İkinci Dünya Savaşı'nın yıkımlarından çıkmaya çalışan Avrupa, bir yandan insanlığa dair umudunu korumaya çalışırken (hümanizm), öte yandan da bunu dillendirecek sesleri (ideoloji/söylem) aramaktaydı.
Sartre, işte bu yıkımlar içinde bir çıkış yolu arayan, hümanist bir varoluşçudur.
"Hiç kimse tarafından görevlendirilmemiş ve statüsünü hiçbir otoriteye borçlu olmayan"1 sorumlu bir aydın.
Üstelik ne seçkindir ne bilge ne de güçlü. Mütecessistir belki, sorumludur ve insanlığa dair umudunu yitirmemiştir.
Bu ise onu cesaretlendirir. Özgürlüğüne doğru giden o zorlu yolu ağır ağır tırmanmaya başlar.
Faşizme karşı direniş mücadelesine katılmıştır ama bu, en zoru değildir. Şimdi asıl ödevi, toplumu içerisine gömüldüğü o derin umutsuzluk ve bunalımdan çıkarma çabasıdır.
Tıpkı o ilk yaratılış sürecindeki gibi, insan olma bilincini, özgürleşmenin maliyetlerine rağmen üstlenmek ister.
Düşe kalka bu yürüyüşün elbette bir bedeli vardır. İşte Sartre'ın varoluşçuluğu bu zor uğrakta yaptığı tercihin kendisini yükümlü kıldığı o dar geçit (akabe)'i aşabilmeyi ifade eder.
Antisemitizm karşısında Yahudi, sömürgeci işgale karşı Cezayirli, Vietnam Savaşında Maocu, kapitalizm karşısında proleter, ataerki karşısında feministtir.
İnsanın özgür, sorumlu ve yükümlü olduğu bu kritik seçim, temelde beşerin insanlığı seçişine dair o temel yüzleşme sürecinin getirdiği kritik andır.
Sorunsallaşmış bir düşünselliğin bu çetrefilliği, insanın kendi yazgısına da karar verme ânıdır.
Ân dedikse de bu, bir ömrün, ömürlerin uğruna amade kılınacağı bir süreç, yaratılışın/yaratıcılığın o meşakkatli sürecidir.
İnsan, verili biri değildir zira. Ne olacağına kendisi karar vermelidir ve bu zor karar kimilerince hep savuşturulur. Karar vermek, özgürlüğü kadar sorumluluğunu da üstlenmektir.
Bu uğrakta ise kimileri özgürleşme ile serbestleşmeyi birbirine karıştırarak, buradan düşünme ve seçme yetisini ve sorumluluğunu istismara varan bir sonucu çıkarırlar.
"Bırakınız yapsınlar"cı bir yorum, aklın şeytani aldatısıyla, özgürleşmenin ve yaratıcılığın piyasa fetişizmine amade kılınmasıyla sonuçlanabilir.
Beri yandan nahif, safdil, gerçekçilikten uzak bir bakış da özgürleşmeyi bir burjuva yaşantısının bohem sorumsuzluğuna çevirebilecektir ki özgür ve sorumlu insan tam da bu ara(da)lıkta, bu gerilim ve çatışma içerisinde zuhur edecektir.
Oysa insan öyle veya böyle bir şeyi, durumu, geleceği seçer. Seçimi olumlu ya da olumsuz olsa da bu kendi seçimidir; içine düştüğü bir hâl değildir.
Kazara düşse bile bu durumdan çık(ama)ması da kendi kararıdır. Yılgın, dönek ya da zorbalığa boyun eğmiş ya da buna direnmişse; bir ırkçı ya da buna karşı biriyse, bu kendi seçimidir.
Tabii ki herkes kendi seçiminin sonuçlarıyla yüzleşecek bir cesaret ve iyi niyet içerisinde ol(a)maz ve kendisini aldatarak işin içinden sıyrılmaya çalışır.
Kendisini aldatsa, özgürlükten kaçsa ve yalanla yaşasa da, aslında ne yaptığının bilincindedir.
Bir başka açmaz ise insanı efendilikle kölelik arasındaki seçeneklere mahkûm bir çatışkının gerilimine tâbi kılar.
Efendiliğin aynı zamanda bir özerkleşme/özgürleşme biçimi olarak yorumu ya da tarihsel diyalektiğin çevriminin bu biçimdeki kurgusu, özgürlüğü oldukça biçimselleştirerek salt çıplak bir güç ilişkisine dönüştürmek gibi bir sorunla malûldür.
