Yeni bir durumla, kıyametsi bir dönemle karşı karşıyayız. Bu ise salt dinî, siyasi veya felsefi bir durum değil.
Bir yandan geç kalmış bir kapitalizm, öte yandan oldukça erken bir döneminde maruz kaldığımız neoliberalist bir etki, aşinası olduğumuz tüm değerleri altüst etmekte ve bizi de yeni bir barbarlığa doğru sürüklemekte.
Her toplumsal altüst oluş yeni sınıflar, ırklar, madunlar yarattığı gibi barbarlıklar da yaratır çünkü. Ve elbette kesin inançlılar kadar nihilistler de.
Biz de, vaktiyle Nietzsche'nin boğuşup durduğu nihilizmle yüzleşmekte ve bir bungunluğa düşmekteyiz.
Öte yandan Foucault'nun bahsini ettiği on dokuzuncu yüzyıl Fransa'sının erken kapitalizmiyle geç kalan bir karşılaşma içerisindeyiz.
Üstelik bunu, bu neoliberalizmle bütünleşme sürecini, Avrupa Protestanlığının macerası gibi, dindarane iddiaları olan, yani paradoksal bir biçimde tam da tersi bir perspektife sahip olması gereken bir parti/kitle gerçekleştirmekte.
Bu paradoksal tuhaflık ve geç kalış ise bir bocalayışı, karmaşayı ve bunalımı da beraberinde getirmekte.
Daha kentleşme sürecini tamamlayamamış dindar/muhafazakâr bir kuşak, kendi iddialarıyla imtihan olarak neoliberalist küreselleşmenin trajik sonuçlarıyla yüzleşmekte.
Daha doğrusu bir savrulmaya ve dağılmaya maruz kalmakta. Bunlar, iklimi içinde bulunduğumuz küresel bir çatışmanın, bir maneviyat/kültür yoksunluğunun veya yetersizliğinin yerine ikame edilen bir güç metafiziğinin, Faustian bir arzunun baş edilemezliği karşısındaki bir savrulmanın da belirtileri.
Bir süredir Nietzsche sonrası düşünürler, yani modernliğe duçar olan ve bunun üzerine kafa patlatan isimler üzerine okuyor ve düşünüyorum.
Nietzsche'nin de yüzleştiği ve baş edemediği, içinden çıkamadığı güç istenci/istemi de bununla ilgili. Öyle ki bunun da iki yönü bulunmakta:
Nietzsche Hiççilikten şimdiye kadarki en yüksek değerlerin değerden düşürülmesini anlar. Ama Hiççiliği 'şimdiye kadarki bütün değerlerin yeniden değerlendirilmesi anlamında' onaylar da. Bu nedenle Hiççi adı bulanık kalır, iki uç durumu bakımından görülür, her zaman başlıca iki anlamı vardır. Bir yandan yalnızca şimdiye kadarki en yüce değerleri değerden düşürmeyi gösterir iken; bir yandan da değerin değerden düşürülmesinin koşulsuz karşı akımı anlamına gelir. 1
O nedenle Schopenhauercı kötümserliği reddederek, olumluluğa doğru yönelir.
Nietzsche güç istencini, Avrupa'nın içinde bulunduğu bunalımın ve ikiyüzlülüğün içinden çıkabilmek için tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi gibi olumlu ama riskli bir amaçla talep etmektedir ki Heidegger buna olumlu nihilizm demekte.
Bir de olumsuz nihilizm var ki bu da ezilenlerin ya da gücü elde edip ötekini ezmeye çalışanların nihilizmi.
Bu bağlamda modernitenin eşlik ettiği kapitalist kıyamet de geleneksel toplumu tasfiye ederken, katı olan her şeyi buharlaştıran bir bunalıma da yol açmakta.
Nihilizm bir ölüm kokusu gibi ortalığa yayılmakta; bir hiçleşme duygusu ve bunun geride bıraktığı tepkin bir felsefe.
Nitekim Ak Parti iktidarı sonucunda da güç metafiziğine iman etmiş bazı "nihilistler" gücü ele geçirip toplumu ezmeye ve kendilerini tatmine çalışırken, bazıları da bunu yapamadıkları için tepkin bir tutuma, tüm değerleri redde yönelmekte.
