk-olmaya) dair bir çaba (cihad) içerisinde olmalıdır.
Ahlakın bu halk-oluş hali, yeni bir durum (ahlak) kadar yeni bir adalet (hakkaniyet) anlayışının da ortaya konulmasıdır.
Çünkü kendi haline bırakılan toplum sürekli güçlüler lehinde eşitsizleşmekte ve ezilen kesimler sadece maddi açıdan yoksullaşmanın ötesinde, haklarından da yoksunlaşmaktadır.
İşte orada, bırakın verili durumun onaylanması ve sabitlenmesini, bu durumun eleştirisi ve olumsuzlukların değiştirilmesi, dışlayıcı olmadığı gibi hakkaniyetli olan bir toplumun inşası, yoğun bir mücadeleyi gerektirir ve bu, insanların yükümlü olduğu bir sorumluluktur.
Hz. Muhammed'in oluşturmaya çalıştığı siyasal-toplum (ümmet) kadınları, köleleri ve ötekileri de kapsar.
Akabe Sözleşmesi'ne kadınlar, Medine Sözleşmesi'ne ise müşrikler, Yahudiler ve Hıristiyanlar da katılır.
Medine toplumu bu karmaşık kesimlerden oluşur. Kadınlar da kamusal alanda yer alırlar; yani mescide gelirler ve orada söz söyleme hakkına sahiptirler.
Her şeyden önce ve kelimenin tam anlamıyla bir insandırlar ve herhangi bir toplumsal dışlamaya maruz bırakılmazlar.
Bu, bir başlangıçtır elbette ve mevcut eşitsizlikler doğal ve kesin bir veri olarak kabullenilmeyip, buna dair sorunların toplumsal erginlikle beraber çözümlenmesi amaçlanır.
Ethos/etik her ne kadar fıtri bir temele dayansa da verili bir kesinlik (hakikat) olmayıp inşa edilen bir gerçeklik (ahlak) olduğundan, toplum kendisini sürekli olarak yenile(melidi)r.
Birçok ahlakçı açısından toplum, doğallığına dokunulmaması gereken kırılgan bir gerçeklik iken, bu açıdan Hz. Muhammed bir devrimcidir ama bu devrimcilik ütopik bir edâda olmayıp, birtakım sınırları ve ilkeleri vardır.
Yeni de olsa bir inşa çabası elbette ki belli bir toplumsallık üzerinden yürütülmektedir ve doğal olarak bu çabaya karşı bir direnç de oluşacaktır.
Dolayısıyla toplumun yenilenmesinde zamanın ruhu kadar bu direnç de gözetilmelidir.
Kendisinden önce de bu meselelere hayatını vakfeden birçok ıslahatçı ve düşünürün insanlığı selamete çıkarma çabası olsa da onunla birlikte bu kadim dünya'nın nihayetine gelinmiştir.
Kadim dünyanın sonu ve modern dünyanın başlangıcı arasındaki bu noktada, Hz. Muhammed her ne kadar bunu onaylamasa da toplumda hâlâ cariyeler ve köleler vardır; ancak herkes temelde insandır, akıllı ve özgürdür; olumsuzluklardan çıkışa dair yollar ise açıktır ve teşvik edilmektedir.
Kavramsal hakikat ortaya konulsa da kavramın da bir sabrı, dikkate almaktan kaçınılamayacak olan, koşullara dayanan bir toplumsal direnç, dahası ahlaki olduğu kadar estetik bir üslup da söz konusudur.
Beri yandan tepkin güçler yapılanları hazmedemediği gibi geriye dönüşü, ırkçı ve cahili örfü diriltmeyi ummaktadır.
Nitekim ölümünden sonra gerici tepki iktidara kadar tırmanacak, cahiliye yeniden boy gösterecektir.
Tanrı birdir ve insanlık da kendi arasında temelde çoğul olan birliği ortaya koyabilmelidir.
Zira insanlığın selameti kalıcı bir barışın sağlanmasıyla mümkündür.
Ve ancak günümüzde, hâlâ telafi edilmemiş olan o utancın izi silinerek kölelik fiili olarak tam anlamıyla ortadan kaldırılamamış olsa da, hukuksal olarak uygulamadan kaldırılmış, eşitlikçi yaklaşım en azından bu açıdan gerçekleştirilmiştir.
Kuşkusuz ki bu eşitlikçilik farklılıkları da göz önünde tutmalı, negatif haklar ve özgürlükler (haksızlıkların telafisi ve asli ihtiyaçların sağlanması) gerçekleştirilirken, pozitif hak ve özgürlüklere alan açılmalı yani o kerteden sonra insanlık artık olumsuzluklara mecbur bırakılmamalı, olmaya bırakılmalıdır.
Adaletin üç düzeyi vardır: "hiyerarşik liyakatçılık", "biçimsel eşitlikçilik" ve "herkese ihtiyacına ve yeteneğine göre dağıtımı/paylaşımı esas alan hakkaniyetçilik/nitelikçilik".
Adaletli bir toplum açısından eşitlik, olumsuzlukların giderilmesi akabinde ulaşılabilecek bir son değil, farklılıkların ortaya çıkması için de bir başlangıç noktasıdır.
Olumsuzluktan olumluya doğru bu gidişat, eşitliğin akabinde toplumu olmaya bırakmalıdır.