Oysa bu biçimsellik, özgürleşmekten ziyade serbestleşmektir. Meseleye bu biçimselliğin dışına çıkarak baktığımızda efendiyi özgürlükten uzak, köleyi ise özgürleşme çabası içerisinde biri olarak da görebiliriz.
Bu, doğrudan içerisinde bulundukları hâlin biçimselliğiyle ilgili olmayıp, sürdürdükleri hayatın yönü ve amaçlarıyla ilgilidir.
Aslında Hegel insanlığın, özgürlüğün bilincine ilk kez Hıristiyanlıkla ve dolayısıyla da onun sağladığı manevi (içsel) inkişafla ulaştığını belirtse de meseleye insandan ziyade devlet/iktidar/güç perspektifinden bakmaktadır.
Beri yandan İslam düşünürlerinin özgürlüğü köle olmayış gibi biçimsel tanımlayışları da daha çok bir serbestlik anlamına gelir; oysa insanı özgürleştiren asıl yön, yani onun manevi (içsel, bilinçsel) niteliği dikkatlerden kaçırılır.
Hegelci mantığın Marxist yorumu ise çelişkiyi aşmak isterken daha bir derinleştirir. Katı olanı buharlaştıran kapitalizme övgü, sonuçta insana, insanın neliğine dair bir karara da varmadır.
Burjuvaziyle boğuşmak gibi diyalektik bir ödev, sonuçta üretici güçlerin motorunu, yani iktidarı ele geçirme inisiyatifinden başka nasıl bir anlama gelecektir.
İçsel dünyasının duyarlılıklarından uzaklaşan insan ümitvar oluşunu sürdürebilecek midir?
Bir insan olmanın ve yaşamanın anlamına, hayatı umursamamıza bizi ikna edecek olan nedir?
Özgürleşme çabası neye hamledilecektir?
İşte bu gibi sorular giderek farklı sorunlara ve sonuç olarak da bir sorunsala dönüşecektir.
İnsan özgürdür ama onun özgürlüğü Tanrı'nınki gibi değildir; istifhamlar, açmazlar, çelişkiler, tam olarak cevaplanamayan sorunlar içerisindedir.
Bildikleri kadar bilmedikleri, yaptıkları kadar yap(a)madıkları, dile getirdikleri kadar getiremedikleri vardır.
Foucault'ya göreyse "Sartre'ın Diyalektik Aklın Eleştirisi, 'on dokuzuncu yüzyıla ait birinin yirminci yüzyıla dair düşünmeye kalkıştığı görkemli ve hazin bir çabaydı." 2
"Bu anlamda Sartre sonuncu Hegelcidir, hatta sonuncu Marksist bile diyebilirim." 3
Sartre'ın kendisini siyasallığa adayan aktivizmine karşılık Foucault'nun eleştirisi, bu gerçekçilikten uzak hümanist yüceltmeye karşı duyduğu bir kuşku olmanın ötesinde, öncelikle insanın ne olduğuna dair bir karar verme sorununa çekilen bir dikkattir.
İnsan hâlâ, kendisini önceleyen bir dünyada, bu dünyanın anlam haritası içerisinde yaşamaktadır.
Dolayısıyla anlam, Sartre'ın varsaydığı gibi "hükümran öznelere dair bir yaratı değil, insan varlığını önceleyen bir sistemin yüzey etkisidir." 4
Dahası ise günün koşullarında Marxist kampta kümelenen ve zamanla Foucault'nun da terk edeceği bir barikatın savunulmasına dair bir iştiyaktır. Sartre içinse Sovyetlerin Macaristan'ı işgaliyle birlikte "Marxizm durmuştur".
Dünyanın teknoloji üzerinden kavranması kapitalizmin beraberinde getirdiği bir olguydu, sosyalizmse bu yaklaşımdan sapmadığı gibi onu derinleştirip genişletiyordu. Bernard Henry Levy bunu şöyle ifade etmekteydi: 'Sosyalizm, kadim varlık sorusunu emeği savunarak cevaplamıştı sanki'. Levy'ye göre barbarlık, hem liberal hem de sosyalist toplumların doğal sonucudur, çünkü (teknoloji olarak anlaşılan) kapitalizm aşılamadığı gibi, 'kendi geleceğini doğuracak bir rahme' de sahip değildir. Kapitalizmin bir sonraki aşaması ya da ötesi yoktur; kapitalizm bizlerin ve bizden sonra gelenlerin üzerinde son nefeslerini vermeye mahkûm olduğu sınırsız, 'külden bir enginliktir'. 5
Varlık sorununun savuşturulması ve teknolojik barbarlığın hükümranlığı, Heidegger'in de temel sorunudur; ama bu onu, bir zamanlar sempatiyle yaklaştığı Nazizm'den uzaklaştırsa da açık bir sorumluluğu üstlenmeye de gönül indirmez.