Bu durum ise yarattığı gerilimle toplumu bir bunalıma doğru sürüklemekte. Her iki tarafta da olumluluk yok çünkü.
O zaman ise ister istemez tüm bu bunalım koşulları karşısında ve bir kez daha "ne yapmalı?" sorusu gündeme gelmekte.
Geçmişte bunu Kemalist çöküntü karşısında da sormuş ve dindarane bir çıkış yolu aramıştık.
Görünen o ki bu yeni şartlar altında kendimizi çatışmacı ve nihilist psikolojinin baskısıyla daraltmak, savunmacı bir tutumla kendi içimize kapalı kalmak yerine, ittifak anlayışımızı geniş tutarak ve toplumdaki ve hatta dünyadaki çeşitli taraflara savrulmuş olan olumlu güçlerle, bu bunalımdan çıkabilmemizi sağlayacak kesimlerle işbirliğine gitmek en akilane çare.
Kimilerine bir geri çekiliş, yumuşama veya üçüncü yolculuk olarak görülebilecek bu tutum aslında kaçınılmaz bir stratejik hamle olarak da düşünülebilir.
Belki de asıl sorun Batı karşısında ağır bir mağlubiyet yaşamış olan Osmanlı bakiyesi bir toplumun bölünmesi (şizofreni) ve bu bölüntülerin duçar oldukları eşitsiz gelişme halinin yarattığı gerilimin içerisinden bir türlü çıkılamaması.
Sorunun özü ise sadece bu parçalanmışlıkta değil ve dolayısıyla da biçimsel bir bütünleşmeyle de giderilemeyecek bir bunalım söz konusu.
Bu durumda modern kültüre karşı ileri sürülen ahlak ve maneviyat söyleminin salt bir retorikten öte gidemeyişi de temel bir zaafı ele vermekte.
Belli bir kesimin kurtulmasının ötekisinin ezilmesi pahasına gerçekleşebildiği bu trajik durumun kaçınılmaz bir kader olarak algılanması, ötekine dair olumlu düşünümleri de imkânsızlaştırmakta.
İktidara gelinmiş olunmakla birlikte Cumhuriyetçilerin kültürel iktidarlarının bir türlü sarsılamaması ve ancak baskı altına alınmakla yetinilmesi noktasında ortaya çıkan gerilim şimdilik bir denge hali gibi gözükse de, çanların kimin için çaldığı henüz belirginleşmiş değil.
Çünkü kültür salt iktidar aygıtlarının kullanılmasıyla ve kısa sürede ikmal edilemeyecek olan, şehirli kuşakların birikimlerinin bir hasılası.
Beri yandan toplumsal genelliğin kimilerince bin, kimileri içinse yüz yıllık genetiğinin etkileri de salt okumalarla, kültürle ve bilişim teknolojileriyle giderilemeyecek olan daha temel bir sorun.
Wittgenstein, çokça atıfta bulunulan bir özlü sözünde şöyle demişti:
Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.
Buradan çıkarılacak bir sonuçla dil, çoğu kez düşüncemizi ifade etmeye kifayet etmediğinden, bizi dar bir dünyaya hapsedebilir. Kimi de fazla bile gelebilir gündelik konuşma ihtiyacımız açısından.
Nitekim bir süredir hep şikâyet edilmekte gündelik konuşma dilinin beş altı yüz kelime ile sürdürüldüğüne dair ki bu bile bazıları açısından oldukça geniş bir lügatçe.
Özellikle giderek kapitalist bir üretimsel hayatın bariyerlerine sıkışanlar açısından hayat sürekli daralmakta ve sığlaşmakta.
Kelimeler kısalırken konuşmalar bir işaret diline, emojilere dayanır hale gelmekte. Ve hatta artık insanlar bile yük olmaktaki bu yeni üretim sürecine, bu arkaik yükten kurtulmak için yapay zekâ ve robotlar insanın yerine ikame edilmeye çalışılmakta.
Öyle veya böyle kaçınılmaz bir insan sonrası (post-human) dünyadan söz edilip durulmakta. İnsanı boğuntuya sokan, elini ayağını dolaştıran distopik söylemler, gelecek hakkında karamsar bir iklimi yaymakta.