Bu anlamda adalet, haksızlıkların bertarafının ötesinde, hakların da teslimi olarak, olumsuzlukların giderilmesi ve olumlulukların tesisi gibi iki aşamalı bir edimi gerektirir.
Öyle ki kendimizin ve yakınlarımızın aleyhine de olsa adaleti ikameyle ve hakka şahitlik etmekle yükümlüyüz.
Kaldı ki bizim şahitliğimizin ötesinde, her şeyin mutlak şahidi olarak Allah, olup bitenleri gözetmektedir.
Adaletin "her şeyin yerli yerinde olması" biçimindeki geleneksel tanımı, bu yerli yerindeliği sorunsallaştırmadığı için sorunludur ve dolayısıyla da aşılması gerekir.
Bu geleneksel anlayışa göre toplumsal konumlar da tıpkı doğal konumlar veya durumlar her ne ise o halde kalmalı ve aralarındaki dengeler korunmalıdır.
Verili toplumsal mekânın ve durumun sarsılmamasını, toplumsal dengelerin korunmasını esas alan bu klasik bakış açısı, verili yerleri ve durumları sorgulamaz.
Ona göre insanlar doğuştan belli statülere sahiptir. Dolayısıyla da hayat içerisindeki durumları da bu doğal esasa göre şekillenmelidir.
Ama bu, insanların toprak'tan ve ortak bir nefs'ten yaratıldığını söyleyen Kur'an'ın bakış açısına ters düşer.
Kur'an'ın bu bakış açısı, doğal eşitsizliğin ve hiyerarşik bir toplumsal savununun reddidir. Kur'an'ın söylemi, ayrım gözetmeksizin tüm insanları muhatap alır.
Toplumsal hayat içerisinde esas olan "hayırlarda yarışmak"tır ve her tür toplumsal konum tüm insanlara açık olmalıdır.
Bozulan toplumsal dengeleri düzeltmek ve insanları eşitsizleştiren şartları eşitliğe doğru zorlamak, yani negatif hakların/özgürlüklerin sağlanması (ihtiyaçların giderilmesi ve toplumsal engellemelerin kaldırılması gibi), yine insanların takva'sı, yani hayatlarında ortaya koydukları dikkatlilik ve cehd yoluyla gerçekleştirilmelidir.
Dolayısıyla adalet, sürekli değişen ve sarsılan toplumsal şartların yine toplum tarafından düzeltilmesi yani bir dengeye getirilmesi olarak, verili durumun statik bir kabulünü değil, haksızlıkların bertarafının ve olumlulukların hayata geçirilmesini sağlamayı amaçlayan dinamik bir çabayı gerektirir.
Çeşitli nedenlere dayanan toplumsal ve iktisadi eşitsizlikler ise John Rawls'un tanımladığı gibi:
"…en kötü konumda olanların yararına olacak bir biçimde yeniden düzenlenmeli; temel özgürlüklerden yararlanma konusunda ise eşitlik olmalı"dır.1
Ve yine her insan, en temel özgürlüklere ulaşabileceği eşit haklara ve başkalarının özgürlükleriyle yarışabileceği şartlara sahip olmalıdır. 2
Sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin giderilmesi içinse genel anlamda dezavantajlı durumlarda olanları iyileştirmeye dönük bir pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.
Burada da en etkili ve olumlu destek, eğitime verilen destektir.
Adaletin sağlanmasında öncelikli olan hukuksal eşitliğin gerçekleştirilmesidir.
Daha sonradır ki sosyal adalet uygulamaları bir anlama ve amaca kavuşabilir.
İşte o noktada sıra pozitif hakların sağlanmasına gelir ki bu noktada insanların çaba ve özgürlükleri, doğal olarak kimini öne çıkarır ve kimi ise bu yarışa katılmaz ya da bile isteye geride durur.
Kimisi çabalarının karşılığını devşirirken, kimi de özverili davranarak fakr'ı tercih eder.
Burası özgürlükler alanıdır ve oradaki eşitsizlikler kimilerini farkına varılamayan bir üstünlüğe götürürken, kimileri de hak edilmemiş üstünlükleriyle yeni eşitsizlikler yaratmaya çalışır.
Ama bilen bilir ki adaletin sağlanması ve hakkaniyetin ikamesi sadece bu tür oyunlarla kaim değildir.
Ve hatta bu oyunların özündeki o hakkaniyetin ifa edilemezliğine dair nihai kifayetsizlik, bize aşkın bir Hakikati işaret eder.
Ve işte o el çekilmiş, el konulmuş veya farkına varılmamış dahası dünya hayatı içerisinde gerçekleştirilmesi imkânsız hakkaniyettir ki, hakkın ve adaletin belirginleşmesi ve gerçekleştirilmesini bir "mahkeme-i kübra'ya, kalsın benim davam divana kalsın" diyen ozanın çığlığında yankılanan bir "divan"a bırakır.
Kaynaklar:
1. John Rawls, Halkların Yasası, Bilgi Ü. Y. s. XIII.
2. John Rawls, Bir Adalet Teorisi, Phoenix Y. s. 90.
Yazının orijinali için bakınız:https://www.indyturk.com/node/701561/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/adaletin-da%C4%9F%C4%B1t%C4%B1m%C4%B1-da%C4%9F%C4%B1t%C4%B1m%C4%B1n-adaleti
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.