Sartre ise yazdıkları yoluyla sadece kendisini değil, içinde yaşadığı toplumu da dünyaya tutundurmaya çalışır.
Ama bu dünya Kafka'nın dünyası gibi anlamlı göstergelerle dolu bir dünya değildir. Anlamı yaratacak olansa bizzat insanın kendisidir.
Sartre bu yol gösterici sorumluluğu daha çok romanları yoluyla dile getirir. Bu aşırı sorumluluk hissi ise sonuçta Sartre'ı bir Bulantı'nın içerisine sokar.
Bulantı, şu ya da bu tasarımızın bize unutturduğu bir durumu, yani insan varlığının felsefi bir ışıkla aydınlanmış olan çıplak yapısını ve beyhudeliğini gözler önüne seren bir romandır. 6
Sartre'ın Marxizm'in dolayımından geçse de, yitirilen kardeşliğin özlemini duyan ve mutlak değerin insan sevgisi olduğunu kabullenen biri olarak,"Hıristiyan kültüründen gelen bir ahlakçı olduğu" 7 da söylenebilir.
Düşünsel öncüleri ise Hegel ve Marx'tan ziyade Descartes ve Pascal'dır. Beri yandan burjuvaları, düşünceden yoksun rahatlıkları nedeniyle suçlar.
Bu kayıtsızlık insanlığın giderek içine gömüldüğü bir tür kötülüktür çünkü. Edebiyatın canlandırmaya çalıştığı şey ise insanlar arası iletişimi mümkün kılan dilin, vicdanın sesi olan sahihliğini koruyabilmesidir.
Oysa gerçeküstücüler ya da buna benzer kimi akımlar, gerçekliğin sınırlarını genişletme ve bilinçdışını keşfetme adına insanları anlamsızlığın içerisine düşürmektedir.
Bir başka sorun ise sanatın araçsallaştırılması ve siyasal bir propaganda malzemesi haline getirilmesidir.
Hayatı siyasetsiz, siyaseti de sanatsız düşünmek ne kadar mümkün ve hatta doğrudur?
Kaldı ki siyaset hayat karşısında bir vaziyet almadır ki Sartre, ruh ile bedenin birleşmesini aşktan değil siyasetten öğrendiğini söyler. Sorun ise araçsallaşmaktadır.
Gerçi bu da piyasa koşullarının zorladığı bir yaklaşım biçimi olarak addedilir ve sınırlar giderek belirsizleşir.
Sanatçının hayat karşısındaki tutumu onun sorumluluğuyla ilgilidir ama bu, aslında temel bir insanlık sorunudur.
Bilincin bundan uzak, kendisine kapanmış katılığı veya tam aksi bir biçimde cıvıklaşması ve hayatın albenisine kapılması ise içtenlikten ve duyarlılıktan yoksun kendini aldatışlar olarak bir kötü niyet'in belirtisidir.
Hayatın bu çarpıklığı, "duygusal bir yargıya takılıp kalmak ya da başkasının verdiği değerin sonucu olan iç rahatlığıyla yetinmek istemektir".
Özgürlük ise doğal olarak bu tür bir kendisini bırakış değil, "dünyanın içinde erimekten sıyrılabilme, nesnelerle aramızda mesafe bırakabilme"dir. 8
Yine de o salt bir düşünür değil, bir sanatçı olarak da hayatın o esritici büyüsüne, büyülenişlere de açık birisidir ki Alain Badiou'ya göre de insanı etkileyen dört temel olay'dan birisi aşk iken diğeri de sanattır.
Hayata karşı sorumluluk duygusu, sadece dünyayı anlamakla yetinmeyen, onu değiştirmek de isteyen, üzerinde düşünülmüş bir ilgiyi de gerektirmektedir.
Zira insan her ne olursa ve her nerede durursa dursun, sonuçta henüz gerçekleştirilmemiş bir tasarıdır.
Üzerinde emek verilmeli, ilgisizliklere ve dikkatsizliğe kurban edilmemelidir. Bu çaba, kendinde varlığı kendi içinliğe dönüştürecek, yani beşeri insanlaştıracak bir süreçtir.
Zira insan "Tanrı olmayı özleyen", hiç değilse bunun kokusunu duymuş, bu yola koyulmuş bir varlıktır.
Onun hakkında henüz bir karar verilmiş değildir ve yaşadığı sürece de bu istifham süregidecektir.