"Nasıl bir gelecek bırakacağız çocuklarımıza?" sorusu, en azından sorumluluk duygusunu yitirmemiş insanları ister istemez yeni arayışlara zorlamakta.
Bir süredir buna dair düşünsel sınırlarda dolaşıp durmaktayım.
Nietzsche, Dostoyevski, Tolstoy, Benjamin, Kafka, Gandi, Bergson, Sartre, Foucault, Heidegger, Derrida, Deleuze…
Öte yandan Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, İdris Küçükömer, Stefanos Yerasimos, Edward Said, Roger Garaudy, Levent Köker, Fikret Başkaya…
Ve yine Aliya, Kutub, Şeriati, İkbal, Cabiri, Hasan Hanefi, Nasır Hamid Ebu Zeyd…
Bir düşünsel coğrafya ve bir direniş hattı çizmeye ve oralarda müttefikler, yeni yoldaşlar ve stratejiler, dahası sorularıma cevaplar aramak için uğraşmaktayım.
Düşünsel sınırları zorlayan ve insanlığa yeni patikalar açmaya çalışan öncüleri okumaya, sınır ötesi çatışmalara hazırlanmaya ve bu yolla olası bir dünyanın anlamını oluşturmaya, onlar üzerinden hayatı yeniden anlam(landırm)aya ve belki de en önemlisi ayakta durmaya çalışmaktayım.
Hakikat sınır durumlarda ortaya çıkar çünkü ve insanın ne olduğu da ancak o kritik noktalarda belirginleşir.
Bu, elbette ki salt bana özgü bir durum değil. İnsanlık tarihinin gelip dayandığı ve daraldığı, orada kendine bir ufuk, bir inkişaf ihtimali aradığı, uzak ve yakın ihtimallerin belirdiği bir sınır çizgisi.
Orada durma ve ilerleme ivmeleri, yakınlık ve uzaklık hatları, tutunma ve yurtlanma noktaları sorunsallaşmakta.
Düşünme ve savaşma açıları, daralma ve genişleme istidatları, kazanma ve kaybetme ihtimalleri de.
Bir zamanlar nebilerin yaptığını günümüz ölçeğinde yapmaya ve hayatı olumluluktan yana açmaya ve kavileştirmeye dair işaretler, güzergâhlar.
Sadece günümüzün gerçekliğiyle yetinmeyerek, insanlığın giderek daha da içine gömüldüğü bir felakete karşı, bu meseleyi çok daha önce ve daha bir derinlikle fark eden ruhları da imdada çağırmaktayım.
Kimileri için oldukça abes gelebilecek bir gezinti bu belki. Muhayyel, anlamsız ve hatta tehlikeli sayılan, nerede durulacağı, karar kılınacağı bilinmeyen arayışlar.
Ama sanırım bu arayışı ve çabayı abes bulan kimseler dünyamızı giderek daraltmakta ve hatta boğmakta olan o büyük ve hatta kıyametsi tehlikenin farkında değiller.
Neoliberal kapitalizmin ve biyopolitik siyasal süreçlerin daralttığı hayatlar, mekânlar ve bunları izleyen ya da bunların izlediği bir nihilizm/hiççilik, boşunalık duygusu ve anlamsızlık bunalımı belki daha birçoğunun kapılarını zorlamış değil.
Ama er geç çalınacak bu kapılar ve insanlar bulundukları mekânlardan yeraltlarına ya da sınır ötelerine doğru sürüklenecekler. Hatta şimdiki göçmenlerin ucunda ölüm olsa da bir umudu da barındıran tehlikeli yolculukları kadar şanslı olmayacaklar.
Küreselliğin hayatlarını altüst ettiği ve yersiz yurtsuz hale getirdiği bu insanlar adeta bir heyula gibi yanımızda yöremizde dolaşmaktalar.
Şimdilik dışlayıcı ve arkaik ulusalcı bakışlarla horlanmakla, kendiliği savunmaya dair yerli ve milli bir kibirle yetinilmekte.
Ötekine yönelik bu bakışların sığlığı ise ister istemez yaşanılan hay huy ile sınırlı ve ellerine tutuşturulan ekranlardan başlarını birazcık kaldırıp da etraflarına bakacak bir ilgiye sahip değil.