Sartre'ın özgürlük derken kastettiği şey, zihnin düşünsel ve hayal edici gücü, hareketliliği, 'verilmiş olan'ı olumsuzlayabilmesi, düşünselliği kendi sığlığına çeken durumlardan sıyrılabilmesi; kendiliğin bilincine varabilmesidir. Böyle bir özgürlük anlayışı için hapishane duvarlarının bile para etmediğini; bilinçli olduğumuz sürece de potansiyel olarak özgür olduğumuzu söyleyebiliriz. 9
Bu olumlu iştiyak ki "içimizi düşünsel bir sezginin tanrısal gücüyle doldurur."
Kişisel tutku veya fantezi tarafından yönetilmeyen özgür vizyon/görüm hem iyi sanatı oluşturur hem de mutlak bir ahlaki saygıyı buyurur. 10
Sanat salt hayata katılmak ve onu başka araçlarla tasvir etmek değil, farklı çıkış yollarını aramak ve insanlığa göstermek olarak özünde hayat karşısında kayıtsız kalmak istemeyen felsefi ve hatta ahlaki bir tutumdur.
Eylemler ve karşılaşmalar içerisinde aldığımız kararlardan önce tâbi olduğumuz ısmarlama değerlere sahip olunamayacağını söyleyen Sartre'a göre insanın Aristocu anlamda verili bir özü yoktur.
Bir insan olarak kendimize dair ne varsa bunu eylemlerimiz süresince verdiğimiz kararlarla kendimiz seçeriz.
Dolayısıyla da kendimizi ve dünyayı değiştirmek, inşa etmek için giriştiğimiz eylemlerimizle, bir insan olarak sorumluluğumuzu da üstlenmiş oluruz.
Bu anlamda özgürlüğün iradeden daha derin, iradi eylemi de belirleyen ahlaki bir anlamı vardır.
Eyleyişlerimiz ise kendimiz kadar başkalarını da özgürleştirmediği sürece, kelimenin tam anlamıyla özgürlüğü hak etmiş olamayız.
Özgürlük, etrafımızı çevreleyen baskı duvarında bir çatlak açmak, iradi bir özne olarak davranmaktır.
Baskı (her biçimiyle iktidarların, etrafımızı çevreleyen verili durumunun bizi buna rızaya çağıran tâbilik ve suç ortaklığı) ya da kaçış (baskıya direniş yerine kaçışı arzulatan kendini aldatma) arasında ise her daim bir üçüncü yol, farklı bir bakış, olumlu bir eyleyiş ihtimali ve umudu vardır.
Aşmakla yükümlü olduğumuz bu engel, duvar ise sadece iktidarın baskılarından oluşmaz; asıl sorun içerisinde bulunduğumuz doğal durumun aşılmasını önleyen bir sıradanlığın ve hiçliğin ayartıcılığıdır.
Bunu aşabilmek için tıpkı Âdem gibi zaman zaman yanılgılara da düşsek, asıl sorun bu yanılgılardan ziyade, yanılgıya düşmeye dair korkulara tâbi olmaktır.
İşte bu nedenle Âdem'in hatası, ilk günah telakkisi gibi temel bir yanlış olarak anlaşıl(a)maz ve Âdem bu nedenle suçlan(a)maz.
Tam aksine onun tutumu seçme, karar verme ve özgürce eyleme yolunda bizleri de cesaretlendirir.
Hata da yapsak bu, şayet bir kötü niyete mebni değilse, insanlığımızı gerçekleştirme yolunda atılmış, telafisi mümkün bir adımdır.
Düşsek de kalkabilir ve yolumuza devam edebiliriz. Sorun yanılgının sonuçları karşısında bir yeis, umutsuzluk veya korkuya kapılmakta ya da kendini adatmadadır.
İnsan ise tam da orada, o kritik anlarda vereceği kararlarla, tutacağı yollarla belirginleşir. Bu belirginleşme, özgürleşmenin de ilk adımlarıdır.
1. J. P. Sartre, Aydın Üzerine, Can Y. s. 33.
2. Eric Paras, Foucault, Öznenin Yitiminden Yeniden Doğuşuna, Kolektif Kitap, s. 44.
3. M. Foucault, Felsefe Sahnesi, Ayrıntı Y. s. 33.
4. Eric Paras, age, s. 47.
5. Eric Paras, age, s. 117.
6. Iris Murdoch, Sartre: Romantik Rasyonalist, Ayrıntı Y. s. 25.
7. Murdoch, age, s. 35.
8. Eric Paras, age, s. 59.
9. Murdoch, age, s. 63, (değişikliklerle).
10. Murdoch, age, s. 66.
Yazının orijinali için bakınız:https://www.indyturk.com/node/649376/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/jean-paul-sartre-ve-%C3%B6zg%C3%BCrl%C3%BCk
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Hikmet Akademisi'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.