Çünkü düşünsel yetkinlikler giderek daralan kelime sığalarının bile oldukça altında. Kimileri rastlantısal bir şatafatın içerisinde gününü gün ederken, eğitim sistemi ve gündelik hayatlar, çoktandır piyasanın baskısı altına sokulan bir mantığın ve dilin, dilce yoksulluğun madunu olmuş durumda.
Bu da farkına pek varılamasa da kültürel bir mültecilik, sığıntılık aslında. Piyasanın saldırganlığı karşısında içerisine düşülen bu maduniyet şimdilik kaderin bir oyunu ve bir tür bahtsızlık olarak görülüp, bu hoyrat kaderle bencilce veya cahilce bir kibirle baş etmeye çalışılıp durulmakta veya bir kaçış yolu aranmakta.
Geleneksel dayanışma biçimlerinden de koparıldıkları için içerisine düştükleri yalnızlığı yine bu bahtsızlığa ve hatta kadere verip buna özgü avunma yolları ya da aldırışsızlık içerisinde hayatlarını ikmal etme telaşı çaresiz sürdürülmekte.
Bu yüzden etraflarına yayılan ko(r)kunun, davranışlarına sinen şiddetin, haberlerdeki olumsuz üslubun, giderek yükselmekte olan savaş tehditlerinin, yabancılaşmanın ve bungunluğun farkında değiller.
Kendisine düşman gibi gözüken mültecinin ona ihbar ettiği yerinden edilme duygusundan daha büyük bir tehlike, insanlığından da olma ihtimali umurlarında değil.
Kirlenen deniz, kıtlaşan su kaynakları, ruh sağlığını yitiren insanlık, giderek kıyılarına sürüldükleri hayat ve her açıdan yoksullaşmaları onlara hiçbir şey söylemiyor.
Her şeye rağmen içinde bulundukları o çocuksu dünyadan, distopik söylemlerin oldukça uzağındaki bir konforla bakınılmakta etrafa şimdilik.
Hem giderek içerisine sürüklendikleri bu sefaletin farkına varılsa, bu kıyametsi trajedi anlaşılsa ne olacak ki?
Dayanışma duygularını ve ağlarını, bununla ilgili olarak da idrak kapasitesini yitirmiş bir insanlığın gerçek coğrafyası neresidir?
Bir yoldaşı ya da yurdu, bir ülküsü veya geleceği var mıdır; ayağını kaygısızca basabileceği bir toprak, kapısını çekinmeksizin çalabileceği bir dostu kalmış mıdır?
Daha da can yakıcı olan ise artık yoksunlaştığımız o muhayyel beldelerden ve dostlardan öte elimizde kalan bu giderek kaybetmekte ve ölümünü çaresizce izlemekte olduğumuz dünyanın savunmasızlığı ve savunulamazlığı.
Kutuplarda eriyen buzlar, karbon salınımı, göçmen kuşların çığlıkları veya penguenlerin ölümleri, kapımızın önüne dayanan müsilaj ve susuzluk tehlikesi, giderek okyanusları bile tehdit eder hale gelen, yağmuru bile kirleten plastik atıkları, mültecilerin hayatlarını hiçe saydıkları tehlikeli kaçış öyküleri, silahlanma için yoksulların sofralarından çalınan ekmek, hiç yoktan nedenlerle insanların üzerine boca edilen tonlarca bomba…
Tüm bunlar ne yazık ki birçoğumuz için hiçbir anlam ifade etmemekte ve sadece bize değenlere karşı verilen içgüdüsel tepkilerle, suçlanan yabancıya duyulan öfkeyle yetinilmekte.
Oysa hayat içerisindeki her edimin bir karşılığı var ve görünenin ötesindeki bir dünya ağır ağır etrafımızda birikmekte.
Dilin sınırlarının dünyanın sınırları olduğu belki bu kerte için de geçerli bir yargı. Konuşulan kelimelerin niceliği anlama sığası kadar duyarlılıkları da zayıflatmakta ve hayat kadar izanımızı da daraltmakta.
Dil, belki çoğu zaman kullanmadığımız, kullanamadığımız bir genişliği haiz. Kimi de düşüncelerimizi ve duygularımızı ifade edemeyen bir darlıkta.
Coğrafya da öyle. Kimisi için bu, ailesiyle, komşularıyla sınırlanmış bir mekândan ibaret. Kimilerine ise yeryüzü bile dar gelmekte.
İnsanlık için yaklaşan daha derin bir felaketin farkında olanlar ise dilleri kadar coğrafyalarını da geniş tutarak daha kavi direniş haritaları ve hatları oluşturmak zorunda.
Ortak duyarlılıklar, riskler, tehlikeler göz önünde tutularak kapitalist piyasanın ortak çıkarlara dayanan kendiliğinden dayanışmasına karşı, olağan bir tepkinin de ötesinde olan bir savunma hattı, dahası bir yaşama tahayyülü oluşturmaya mecburuz.
O zaman ise ister istemez çevreye bakmak, ufkumuzu taramak ve olası müttefikler, düşünceler ve dilleri, mümkün olan bir direniş cephesine ve hayat tahayyülüne dahil etmeye çalışmak gerekmekte.
İnsanın yeryüzündeki macerasının giderek onu eminliğinden uzaklaştırdığı bir eğilimi olumluya doğru bükmek için yeni yollar ve yoldaşlar aranmalı ve buna dair umudu diri tutmalı.
Sınır işaretleri ise tam da bu arayışların ve kavganın güzergâhını belirlemekte. Ne var ki bu işaretler üzerinde henüz bir uzlaşı sağlanabilmiş değil.
Belki de mücadelenin en güç yanı bir yandan kavga sürerken öte yandan üzerinde uzlaşılacak değerlerin belirlenme uğraşının da verilmesi.
Artık sadece ailemizi korumakla yetinebilme, başımızı cemaatimize gömerek aklanmaya çalışma, yurt uğruna şehitler vererek kendimizi savunacak bir çaremiz olmadığı gibi, insanlığın, dahası dünyamızın tehlikenin sınırında olduğu yerde tutunabileceğimiz bir elin kirliliğini tartışma lüksümüz de yok.
Hem içerisinde yaşadığımız bu şartlarda, kim kendi ellerinin temiz, yüreğinin arı kaldığını iddia edebilir ki?
Kapitalizmin ve onun yeni biçimi olan neoliberalizmin ise buna dair bir umuru yok. O, bir tahayyül peşinde değil, sadece kazanmaya ve üretmeye dair bir edimsellik içinde.
Gerisi ise insanlığın ardına takıldığı bir piyasa mantığı içinde kendiliğinden gelişmekte. Orada insanlar sadece bireysel kazanımlarını düşünürken farklı ve giderek kendilerini tehdit eden bir geleceğe de hayat vermekteler.
Öyle ki bu muhtemel hayat, insaniliğe dair tüm umutları da alıp götürmekte ve dünya giderek içinde yaşanılamaz bir hale gelmekte.
Hayatın bu kendiliğinden büyüyen gelişiminin olumsuzluğuna karşı olumluluk daha özel bir gayreti, sorumluluğu, dayanışmayı ve tabir caizse akıntıya karşı kürek çekmeyi gerektirmekte.
Belki insanlığın entropiye aykırı olan, kaosa karşı kozmosu ihya eden zuhuru da, tam da bu kritik noktada oluşmakta ve süreklileştirilmesi gereken bir kararlılığı ve duyarlılığı gerektirmekte.
Hayatı olumsuzluğa doğru sürükleyen güçlere karşı tarihe müdahale ve umudun diri tutulması ise giderek yalnızlaştığımız içe kapanmalar ve kendiliğimize özgü nişlere çekilmekle değil, özel fedakârlıklar, çabalar, olumluluklar, direnişler ve insanlığımıza özgü tahayyüllerle, dahası farklı cephelere savrulmuş olumlulukların elbirliğiyle mümkün.
1. M. Heidegger, Nietzsche'nin Tanrı Öldü Sözü, Asa Y. s. 24.
Yazının orijinali için bakınız:https://www.indyturk.com/node/675046/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/s%C4%B1n%C4%B1rlarda-dola%C5%9Fmak
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.